DÜNYA BASINI
Protestan ahlakı olarak ‘wokeness’
Yayınlanma
Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale Harper’s’ta yayınlandı. Makalenin yazarı, son yılların çok tartışmalı ‘wokeness’ [duyarcılık] meselesini, Avrupa’da kapitalizmin gelişimi döneminde ortaya çıkan ‘Protestan ahlakı’nın çağdaş bir uzantısı olarak inceliyor. Kamusal alanda iman tazeleme ritüelleri, insanlardan kendilerini sürekli ispatlamalarını talep etmektedir. Duyarcılığın mezhepçi bir iman şartı olarak değerlendirilmesi, ‘post-geç kapitalizm’in ruhunu anlamak açısından dikkate değer. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.
Gerekeni yapmak: Protestan etiği ve duyarcılık ruhu
Ian Buruma
Harper’s
Haziran 2023
‘Duyar’ [woke] hakkında yazmanın en az iki tuzağı var. Birincisi, aşırılıklarına yönelik herhangi bir eleştirinin ırkçılık, yabancı düşmanlığı, transfobi, kadın düşmanlığı veya beyaz üstünlüğü suçlamalarına yol açmasıdır. Diğer sorun ise, aşırı sağ tarafından kullanılan bir istismar terimi, ilerici sol için bir savaş çığlığı ve birçok liberal için utanç kaynağı olan kelimenin kendisidir.
Duyarın ne anlama geldiği konusunda kimse hemfikir değil. Sağcılar, okullardaki silahlı saldırıların artmasından Silicon Valley Bank’in çöküşüne kadar her şeyden bu kavramı sorumlu tutarken, solda duyarcı olarak tanımlanan pek çok kişi kendilerini sosyal ve ırksal adalet için uzun zamandır gecikmiş bir savaş veriyor olarak görüyor. Bu anlaşmazlıklar sadece siyasi değil. Aslında, bazen antipolitik gibi görünüyorlar. Duyarcılık üzerine yapılan tartışmalar, kelimenin de işaret ettiği gibi, genