Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Mısır ve Tunus adım adım böyle “periferileşti”

Yayınlanma

Arap dünyasında tartışmasız bir öneme ve konuma sahip Mısır, tarihinin en derin ekonomik kriziyle boğuşuyor. Ekonomisinin yapısal sorunlarının yanı sıra Kovid-19 sonrası küresel enflasyon ve yükselen faiz oranları, Mısır’ı son yılların en kötü enflasyonlarından birisiyle karşı karşıya bıraktı. Mısır yaşadığı krizden kurtulmak için büyük ölçüde Körfez ülkelerinden aldığı hibeler ve kredilere bel bağlamış durumda. Ülkenin ekonomisi enerji zengini Körfez ülkelerine giderek daha fazla bağımlı hale geldikçe Arap dünyasındaki öncü rolü de aşınıyor. Geçmişin Arap dünyasına yön veren önder ülkesi Mısır, dış politikada Körfez ülkelerine ayak uydurmak zorunda kalıyor. Benzer bir durum Tunus için de geçerli. Ciddi ekonomik krizle boğuşan ve dış finansman sorunu yaşayan Tunus, mali destek konusunda kendine el uzatan Cezayir’e uyum sağlamak zorunda kalıyor. 

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale bu iki ülkenin geldiği konumu “periferileşme” olarak niteliyor. Makale, iki ülkenin ekonomik görünümünü ve yaşanan krizi resmederek borç batağına ve dış finansmana nasıl bağımlı hale geldiklerini açıklıyor. Makale, bu bağımlılıkla eşgüdüm halinde dış politikalarında yaşanan dönüşümü açıklamaya odaklanıyor. 

***

Artan Borç Mısır ve Tunus’un Jeopolitik Periferileşmesini Nasıl Hızlandırdı?

Giriş

Yüksek borç seviyeleri ve değişen kurtarma stratejileri Orta Doğu ve Kuzey Afrika’nın jeopolitik manzarasını yeniden şekillendiriyor. Hidrokarbon ihraç eden ülkeler; Mısır, Ürdün, Lübnan ve Tunus gibi yüksek borçlu ülkeler karşısında daha fazla önem kazanıyor. Bu durum, düşük ve orta gelirli ülkelerin ekonomik marjinalleşmesini daha da kötüleştiriyor ve onları, örtüşen ya da çatışan nüfuz alanları bölgeyi parçalayan, hırslı, kaynak zengini fon sağlayıcılarla jeopolitik olarak aynı hizaya gelmeye zorluyor.

Borçlu ülkeler arasında Mısır ve Tunus, 2011’den bu yana farklı siyasi ve ekonomik gidişatlarına rağmen benzer zorluklarla karşı karşıya. Ardı ardına gelen gıda ve enerji fiyat şoklarının yanı sıra yükselen faiz oranlarından mustarip olan her iki ülke de dış mali destek sağlamaya çalışıyor. Dünyanın en büyük buğday ithalatçısı olan Mısır, yıllar süren kemer sıkma politikalarının ardından Rusya-Ukrayna savaşının yarattığı şoklarla mücadele ediyor. Tunus ise giderek kötüleşen bir mali durum ve zar zor sürdürülebilir kamu borcuyla karşı karşıya.

Kovid-19 salgınından bu yana, iki ülkenin uzun vadeli yapısal kırılganlıkları olumsuz küresel ekonomik koşullarla daha da kötüleşti. Küresel ekonomideki uzun süreli yavaşlama nedeniyle doğrudan yabancı yatırımların azalması, küresel ticaretin ve kârlı Mısır ve Tunus turizm sektörlerinin daralması ve artan gıda ve enerji fiyatları, açıkları ve mali ihtiyaçları daha da ağırlaştırdı. Mısır, Aralık 2022’de Uluslararası Para Fonu (IMF) ile bir anlaşma imzalayarak kısa vadeli borçların büyük ölçüde dışarıya akmasının ardından bir felaketi önledi, ancak hâlâ esas olarak Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ülkelerinin cömertliğine güveniyor. Yine de KİK ülkeleri, önemli mali ihtiyaçları göz önüne alındığında Mısır’ı destekleme konusunda isteksiz davranıyor.

Tunus’ta Devlet Başkanı Kays Said, Temmuz 2021’de bir darbe düzenledikten sonra ülkenin on yıllık demokratikleşme sürecini tersine çevirirken Tunus’u Batılı destekçilerinden izole etti. Popülist otoriter rejimi büyük ölçüde komşu Cezayir’in sağladığı yetersiz mali desteğe dayanıyor. Mısır’ın mali gereksinimleri nedeniyle Körfez ülkeleriyle yakınlaşmak zorunda kalması gibi Tunus da geçmişteki daha bağımsız yaklaşımından uzaklaşarak Cezayir ile aynı şeyi yapmak zorunda kaldı.

Dış finansmana olan bu kronik bağımlılık Mısır ve Tunus için iki katmanlı bir periferileşme süreci yarattı. Her ikisi de küresel ekonomide periferik hale geldi, böylece ekonomi politikaları artık esas olarak dış finansman sağlama ve sürekli genişleyen finansman boşluklarını doldurmak için kreditörlerinin tercihlerini kabul etme zorunluluğuna dayanıyor. Aynı zamanda, hidrokarbon ihraç eden ülkelere bağımlılıkları, Mısır ve Tunus’un uzun süredir devam eden dış politika özerkliğinin altını oyarak Orta Doğu ve Kuzey Afrika jeopolitiği açısından periferileştiklerini de yansıtıyor.

Dış finansmana bağımlılık süreçleri

Mısır ve Tunus 2013’ten bu yana gıda, enerji ve faiz şokları nedeniyle yabancı mali kaynaklara önemli ölçüde daha bağımlı hale geldi. O yıl, Tunus 2011’deki ayaklanmanın ardından ilk IMF programını kabul ederken Mısır ekonomisini istikrara kavuşturmak için uzun vadeli mevduatlara ve KİK ülkelerinden gelen düşük faizli kredilere bel bağladı. Tunus da Mısır gibi 2016 yılında bir IMF programını kabul etti. Bu programlar her iki ülkenin de uluslararası finans piyasalarına erişimi için hayati önem taşıyordu. Ancak bu programlar Mısır ve Tunus’u uluslararası finans kuruluşlarının dayattığı koşullara maruz bıraktı ve onları dış şoklara, özellikle de ABD doları faiz oranlarındaki değişikliklere karşı daha kırılgan hale getirdi. Bu şoklar Mısır’da Cumhurbaşkanı Abdülfettah es-Sisi’nin rejimini daha da zorlayarak toplumsal gerginlik riskini artırırken, Tunus’ta ise Said’in otoriter liderliğini pekiştirme kabiliyetini ciddi şekilde törpülemeye devam ediyor.

Mısır’ın ekonomik sorunları 2011 ayaklanmasını ve ardından gelen istikrarsızlığı takip eden döneme kadar uzanıyor. Gıda güvensizliği, büyük cari ve ticaret açıkları, ülkenin dış finansmana olan bağımlılığını, dış borç stokunu ve borç ödeme yükünü artırdı. IMF anlaşmasının 2016 sonlarında tamamlanmasından bu yana Mısır hükümeti, Mısır poundunun keskin bir şekilde devalüe edilmesini ve bunun sonucunda enflasyon oranlarının yükselmesini içeren neoliberal bir gündem izledi. IMF programı aynı zamanda aralarında sübvansiyonların kesilmesi, kamu hizmetlerinin azaltılması ve dolaylı vergilendirmenin genişletilmesinin de bulunduğu ciddi kemer sıkma önlemlerini de dayattı.

Sisi rejimi, popüler olmayan kemer sıkma politikalarını uygulamak için siyasi muhalefete ve sivil toplum gruplarına karşı baskıcı önlemler aldı. Makroekonomik göstergelerin göreli iyileşmesi, Mısır’ın genellikle bir yıldan az vadeli olan dış borcuna kısa vadeli portföy yatırımlarını çekmek için gerekliydi. Gerçekten de 2000-2010’da ortalama yüzde 11,86’dan Mısır’ın dış rezervlerindeki kısa vadeli borcun payı 2011-2021 döneminde yüzde 29’a yükselerek üç katına çıktı. Bu, 2016’daki IMF anlaşmasının ardından çok yüksek olan reel faiz oranlarının yanı sıra Mısır’ın daha uzun vadeye odaklanma eğilimindeki doğrudan yabancı yatırımı çekme kapasitesinin azalmasıyla da ilgiliydi.

Başlangıçta, kısa vadeli borç, Mısır Merkez Bankası’ndaki KİK merkez bankalarından alınan mevduatlardan oluşuyordu. Ancak 2017 itibarıyla bunların yerini kademeli olarak uluslararası sermaye fonlarından kısa vadeli girişler aldı. Ancak bu, Mısır’ı küresel finans piyasalarının kaprislerine daha fazla maruz bıraktı. Bu durum aynı zamanda, daha uzun vadeli yatırımların yokluğunda kısa vadeli finansmanı çekmeye uğraşmak zorunda kalan Küresel Güney’deki çevre ekonomiler için kötüleşen borçlanma koşullarını da yansıtıyordu.

Tunus’ta ise durum biraz farklıydı. Ülkeye, 2010-2011 yıllarındaki halk ayaklanmasının ardından düşük faizli krediler, Tunus merkez bankasındaki mevduatlar, ABD garantili krediler ve Avrupa Birliği’nden makro-finansal yardım gibi çeşitli türlerde ve önemli miktarda sermaye girişi oldu. Bunlar, ülkenin 2015 ve 2016’daki terör saldırılarının ardından doğrudan yabancı yatırımlardaki keskin düşüş ve turizmdeki çöküşle başa çıkmasına yardımcı oldu. O dönemde Tunus, Tunus’un demokratikleşme sürecinden kaynaklanan demokratik bir rant fonlamasından yararlandı. Ancak Tunuslu karar alıcılar, uluslararası ortakların ne olursa olsun Tunus demokrasisini desteklemeye devam edeceğinden emin oldukları için uluslararası finans kuruluşlarının koşullarına uymak için hiçbir neden bulamadılar. Bu yüzden yönetici elitler Tunus’un borç yükünü azaltacak reformları uygulamak yerine, zaman kazanmak ve çok ihtiyaç duyulan ekonomik düzenlemelerden kaçınmak için (sermaye) girişine bel bağladılar.

Ülkenin kötüleşen mali durumu hükümeti 2016’da IMF anlaşmasını müzakere etmeye zorladı. IMF’nin talepleri arasında kamu sektörü harcamalarının ve sübvansiyonların azaltılması ve vergi reformunun uygulanması vardı. Ancak siyasi liderlerin, çatışan ekonomik ve sektörel çıkarları uzlaştırmadaki başarısızlığı, reformların kabul edilmesini ve kamu borcunun azaltılmasını zorlaştırdı. Programının ilerlemediğini gören IMF, 2019’da kredi dilimlerinin ödenmesini askıya almaya karar verdi. Bu, Tunus’un ekonomik durumu aşırı kırılgan hale geldikçe kurumun tutumundaki değişikliğe işaret ediyor.

Yurtiçinde, Tunus hükümetlerinin bir yük paylaşımı uzlaşması oluşturmadaki başarısızlığı, yerel oyuncuları -sendikalar, iş çevreleri ve şirketler- taleplerini ikiye katlamaya teşvik etti. Tunus, Kovid-19 salgınının patlak vermesinin ardından geciken reformların bedelini ödedi. Ekonomik faaliyet üzerindeki etki, 2020’de reel GSYH açısından yüzde 8,6’lık negatif bir büyüme oranına yol açarak 1956’daki bağımsızlıktan bu yana kaydedilen en büyük düşüşe neden oldu. Tunus bu şoktan kurtulmaya çalışırken, Şubat 2022’de Ukrayna savaşının başlaması mali dengesizliklerini daha da artırdı. Kamu borcu 2012’de GSYH’nin yüzde 47,7’si iken 2022’de yüzde 88’e yükseldi. Tunus’un 2011’de yüzde 21,7 olan dış borcundaki kısa vadeli borçların oranı 2021’de yüzde 32,4’e yükseldi. Kısa vadeli borçların toplam rezervlere oranı da 2011’de yüzde 51 iken 2021’de yüzde 152,5’e yükselerek önemli ölçüde arttı. Bu eğilimler, ülkenin dış finans piyasalarına olan bağımlılığını ve uzun vadeli döviz kaynaklarındaki (yatırım, turizm ve Tunus’un fosfat ihracatından elde edilen gelirler) keskin düşüşü işaret ediyor. Uluslararası enerji fiyatlarındaki hızlı yükseliş, gıda ithalatına olan aşırı bağımlılık ve küresel faiz oranlarındaki artış Mısır’da olduğu gibi Tunus’un da dövize olan ihtiyacını daha da artırdı. Ayrıca 2019’dan sonra Tunus, kredi notunun büyük derecelendirme kuruluşları tarafından periyodik olarak düşürülmesiyle uluslararası finans piyasalarına erişimini de kaybetti.

Bu kötüleşen durum karşısında Tunus, IMF ile yeni bir anlaşma arayışına girdi. Ekim 2022’de kurumla ön anlaşma imzaladı ve bu anlaşma IMF yönetim kurulunun onayını bekliyor. Said’in darbesi, reform taahhüdünün olmayışı ve Tunus’un önceki on yıl boyunca tutmadığı sözler, IMF’nin, Cumhurbaşkanı’ndan dört yıllık zorlu bir reform programına (2023-2027) başlamaya istekli olduğunu gösterecek önlemler talep etmeyi sürdürmesine yol açtı. Ancak Nisan 2023’te Said’in IMF koşullarını “dikte” olarak reddetmesiyle tam tersi bir durum ortaya çıktı. Bu durum Tunus tahvillerinin uluslararası piyasalarda daha fazla değer kaybetmesine yol açarak ülkenin kredi notuna daha da zarar verdi ve borç sürdürülebilirliğini tehdit etti. Derecelendirmesi en düşük olan AB, kendi iç düzenlemeleri nedeniyle daha fazla fon sağlayamayacak.

Tunus’un harcamalarını karşılayamaması ve önemli ölçüde uluslararası mali destek sağlayamaması, temel ithalatın güvence altına alınmasında sorunlara yol açmaya başladı. 2022’de şeker, bitkisel yağ, pirinç, kahve ve süt gibi temel ürünler süpermarketlerde bulunamamaya başladı. Tunus ve Mısır’ın finansman güçlükleriyle karşı karşıya kalmasının her iki ülkeyi de bölgesel siyasi yaklaşımlarını etkileyen ikilemlere itmesi şaşırtıcı değil.

Dış finansman ve jeopolitik sonuçları

Mısır ve Tunus, finansal ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırken, dış politika görünümlerini gözden geçirmek ve onlara fon sağlayan ya da fon sağlayabilecek durumda olan ülkelerle uyum sağlamak zorunda kaldılar. Mısır için bu, Arap dünyasındaki ana siyasi yönelimleri belirleyen bir ülke olarak önceki rolünün aksine, onu KİK devletlerinin siyasi konumlarına yaklaştırdı. Tunus, yalnızca Cezayir’den anlamlı bir destek aldı ve geleneksel orta yol politikasını Kuzey Afrika meselelerine bıraktı. Bu değişimler, daha önce sömürge sonrası Arap tarihinde öncü rol oynayan iki ülkenin bölgesel periferileşme sürecini besledi.

Mısır’ın son on yıldaki ekonomik zayıflıkları, ülkenin Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nden (BAE) tekrar tekrar mali desteğe ihtiyaç duyması anlamına geliyordu. İki Körfez ülkesi, Arap ayaklanması dalgasını durdurmak, İslamcıları iktidardan uzaklaştırmak ve Mısır’ı etki alanları içinde tutmak gibi siyasi ve jeostratejik nedenlerle durumu istikrara kavuşturmaya çalıştı. Katar da giderek artan bir rol oynadı. Mısır’ın Katar’a yaptırım uygulamak için Suudi Arabistan, BAE ve Bahreyn’e katılmasının üzerine yıllarca süren yıpranmış ilişkilerin ardından, 2022’de Katar yatırımının Mısır’a dönüşünü kolaylaştıran diplomatik ve ekonomik bir yakınlaşma başlatıldı.

Ancak bugün Körfez ülkelerinin Mısır’a karşı tutumu değişti. Odak noktası artık yalnızca siyasi ve güvenlik konuları değil. Bunun yerine, KİK yatırımcıları, bazıları limanlar ve kamu hizmetleri gibi stratejik değeri olan devlet varlıklarının kontrolünü ele geçirerek yatırımlarından daha kârlı geri dönüşler arıyor. Buna paralel olarak, Mısır ekonomisiyle ilgili endişeler artıyor. Mısır’ın daha sık ve daha büyük kurtarma paketlerine bağımlı hale geldiği göz önüne alındığında, Körfez’deki hükümetler Mısır’ın makroekonomik politikalarına ilgi duymaya başladı. Tarihsel olarak Mısır, KİK ile olan güçlü bağlarını IMF finansmanının yerine kullanmıştı. O dönem bitmiş görünüyor. Aralık 2022’de IMF, Mısır için bir ilk olan KİK ülkelerinden fon sağlamayı “katalize etmeyi” kabul etti. Ayrıca, IMF koşullarına uygun olarak Körfez ülkeleri Mısır’ı, Mısır ordusunun ekonomiye katılımını azaltmaya ve devlete ait işletmelerin finansmanı konusunda daha şeffaf olmaya zorluyor.

Tunus da bir çıkmazda. On yıllık mali destek ve kolay paraya erişimin ardından ülke kendini Said hükümetinin altında sıkışmış buldu. Cumhurbaşkanı, herhangi bir yedek plan olmaksızın Tunus’u izole etmiş durumda. 2022’de yapılan ön anlaşmaya göre IMF, Tunus’a 1.9 milyar dolar sağlamayı kabul etti. Ancak kurum finansman boşluğunu diğer devletlerin doldurmasını bekliyordu. Suudi Arabistan, Kuveyt ve BAE’nin başlangıçta bunu yapması muhtemel olsa da nihayetinde bu işi Avrupa ülkelerine bıraktılar.

Tunus hükümetinin fon bulma konusundaki başarısızlığı, Said’in rejimini sağlamlaştırmak ve toplumsal gerilimleri yönetmek için ciddi mali kaynak sıkıntısı çektiğini gösteriyor. Cumhurbaşkanı bunun yerine zaman kazanıyor ve Tunus’un mali ve ekonomik sorunlarının üstesinden gelmekte isteksiz olduğu ya da gelemediği yönündeki uluslararası görüşü meşrulaştırıyor. Said’in Şubat 2023’te “Sahra altı Afrika’dan gelen göçmenlere” yönelik ırkçı sözleri işleri daha da kötüleştirdi. Cumhurbaşkanı’nın yorumlarının yol açtığı şiddet ve tacize tepki gösteren Dünya Bankası, 7 Mart’ta 2023-2027 Ülke İşbirliği Çerçevesi görüşmelerini donduracağını ve önümüzdeki yıllarda Tunus’a olan taahhüdünü askıya alabileceğini açıkladı.

Said’in son IMF koşullarını reddetmesi, öncelikle bunların Tunus’un egemenliğinin ihlali anlamına geldiği kanaatine dayanıyor. Cumhurbaşkanı, Tunusluların, yozlaşmış bir elitin eylemlerinin sonucu olarak gördüğü ekonomik krizi çözmek için kendilerine güvenmeleri gerektiğine inanıyor. Paranoyak tarzı, uluslararası finans kuruluşları da dahil büyük ortaklara karşı güvensizlik yarattı. Bu güvensizliğe, Said’in Batı karşıtı söyleminin Tunus’un siyasi ve ekonomik bağlarında bir değişikliğe yol açmasından korkan ABD ve Avrupa ülkeleri de karşılık veriyor.

Said’in IMF’nin koşullarını reddetmesinin ikinci bir nedeni de halk protestolarından duyduğu korku. Cumhurbaşkanı’nın Tunus’un siyasi sistemini yeniden inşa etme ve kamu işlerini yönetme konusundaki tek taraflı tutumu onu pek çok toplumsal aktörden uzaklaştırdı. Geniş toplumsal koalisyonu bir araya getirememesi yeni siyasi sistemin meşruiyetini zayıflatıyor ve Said’i halk desteğindeki eksikliğini telafi etmek için güvenlik güçlerine bağımlı hale getiriyor. Devlet ve toplum arasındaki aracı kurumları görmezden gelmesi onu çoğu siyasi parti, işçi sendikası ve iş dünyasıyla çatışma içine soktu. Bu tablo, ekonomik durumun daha da kötüleşmesi ve aynı zamanda Tunus’un IMF anlaşmasının rağbet görmeyen şartlarını uygulaması halinde protesto riskini artırmaktadır.

İzole edilmiş olması nedeniyle Tunus sadece Cezayir’den gelen mali desteğe bel bağlamak zorunda kaldı. Bu destek; krediler, mevduatlar ve ayrıcalıklı fiyatlarla gaz tedariki yoluyla gerçekleşti. Said’in iktidarı ele geçirmesinden bu yana Tunus merkez bankasındaki Cezayir kredileri ve mevduatları 800 milyon dolara ulaştı. Ancak bunun bedeli, Tunus’un Fas ile olan çatışmasında Cezayir’in yanında yer alması oldu. Tarihsel olarak Tunus, rakip ülkeler arasında tarafsızlık olmuştur. Tunus mali açıdan Cezayir’e bağımlı hale geldiği için bu artık mümkün değil. Dönüm noktası, Said’in Eylül 2022’de Polisario Cephesi liderlerini Tunus’ta resmen kabul etmesiyle yaşandı ve Tunus’un Batı Sahra ihtilafında Cezayir’in pozisyonuna meylettiğini gösterdi. Cezayir’in desteklediği Polisario, Batı Sahra’nın Fas’tan ayrılmasını istiyor ve bu olay Tunus ile Rabat arasında açık bir diplomatik krizi tetikledi ve her iki ülke de büyükelçilerini geri çağırdı.

Mali kırılganlıkları göz önüne alındığında Tunus borçlarını ödeyememenin eşiğinde. Uluslararası finans kuruluşlarıyla bozulan ilişkileri, Körfez ve Avrupa ülkelerinden mali destek alamaması ve uluslararası finans piyasalarına erişememesi ülkenin borç sorunlarını ciddi şekilde ağırlaştırıyor. Tunus, Körfez ülkelerinin siyasi, ekonomik ve güvenlik önceliklerinde sınırlı bir rol oynuyor, bu nedenle KİK ülkeleri Tunus’a fon sağlamaktan kaçınıyor. Said’in destekçilerinin potansiyel bir alternatif olarak gördüğü Çin de devreye girmedi ve muhtemelen Tunus’un sorunlarından uzak duracak. Tüm bunlar ülkenin ekonomik ve siyasi çıkmazını daha da derinleştiren periferileşmesini pekiştiriyor.

Mısır’ın KİK’teki sponsorları karşısında periferileşmesi yıllar önce başladı ve giderek hızlanıyor gibi görünüyor. Mısır 2017’de Kızıldeniz’de üzerinde yerleşim olmayan ancak stratejik öneme sahip iki adayı -Tiran ve Sanafir- Suudi Arabistan’a devretti. Bu durum Mısır’da halkın tepkisine yol açtı. Riyad’ın adaları devralmak için çeşitli sebepleri vardı; en önemlisi de adaların 1950’de İsrail’in ele geçirmesini önlemek için Mısır’a devredilmeden önce Krallık’a ait olduğu iddiasıydı. Ancak bu hamle Mısır’da, Suudilerin mali yardımı karşılığında egemen toprakların teslim edilmesi olarak yorumlandı. Bu yorum, Mısır’ın mali açıdan Suudi Arabistan’a bağımlı olmasaydı muhtemelen adaları iade etmeyeceği düşünüldüğünde haklıydı.

Mısır ayrıca Arap dünyası ile İsrail arasında potansiyel bir aracı olarak jeostratejik önemini de kaybetti. Bu rol, 1979’da İsrail ile imzalanan barış anlaşmasından sonra Mısır’ın ABD ile ilişkilerinin temel taşlarından biri olmuştu. Ancak bugün, sözde İbrahim Anlaşmaları sayesinde, iki KİK ülkesinin (BAE ve Bahreyn) Mısır ve Ürdün’ün tekelini kıran Fas ve Sudan gibi İsrail ile diplomatik ilişkileri var. Belki de bu nedenle Mısır, İsrail’in sadece Arap devletleriyle değil Filistinlilerle de bir anlaşma yapması gerektiğine odaklanarak İbraham Anlaşmalarını üstü kapalı çekincelerle karşıladı. Ancak Mısır’da 2022’nin başlarında yaşanan ekonomik çalkantı ve KİK fonlarına acilen başvurulmasının ardından ülkenin dışişleri bakanı mart ayında İsrail’in ev sahipliğinde düzenlenen ve İsrail ile barış anlaşmaları imzalayan Arap devletlerinin de katıldığı Negev Zirvesi’ne katıldı. Bu durum, Mısır’ın İsrail-Arap normalleşme sürecinde aktif kalacağının sinyalini verdi ki bu süreçte önde gelen bir KİK ülkesi olan BAE, Mısır’ın bölgesel statüsünü gölgede bırakmış olsa da Mısır önemli bir rol oynadı.

Sonuç

Mısır ve Tunus istikrar için mücadele ederken, artan periferileşmeleri onları bir kısır döngüye sürüklüyor. Ekonomik sorunları biriktikçe, finansal ihtiyaçları daha da artacak ve bölgesel fon sağlayıcılara jeopolitik bağımlılıkları daha da derinleşecek. Sorun şu ki, jeopolitik marjinalleşmeleri, değişen bölgesel ve küresel jeopolitik bağlamda giderek daha önemsiz hale geldikleri için manevra alanlarını daraltıyor. Orta Doğu ve Kuzey Afrika derin dönüşümlerden geçerken, iş sonuçları belirlemeye geldiğinde Mısır ve Tunus kenarda kaldı. Mısır, Suudi-İran uzlaşmasında yer almazken, Mayıs 2022’de Cezayir Cumhurbaşkanı, sanki Tunus liderleri bunu kendileri yapamıyormuş gibi, Tunus’un iç siyasi krizinin çözümünde rol oynamayı teklif etti. Periferileşme bir kez başladığında, bunu tersine çevirmek çok zor olabilir.

DÜNYA BASINI

Eşitliğin ve eşitsizliğin şaşırtıcı kökenleri

Yayınlanma

Editörün notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, düşünce tarihi üzerine çalışan Samuel Moyn’un eşitlik (ve eşitsizlik) üzerine yazılmış kitaplar üzerine yaptığı kısa bir literatür taraması ve değerlendirmeleri içeriyor. Özellikle 2008 küresel mali krizinin ardından eşitlik üzerine araştırmaların, bu işin pratiğiyle birlikte arttığına işaret eden Moyn, insanlar arasındaki eşitlik fikrinin, tıpkı eşitsizlik fikri gibi, nasıl bir “iman” haline gelebildiğini de tartışıyor. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.

‘Liberaller çözmeyi reddettikleri iç sorunlar için düşmanları günah keçisi ilan ettiler’


Zigzag: Eşitliğin şaşırtıcı kökenleri ve politikaları

Samuel Moyn
The Nation
27 Ağustos 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Jeremy Irons, Margin Call [Oyunun Sonu] filminin sonunda yaptığı tüyler ürpertici konuşmada hiç kimsenin eşitliğe inandığını söylememesi gerektiğinden, çünkü insanların gerçekte böyle bir şey olduğunu düşünmediklerinden bahseder: Bu fikir, hiyerarşinin özünde değişmeyen bir biçimde sürmesini ustaca gizlemektedir. “Bugün durum her zamankinden farklı değil,” diye açıklar mesela bir astına. “Her zaman aynı oranda kazananlar ve kaybedenler olmuştur ve böyle de olacaktır. … Evet, belki bugün her zamankinden daha çok sayıda insan var dünyada, peki ya yüzdeler ne durumda? Onlar neredeyse tamamen aynı kalacaklar.”

Oysa pek çok kişi için 2008 mali krizine verilen tepki, Irons’ın bahsi geçen alaycı tepkisinden epey farklıydı. Bu kriz, son 50 yılda görülenden çok daha fazla toplumsal eşitlik bilinci doğurdu, tabii eleştirisini de… 2011’de Occupy Wall Street hareketi ile başlayan “yüzde 1’in” yükselişinden endişe duyan çok sayıda Amerikalı, sonunda Bernie Sanders’ın 2016 ve 2020’deki başkanlık kampanyaları etrafında birleşti. Bu yıllarda Fransız ekonomi profesörü Thomas Piketty de hareketi haklı çıkaran kanıtlar sundu: 2014’te İngilizce olarak yayımlanan Capital in the Twenty-First Century [Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital] adlı kitabında, bilhassa Kuzey Atlantik dünyasında ekonomik eşitsizliğin artmakta olduğunu teyit etmekteydi. Piketty, durumun Irons’ın Margin Call’da tanımladığından farklı şekilde, eş zamanlı olarak hem daha kötü hem de daha iyi olduğunu gösteriyordu. Yani kapitalizmin içsel dinamiklerinin genel olarak eşitsizliği artırdığını, ancak siyasi hareketler ile bu eşitsizliğin pekâlâ azaltabileceğini…

Piketty’nin Kapital’i beklenmedik bir şekilde çok satanlar listesine girdi ve “eşitsizlik” meselesi, makaleler, kitaplar ve hatta tweetlerle analiz ve şikâyet edilen (ve nadiren de olsa haklı çıkarılan) yeni yüzyılın karakteristik bir kaygısı haline geldi. Fakat, bu kitabın yayımlanmasının üzerinden geçen on yılın ardından, tarihçiler, ekonomistler ve siyaset teorisyenleri artık farklı bir dizi soru üzerinde de kafa yoruyorlar: Eşitsizliğin süregelen varlığı ve nedenleri hakkında değil, bunun tam karşıtı olan eşitlik için ahlaki zorunluluğun kökenleri hakkında. Piketty, A Brief History of Equality [Eşitliğin Kısa Tarihi] isimli çalışmasında 20. yüzyılın ortalarındaki eşitlikçi gelir ve servet dağılımının neoliberal çağda nasıl tersine döndüğünü kendi görüşleriyle ortaya koymuştu. Geçtiğimiz yıl ise, artık standart hale gelen bu anlatıyı temelden genişleten yeni bir yayın dalgası ortaya çıktı. Darrin McMahon’un epey iddialı Equality [Eşitlik] kitabı, sınıf eşitsizliğine ilişkin modern dönem kaygılarını tarihsel bir zemine oturtuyor. Paul Sagar’ın Basic Equality’si [Temel Eşitlik] tüm insanların eşit yaratıldığı inancının erken modern dönemde nasıl ortaya çıktığına dair doyurucu bir açıklama sunuyor. Yine Teresa Bejan’ın da “What Was the Point of Equality?” [“Eşitliğin Amacı Neydi?“] çalışması ve pek yakında çıkacak olan First Among Equals [Eşitler Arasında Birinci] kitabında yer alacak olan bir inceleme de bu bağlamda düşünülebilir. David Lay Williams ise The Greatest of All Plagues [Tüm Belaların En Büyüğü] adlı kitabında Platon’dan Marx’a kanonik düşünürlerin kendi çalışmalarında ekonomik hiyerarşi konusunu nasıl ele aldıklarını irdeliyor. Bu kitapların her biri, eşitlik idealinin nereden geldiği sorusunu yanıtlamaya yardımcı oluyor. Ancak bu soruyu bir kez sormak daha da önemli bir soruyu gündeme getiriyor: Eşitlik başlı başına önemli bir şey midir sahiden?

McMahon Eşitlik’te bize hayranlık uyandıracak derecede geniş bir tarihsel aralık sunuyor. Bu, daha önce dahilik ve mutluluk üzerine yazdığı kitaplarda gösterdiğine benzer şekilde, tarihsel bulguları bin yıllar boyunca sentezleme yeteneğinin bir başka tezahürü gibi. “Büyük Tarih” yazarı Peter Turchin’in “eşitlikçiliğin ‘Z-Eğrisi’” olarak adlandırdığı şeyi yeniden yorumlayan McMahon, eşitliğin insanlık tarihi boyunca çizdiği zigzagların haritasını çıkarıyor. Yazara göre hominid atalarımız, tıpkı günümüzün yüksek primatlarının olduğu türden bir hiyerarşiye bağlıydı. Sonrasında insanlar bu eşitsiz tahakkümü hafifleten daha işbirlikçi ve müşterek yaşam biçimleri geliştirdiler. Bu “zig” dönemiydi. Ardından ise, Neolitik Devrim ile geriye doğru büyük bir adım atıldı, bu günümüzden kabaca 10 bin yıl öncesine tekabül ediyor. Bu dönemde tarıma olan bağımlılığın artması, insan toplumunun işçiliğe ihtiyaç duyması anlamına geliyordu ve ilk devletler soyluları ve kralları yükseltmeye başladı. “Zag” ise buydu. Daha genel bir ifadeyle, işte o zamandan bu yana tarihin eğilimi eşitliğin lehinde daha fazla olmuştur.

McMahon bu hikâyeyi anlatırken bir yandan da Yunan siyasi mucizesini, Hıristiyanlık gibi dinleri (özellikle de Reform’u), Aydınlanma’yı ve ardından gelen devrimleri inceliyor. Bununla da kalmıyor, hem yerel hem de küresel düzeyde sınıf, toplumsal cinsiyet ve ırksal adalet için çağdaş toplumsal hareketleri ve grup içi eşitlik çağrısı yapan hareketleri (geçmişten ve tabii günümüzden) irdeleyerek anlatısını tamamlıyor.

18. yüzyıl Fransa’sı konusundaki ihtisasıyla tanınan McMahon, sadece felsefe tarihinin en büyük eşitlikçisi Jean-Jacques Rousseau gibi bir ismi yetiştirdiği için değil, aynı zamanda bu döneme ve mekâna odaklanması hasebiyle de son derece yerinde bir iş yapmıştır. Nitekim hem çağımızın şafağını oluşturan Aydınlanma’nın eşit siyasi statü ve yurttaşlık geleneklerini yeniden canlandırmış hem de Rousseau’yu aşırı sınıf eşitsizliği konusundaki kaygılarını merkeze alarak ölümsüzleştirmiştir. Unutulmamalı ki Aydınlanma, Atlantik’in her iki yakasında siyasi devrimlere ve özgür erkeklerin (Rousseau’nun nefret ettiği kadınların değil!) iradesini temsil etmeye çalışan ve ekonomik ve sosyal eşitsizlikleri hafifletebilecek bir yasalar bütününe zemin hazırlamıştır.

Ne var ki McMahon bu dönemi anlatırken dahi Fransız Devrimi’nin eşitliğin yayılmasındaki katalizör etkisinden bahsetmekte şaşırtıcı şekilde isteksizdir. 1789’un Avrupa ve Amerika’da köleleştirilenler, Yahudiler ve kadınlar tarafından ve onlar adına bir dizi yeni hakkı ve talebi ateşlediğini kabul etmektedir, evet. Ancak devrim sırasında kurulan öncü Jakoben refah tedbirlerini küçümsemekte ve dönemin eşitliği “kutsallaştırmasının” kaçınılmaz olarak “kayıtsızları” cezalandırmak anlamına geldiğinden kaygılanmaktadır.

McMahon’un çalışması muazzam bir başarı sayılabilecek olsa da, hırsı birbirine rakip ve potansiyel olarak çelişkili hikayeler anlatmaya zorluyor; bazen ise bunların tek ve tutarlı bir bütün oluşturduğunu düşündüğü izlenimi veriyor. Antropolog Marshall Sahlins’in “ilk refah toplumu” olarak adlandırdığı avcı-toplayıcı kabilelerdeki eşitlik, atalarımızın ideolojik olarak eşitliğe bağlı oldukları anlamına gelmez. Yine de Hıristiyanlar ideolojik olarak eşitliğe bağlıydılar, ancak Tanrı’nın gözünde tüm insanların eşit olduğunu söylemenin hiçbir şekilde siyasi ve ekonomik eşitlik anlamına gelmediğini de unutmamak gerek. Eşit koşulların ideolojik bağlılığa bağlı olmadığı gibi eşitlik ideolojileri de başka eşitlik biçimlerinin “kendiliğinden” talep edildiği anlamına gelmez. Öyle ki Hıristiyanlık, herkesin Tanrı’nın gözünde eşit değerde olduğunu söylemeyi kolaylaştırmıştır, fakat bundan pek de bir şey çıkmaz. Hıristiyanlık sonrası çağda ise, pek çok kişi halen eşitliğin sosyal boyutları –sosyal veya siyasi statüde eşit görülmek– ile hayattaki iyi şeylerin nasıl dağıtılacağı konusundaki eşitlik arasındaki bağlantıyı inkâr etmektedir.

McMahon’un hikayesi yüzyıllar boyunca farklı katkıların aslında sadece bir tür eşitlikle ilgili olduğunu göstererek, bu ayrımların tümünü kapsamak zorunda kalıyor. Ve öyle görünüyor ki eşitlik diye bir şey yok ya da olsa olsa belirli eşitlik türleri var. Ve bahsi geçen kitap tam da eşitlik tarihini tüm çeşitliliği içinde bir araya getirme hırsının ağırlığı altında çökmeye çok yaklaştığı için değerli. Bu aynı zamanda bir grup akademisyenin McMahon’un bin yıllık hikayesindeki iki kritik mesele hakkında nokta atışı detaylar eklemesini de sağlıyor. Biri insanların [en azından ilk etapta] eşit olduklarını düşünmelerini, diğeri ise kazandıkları ve sahip oldukları arasındaki eşitsizliğin yanlış olabileceğini yüksek sesle söylemeyi mümkün kılması.

Paul Sagar’a göre, yeni kitabı Basic Equality’de ideolojik eşitlik olarak adlandırabileceğimiz şeyin –yani tüm insanların eşit olduğu fikrinin– kökenleri halen gizemini korumaktadır. Sagar, Platon’dan bu yana siyaset teorisinin doğal farklılık görüşüne odaklandığını, insanlar arasında derin ve ortadan kaldırılamaz görünen eşitsizlikleri vurguladığını öne sürüyor. Örneğin, erkekler ve kadınlar o kadar uzun süre farklı muameleye tabi tutulmuşlardır ki, bu farklı muamele artık dünyanın kanunu olarak kabul edilirken, ten rengindeki fenotipik farklılıklar –hiçbir zaman tamamen önemsiz olmasa da– modern dönemde biraz daha önemli hale gelmiştir. Öyleyse, pratikte ne kadar göz ardı edilirse edilsin, herkesin eşit olduğu inancını sadece inandırıcı değil aynı zamanda hegemonik kılan şey nedir?

Bir nesil önce, hukuk felsefecisi Jeremy Waldron böyle bir inancı ancak dini dogmanın sağlayabileceğini savunmuştu. Sagar, diğer herkesin (yani hem inanmayanların hem de durumu kavramaktan uzak Hıristiyanların) neden eşitlik taahhüdünde bulunmaları gerektiği konusunda endişeli. Ancak Sagar, eşitliği haklı çıkarmak için insanlığın kalıcı bir özelliğini (akıl yetimiz, ölümsüz ruhumuz veyahut fiziksel kırılganlığımız) aramak yerine, bunu –insanların önce Hıristiyanlık altında daha sonra ise seküler bir kılıkta inanmaya başladığı– sosyal bir kurgu olarak düşünmenin çok daha yerinde olacağını savunuyor. Ve devamla, “Bu kurgunun ne kadar yakın zamanda popüler hale geldiğini gizlememeliyiz” diyor (Bazıları bu kurgunun aslında tam anlamıyla hiçbir zaman popüler olmadığını düşünecektir).

Sagar’ın savı ne kadar parlak olursa olsun, modern zamanın tartışmalı eşitleme siyasetinin yükselişi hakkında hemen hiçbir şey söylemiyor. Herkesin bir anlamda ahlaki açıdan eşit olduğuna dair Hıristiyan ve daha sonra da seküler inanç, genellikle yasal, pratik ve servetteki büyük eşitsizliklerle malul olmuştur. Bir başka deyişle, insanlar eşit oldukları fikrini yeniden yeniden öğrenmek zorunda kalmışlardır (ki Sagar bunun kendi başına değerli bir çaba olduğunu düşünür). Ne var ki bu, insanların böylesine bir inanca rağmen birbirlerine nasıl bu kadar eşitsiz davranabildiklerini açıklamıyor.

McMahon gibi Teresa Bejan da düşünürlerin antik dünyada eşitliği nasıl kavramsallaştırdıkları ile modern zamanlarda nasıl gördükleri arasında ayrım yapmayı göz önünde tutarak “parite” kavramının yükselişine odaklanır, yani bir toplumdaki insanların eşit muamele görmesi gerektiği fikrine. Açmak gerekecekse, eşitlik aynılığı varsayarken, insanlara “pariteryen” bir ruhla davranmak farklılığı varsayar. Örneğin Bejan, “What Was the Point of Equality?” [„Eşitliğin Anlamı Neydi?“] ismini verdiği çalışmasında 17. yüzyıl İngiltere’sini tartışırken, feodalite sonrası bir dünyada neredeyse herkesin eşitlik fikrini nasıl kabul ettiğini ortaya koymaktadır: Herkes (en azından her beyaz erkek) bir anlamda eşit yaratılmıştı. Ancak [İngiliz İç Savaşı döneminin siyasi hareketleri olan] Kazıcılar ve Tesviyeciler [the Diggers and the Levellers] gibi radikal gruplar eşitlikten çok daha fazlasını hedefliyorlardı: Farklı eşit erkek grupları arasında da parite. Bejan’a göre, onlar ve onların günümüzdeki eşitlikçi hareketlerdeki ardılları eşitlik dilini kullansalar da istedikleri daha özel bir şey: Bazı insanların zaten sahip olduğu muameleye diğerlerinin de erişmesini sağlamak. Eşitlik, Bejan’ın da altını çizdiği gibi, farklı teamüller ile uyumlu olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Parite ise, madunların ayrıcalıklılarını daha üst bir seviyeye yerleştirmekte ısrar eder.

Bejan da Sagar da, temel statü ile ilgili kaygılara daha çok odaklandıkları için, ekonomik hiyerarşiye dönük sol tandanslı öfkenin sadece Kazıcılar gibi küçük gruplar için değil, aynı zamanda modern çağda milyonlarca insan için de merkezi bir önem arz ettiğini ya da Occupy, “Pikettymania” ve Sanders’ın bu bilinci nasıl yeniden canlandırdığını incelemiyorlar. İşte bu soru David Lay Williams’ın The Greatest of All Plagues isimli harikulade yeni çalışmasının merkezinde yer alıyor.

Williams kitabın amacının uzun zamandır gözden kaçan bir şeye dikkat çekmek olduğunu söylüyor: Batı’nın kanonik siyasi düşünürlerinin birikmiş servetin ısrarlı eleştirmenleri oldukları gerçeğine. Platon ve Yeni Ahit ile başlasa da, Williams’ın ekonomik eşitsizlikle ilgili akıl yürütmelerindeki süreklilikleri ve değişiklikleri kaydetmesine yardımcı olan asıl olarak Rousseau, Marx ve John Stuart Mill’i tartışmasıdır. Platon doğal farklılık gibi kavramlara bağlı olabilir elbet, ancak Williams’ın gözlemine göre, o aynı zamanda çok az elde toplanan fazla paranın ve bunun yarattığı yoksulluğun sonuçlarının da siyasi istikrar için oluşturduğu tehditlerin farkındaydı. Yine Rousseau da ekonomik eşitsizliğin, özellikle de nesilden nesile aktarılan ve kalıcı bir ayrıcalık biçimi oluşturan servetin siyasi sonuçlarını son derece açık şekilde vurgulamıştı. Platon için dahi, [bu eşitsiz halin yarattığı] husumetin aşırı güçlenmesine izin verilirse tehlikeli bir huzursuzluk körükleyeceği aşikârdı. Ancak Rousseau için tehlikeler daha da ileri gitti: 18. yüzyılın yeni ticaret ve ihtişam çağının ekonomik eşitsizliği, diğer eşitlik biçimlerini de farklı biçimlerde tehdit ediyordu.

Tıpkı McMahon gibi Williams da çalışmasında uzun uzadıya Marx’ı tartışıyor. Marx’ın eşitlikten bu kadar az bahsetmesi kimilerine şaşırtıcı gelebilir; zira gerçekten de eşitlik meselesine oldukça az yer vermiştir – özellikle de Rousseau ile kıyaslandığında. Bu noktada ilk komünist olarak anılan ve Fransız Devrimi’nin ideallerini kurtarmak için “eşitlerin komplosu” çağrısında bulunan Gracchus Babeuf’tan herhalde bahsetmeye dahi gerek yok. McMahon’ın tartıştırdığı gibi, “eşitlik” kelimesi Komünist Manifesto’da sadece bir kez ve neredeyse aşağılayıcı bir bağlamda geçer. Rousseau, modern ticari toplumların muazzam bir sorunu olarak ele aldığı ekonomik eşitsizliğe odaklanırken, Marx bunu yapmamıştır. Onun asıl kaygısı daha ziyade “özgürlüğün yokluğu”, özellikle de işçilerin üzerinde hiçbir kontrole sahip olmadığı bir emek sürecinde işçinin üretim eylemine ve etkinliğine yabancılaşmasıdır.

Branko Milanović: Soğuk Savaş ekonomisi toplumsal sınıfların varlığını inkar etme girişimiydi

Williams, özgürlüğün Marx’ın öncelikli hedefi olduğunu kabul eder, ama aynı zamanda “Marx’ın aşırı ekonomik eşitsizlik sorununa karşı hissettiği endişenin, onun eleştirel ve yapıcı siyaset felsefesinin altında yatan güçlü bir ilke olduğunu” da öne sürer. Bu, nereden baksanız oldukça yerinde bir değerlendirmedir: Çağdaş küresel eşitsizlik analisti Branko Milanović’in modern ekonomistleri ele aldığı son çalışması olan Visions of Inequality’de tartıştığı gibi, Marx zamanının Kuzey Atlantik’i servette giderek daha büyük bir eşitsizliğe sahne olmuştu –örneğin Birleşik Krallık’ta en tepedeki yüzde 1 servetin yüzde 60’ına sahipti– böyle düşünüldüğünde, Marx düşüncesinde ekonomik eşitsizliğin bir arka plan oluşturması son derece doğaldır. Fakat bu durum, Marx’ın eşitsizlik halini kendi başına değil, özgür olmama haliyle birlikte ele almasını daha da önemli kılmaktadır: Nitekim, eşitsiz bir toplumun özgür olmayan bir toplum olması muhtemeldir. Yine de her halükârda Marx için insanların birbirlerine yapabileceği en kötü şey eşitsizlik değil, sömürüdür.

O halde, Marx’ın politik ekonomi teorisinin kapitalizmin tam teçhizatlı bir yorumunu içermesine şaşmamak gerek. Tek başına yüzde 1’e odaklanmamış, bunun yerine Kapital ile emek sürecinden siyasal devrim ortaya çıkaracağını düşündüğü sistemsel dinamiklere kadar her şeyi incelemeye adamıştır. Aynı şekilde, komünist özgürleşmenin, özgür toplumsal ilişkilerden sapmadığı sürece, insanların sahip oldukları ve elde ettikleri şeylerde bazı eşitsizliklere izin verebileceğini varsaymıştı. McMahon’un gözlemlediği gibi hem Lenin hem de Stalin, ustalarına sadık kalarak, “eşitlik yaygaracılığını”, özellikle de sınıfların ortadan kaldırılmasına yanaşmayan bir burjuvanın adaletsizlikten dem vurması anlamına geliyorsa, kesinkes reddetmişlerdir.

Marksist olsun ya da olmasın, Marx’ın işaret ettiği nokta, eşitsizliğe kafa yormakla geçen on yılımızı kapatabilmek için son derece önemli. Bu noktada McMahon’un “Y kuşağı” araştırmasından çıkardığı büyük sonuçlar hem yatıştırıcı hem de iç karartıcı. Eşitliğin insanlık tarihi boyunca devam eden oluşum ve gelişiminin büyük hikayesini anlatırken, eşitlik ve eşitsizliğin zorunlu olarak iç içe geçtiğini vurgulamayı tercih ediyor – herhalde yazdıkları içinde en ürkütücü olanı da dışlanmışları yok ederken ari “ırk” içinde bir eşitlik arayan faşizmle ilgili bölümündedir (Tam da burada Nasyonal Sosyalist gazete Der Angriffin “Üniforma tüm insanları eşit kılar” savını hatırlamak gerek).

McMahon, ne tür bir eşitlikçi toplum arayışında olunursa olunsun, bazı eşitsizlik biçimlerinin var olmaya devam edeceğini öne sürüyor; ona göre insanlar eşitlik karşısında kararsız bir şekilde evrimleşmiştir, zira pek çok şey rekabetçi üstünlüğe göre inşa edilmiştir. Belirli bir toplumda nasıl bir eşitlik tesis edilirse edilsin bu, her zaman hiyerarşileri içerecektir. Eğer insanlar hiçbir zaman her açıdan eşit olmayacaklarsa, diyor McMahon, o halde eşitsizlik çeşitli biçimlerde devam edecek, hatta bazı biçimleri en aza indirilse bile genel durum daha da kötüleşecektir.

Bugüne kadarki en büyük eşitlik tarihçimizin vardığı tüm bu sonuçlar dikkat çekicidir, ancak Marx’ın da dediği gibi asıl önemli olan eşitsizlikleri ortadan kaldırmaktır. Hem yasal hem de dağıtımda eşitlik çığır açan gelişmelerdi ve tersine çevrildiklerinde ortaya çıkan öfke son zamanların en umut verici gelişmelerinden biridir. Ancak bu, nasıl bir anlam taşırsa taşısın, toplumun tüm boyutlarda tam eşitliğe ulaşabileceği ya da ulaşması gerektiği anlamına gelmez. Ancak, Marx’ın vardığı sonuçla da tutarlı olarak, eşitsizliğin ne zaman ve hangi biçimlerde ortadan kaldırılabilir bir adaletsizlik olduğu ya da özgürleşme adına harekete geçilmesi gereken bir şey olduğu konusunda netleşmeyi içermelidir. Birkaç ay önce tarihçi Quinn Slobodian, Piketty’den bu yana eşitsizlikle ilgili yazılıp çizilenlerin tümünü reddeden bir pozisyonda. Slobodian’a göre bu, Piketty’nin “Brahman solu” olarak adlandırdığı, yani “yüksek eğitimli, sisteme yönelik eleştirileri tüketmeye istekli ancak sistemin dönüşümünü riske atamayacak kadar maddi çıkar bağları ile bağlı olan insanların” oyalanmak için icat ettikleri bir takıntı olabilirdi ancak.

Eşitsizlik üzerine yazılan kitaplar konusunda biraz daha hoşgörülüyüm, ben de bir tane yazdım. Ancak bunun başka bir nedeni daha var: Eşitsizliği dert edinmek daha üst bir duyarlılığa çıkan bir basamak gibidir; bu da sadece okurların kendi terimlerinin ötesine geçmelerine yardımcı oldukları dahi düşünüldüğünde memnuniyetle karşılamak için yeterli aslında. Sonuçta, daha derin sorunların –yerel ve küresel ölçekteki özgürlük yoksunluğu da dahil– hangilerinin daha önemli olduğuna karar vermemiz için bizi zorluyorlar.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Bill Gates Afrikalıları nasıl aç bırakıyor?

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Başta Bill Gates olmak üzere dünyadaki dev tekellerin sahiplerinin birçok bölgede devasa tarım arazilerini “kapattığı” haberlere yansıyor. Çeşitli kelime oyunları ve albenili projelerle tarım arazilerine el konuluyor, özellikle Afrika’da küçük çiftçiler borç batağına sürükleniyor, çok uluslu tarım ve gıda şirketlerinin ağına düşüyor ve mülksüzleştiriliyor. Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, Afrika’da Gates Vakfı tarafından finanse edilen “yeşil tarım” projelerinin bu kapsamda rolünü ifşa ediyor. Gates Vakfı, geçimlik tarımı pazar için üretim yapan tarıma dönüştürürken, ürün çeşitliliğini azaltıyor ve tohum ile gübre sektöründe Afrikalıları çok uluslu tekellere bağımlı ve borçlu hale getiriyor. İşin daha kötü tarafı ise, Afrika’da kimi ülkelerin bu nedenle açlık tehlikesi ile karşı karşıya kalması.

Bill Gates ve Mark Zuckerberg neden tarım arazisi satın alıyor?


Bill Gates Afrika tarımında Tanrı’yı oynuyor ve yanılıyor

Simon Allison
Mail & Guardian
3 Eylül 2024

Afrika, gezegendeki en hızlı büyüyen nüfusa sahip. Bu kıtada 2050 yılına kadar 2,4 milyardan fazla insan yaşayabilir. Hepsini beslemek, Afrikalı liderlerin karşı karşıya olduğu en büyük politika sorunudur.

Mevcut nüfusu bile besleyemediğimiz düşünüldüğünde, sorunun boyutu ürkütücüdür. Bugün Afrika’da yaşayan 1,5 milyar insanın yaklaşık %10’u ciddi gıda güvensizliği ile karşı karşıya; bu da bazen günlerce doğru düzgün yemek yiyemedikleri anlamına geliyor. Yüz milyonlarca insan ise bir sonraki öğünlerinin nereden geleceğini her zaman bilemiyor.

Şimdi bu sayıya 900 milyon kişiyi daha ekleyin. Bir şeylerin değişmesi gerekiyor. Bu değişimin nasıl olacağını bulmakla görevli kişiler önümüzdeki hafta Kigali’de Afrika Gıda Sistemleri Forumu’nda bir araya geliyor. Afrika Birliği’nin de katılımıyla forum, Afrika’da tarımı hızlandırmak ve dönüştürmek için 10 yıllık bir planı tartışacak ve ardından tanıtacak.

Öncül aldatıcı bir şekilde basit: İnsanları beslemek için çiftlikleri, özellikle de kıtadaki 33 milyon küçük çiftliği düzeltmeniz gerekiyor. Bu çiftlikler Afrika’daki gıdanın %70’ini yetiştiriyor, fakat bunu dünyadaki en düşük verimle yapıyorlar.

Fakat çiftçi topluluklarını korurken bu çiftliklerin tam olarak nasıl düzeltileceği giderek daha sert bir tartışma konusu haline geliyor.

Bu tartışmadaki en etkili kişi Afrikalı bir çiftçi ya da siyasi lider değil, hayatında hiç tarlada çalışmamış ABD’li bir yazılım mühendisi – her ne kadar birkaç tarlası olsa da: ABD’nin 19 eyaletinde tahmini 109.265 hektarlık bir alana sahip.

Amerikan rüyası

Dünyanın en zengin yedinci kişisi olan Bill Gates, modern endüstriyel tarım uygulamalarının dünyadaki açlığı çözebileceğine inanıyor. ABD’de 129 milyar dolar olduğu tahmin edilen servetini kullanarak o kadar çok tarla satın aldı ki, şu anda ülkenin en büyük tarım arazisi sahibi konumunda.

ABD’deki çiftçilik Afrika’dakinden çok farklı görünüyor. Ortalama bir ABD çiftliğinin büyüklüğü Afrika’daki eşdeğerinden 100 kat daha büyüktür. Amerikalı çiftçiler ayrıca genetiği değiştirilmiş “hibrit” tohumlardan mısır veya soya fasulyesi gibi tek bir nakit ürün yetiştirme eğilimindedir.

Bu tohumlar kendi kendilerine üreyemedikleri için, her yıl Bayer ve Syngenta gibi endüstriyel tarım şirketlerinden, tüm kimyasal gübre, herbisit ve pestisitlerle birlikte yeni tohumlar satın alınması gerekiyor.

Tüm bu girdiler, bunun pahalı bir model olduğu anlamına geliyor ve işe yaraması için çiftçilerin finansmana erişmesi gerekiyor. Fakat işe yaradığında sonuç da veriyor: ABD’de mısır verimi hektar başına yaklaşık 11 ton. Kenya’da ise ortalama hektar başına sadece 1,4 ton.

Gates’e göre Afrika’daki açlığın çözümü bu iki rakam arasındaki uçurumu kapatmakta yatıyor. Daha fazla insanı beslemek için Afrikalı çiftçilerin daha fazla gıda yetiştirmesi ve bunun için de ABD’deki meslektaşları gibi tarım yapmayı öğrenmeleri gerekiyor.

Çiftlikler büyümek zorunda. Afrikalı çiftçilerin en yeni hibrit tohumlara ve bunları satın alacak sermayeye erişmesi gerekiyor. Yorgun toprağın kimyasal gübrelerden yardım alması, mahsullerin böcek ve hastalıklardan korunması ve hasadın geçimlik olarak depolanmak yerine pazarda satılması gerekiyor.

Kulağa basit geliyor, fakat pratikte bu, Afrika tarımında yüzyıllardır süregelen geleneksel yöntemleri altüst eden bir devrimden başka bir şey olmayacaktır.

Gates’in önerdiği şey de tam olarak bir devrim. Gates Vakfı ve Rockefeller Vakfı 2006 yılında Afrika’da Yeşil Devrim için İttifak’ı (Agra) kurdu ve hem ulusal hem de kıtasal tarım politikalarını yeniden şekillendirmek için bir milyar dolardan fazla para harcadı.

Fakat devrim planlandığı gibi gitmedi.

Çöküşteki gıda sistemi

Geçtiğimiz ay Afrika Biyoçeşitlilik Merkezi şu soruya yanıt arayan bir rapor yayınladı: Zambiya’nın gıda sistemi çöküyor mu?

Ülke şimdiye kadarki en kötü kuraklıklarından birini yaşıyor. Ekili mısırın neredeyse yarısı kaybedilirken, bu temel gıdanın fiyatı %30 oranında arttı.

Yirmi milyonluk nüfusta altı milyondan fazla Zambiyalı akut gıda kıtlığı ve yetersiz beslenme riski altında.

Bu, Bill Gates’in vizyonunun bir parçası değildi. Birbirini izleyen Zambiya yönetimleri, Gates Vakfı tarafından önerilen türden politikaları en hevesle benimseyenler arasında yer aldı.

Ülke, Agra’nın Afrika tarımını sanayileştirme çabasının timsali. 2009 yılında çiftçileri ticari tohumlara ve yoğun gübre kullanımına geçmeye teşvik etmek için yeni bir sübvansiyon programı uyguladı. Bir milyondan fazla çiftçi bunu yaptı.

Fakat yeni rapor, yeni yaklaşımın verimi artırmak yerine, çiftçilerin mevcut kuraklık gibi iklim şoklarına karşı kırılganlığını artırdığı sonucuna varıyor.

Hibrit tohumların ve ithal gübrelerin kullanımı toprağı bozarak başka bir şey yetiştirmeyi zorlaştırdı; geçimlik ürünlerin yerine para getiren ürünlerin ikame edilmeye çalışılması ve bunun da başarısızlıkla sonuçlanması çiftçilerin ve ailelerinin aç kalmasına neden oldu.

Zambiyalı bir çiftçi ve raporu hazırlayan Kırsal Bölge Kadınları Meclisi’nin başkanı olan Mary Sakala, “Eskiden çeşitli ürünler yetiştirirdik,” diyor. “Fakat şimdi hükümetler ve tarım şirketleri çiftçileri girdilere bağlı monokültüre itti. Onların programları hepimizi savunmasız hale getirdi.”

Mesele sadece Zambiya değil: Agra’nın diğer fon sağlayıcıları ile birlikte Gates Vakfı tarafından yaptırılan bir çalışma da dahil olmak üzere, daha geniş kapsamlı kıta çalışmaları da Agra’nın politika önerilerinin etkinliği konusunda şüphe uyandırdı. İki yıl önce yayınlanan bu çalışma, “Agra’nın 9 milyon küçük çiftçinin gelirlerini ve gıda güvenliğini artırma hedefine ulaşamadığını” ortaya koydu.

ABD’deki Tufts Üniversitesi tarafından yapılan bir başka çalışmada, Agra’nın hedef aldığı 13 kilit ülkenin ulusal düzeydeki verilerinde, “yeşil devrim politikalarının mahsul verimi veya gıda güvenliği üzerinde anlamlı bir olumlu etkisi olduğunu” gösteren hiçbir kanıt bulunamadı.

Agra, bulgularına itiraz etmesine rağmen, en azından bulgularının bazılarını dikkate almış görünüyor: 2022’de adından “Yeşil Devrim”i çıkardı ve artık sadece kısaltmasıyla biliniyor.

“Tanrı’yı oynamak”

Durban merkezli din adamı Piskopos Takalani Mufamadi, “Bill Gates ve büyük tarım şirketleri Tanrı’yı oynuyor,” diyor: “Açların ve yoksulların mesihleri olduklarını iddia ediyorlar ama toprakları bozan, biyolojik çeşitliliği yok eden ve şirket kârını insanlardan üstün tutan sanayileşme yaklaşımı nedeniyle bunu başaramıyorlar. Bu ahlaksız, günahkâr ve adaletsiz bir yaklaşım.”

Mufamadi geçtiğimiz çarşamba günü Güney Afrika İnanç Toplulukları Çevre Enstitüsü adına yaptığı konuşmada, Gates Vakfı’nın tarım politikalarının Afrika’da yol açtığı hasarı onarmak için “tazminat” taahhüdünde bulunması çağrısında bulundu.

Belirli bir rakam vermemekle birlikte, vakfın “toprağı ve su tabakasını onarmak” için zarar gören insanlarla birlikte çalışması gerektiğini söyledi.

Bu çağrı, kıta genelinde 200 milyondan fazla küçük çiftçiyi, çobanı ve yerli halkı temsil ettiğini iddia eden bir sivil toplum şemsiye grubu olan Afrika’da Gıda Egemenliği İttifakı’nda da yankı buldu.

Genel Koordinatör Milyon Belay, “Bizi götürdükleri yol, tarım kimyasalları kullanmadan tarım yapamayacağımız bir tarım türü,” diyor.

Belay’a göre bu durum çiftçileri aşırı hava olaylarına ve genellikle ithal edilen gübre gibi girdilerin dalgalı fiyatlarına karşı savunmasız bırakıyor.

Belay’ın eleştirisi bir adım daha ileri gidiyor: Gates Vakfı’nın muazzam siyasi ve parasal etkisini alternatif fikirleri dışlamak için kullandığını savunuyor.

“Afrika hükümetlerinin hiç yetkisi yok demiyorum, onların da yetkileri var, fakat borç ve diğer parasal sorunlarla boğuşuyorlar, bu da Gates Vakfı ve diğer büyük fon sağlayıcıların gelip politikalarımızı ve stratejilerimizi etkilemesine kapı açıyor.”

Gates Vakfı bu eleştirileri reddediyor.

“Agra gibi birçok kuruluşa verdiğimiz destek, ülkelerin bu hedefe ulaşmak için ülke planlarına dayalı ulusal tarımsal kalkınma stratejilerini önceliklendirmelerine, koordine etmelerine ve etkili bir şekilde uygulamalarına yardımcı olmaktadır.”

Gates Vakfı’nın tarımsal dağıtım sistemleri direktörü Enock Chikava sözlerine şöyle devam ediyor: “Ayrıca, çiftçilerin kendileri de dahil olmak üzere çeşitli Afrikalı seslerle açık diyaloğa girmenin çalışmalarımız için kritik önem taşıdığına inanıyoruz ve gıda ve beslenme güvenliğini ortak hedefler ve bunlara ulaşmanın en iyi yolları etrafında ele almak için yapıcı diyaloglar aramaya devam edeceğiz.”

Ne var ki, şimdilik bu diyaloglarda Belay’ın Afrika’da Gıda Egemenliği İttifakı gibi gruplar yer almayacak ve Agra’nın Gates Vakfı gibi kalkınma ortakları ile Bayer ve Syngenta gibi endüstriyel ortakların desteğiyle önemli bir rol oynadığı gelecek hafta Kigali’de yapılacak foruma katılmayacak.

Bu da bir kez daha Bill Gates’in Afrika tarımının geleceğine ilişkin vizyonunun, işe yarasa da yaramasa da önümüzdeki on yıl boyunca kıta politikasını şekillendireceği anlamına geliyor.

Okumaya Devam Et

AVRUPA

Telegram, 2023’te 173 milyon dolar zarar etti

Yayınlanma

Financial Times‘ın (FT) aktardığı şirketin mali tablolarına göre Telegram, 2023 yılında 342 milyon dolar gelir elde ederken, işletme giderleri 108 milyon dolar oldu ve toplam 173 milyon dolar zarar etti.

Habere göre zarar, Toncoin de dahil olmak üzere Telegram tarafından tutulan dijital varlıkların değerindeki artışla kısmen dengelendi.

Mesajlaşma platformu kendi mali raporlarını yayımlamıyor. Gazeteye göre, Telegram’ın dijital varlıkları 2023’te yaklaşık 400 milyon dolar değerindeydi.

Şirket, 2024 yılında yaklaşık 244 milyon dolar değerinde Toncoin sattı. Ancak, Telegram CEO’su Pavel Durov’un gözaltına alınması haberinin ardından Toncoin’in değeri yüzde 20 düşerek 5,46 dolara geriledi.

Habere göre, Fransa’da Durov’a karşı devam eden soruşturma, Telegram’ın önümüzdeki iki yıl içinde ilk halka arz planlarını raydan çıkarabilir, zira yatırımcılar ve reklam verenler platforma yatırım yapma konusunda isteksiz olabilirler.

Bu yılın başlarında Durov, Telegram’da hisse edinmek isteyen yatırımcıların şirkete 30 milyar dolar değer biçtiğini belirtmişti.

Temmuz ayı itibariyle Telegram’ın aylık kullanıcı sayısı 950 milyona ulaşmıştı. TechCrunch‘a göre, Durov’un gözaltına alınmasını takip eden günlerde, iOS platformundaki indirme sayısı küresel olarak yüzde 4 arttı.

Fransa’da uygulama, sosyal ağ uygulamaları arasında indirme listelerinin başında yer aldı ve genel olarak üçüncü sıraya yerleşti.28 Ağustos’ta, gözaltına alınmasından dört gün sonra Fransız yargısı Pavel Durov’u 5 milyon avro kefaletle adli gözetim altında serbest bıraktı.

Telegram’daki dolandırıcılık faaliyetleri ve şirketin Fransız yetkililerle işbirliği yapmayı reddetmesiyle ilgili altı suçlamayla karşı karşıya.

Telegram’ın kurucusu Durov adli kontrol şartıyla serbest

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English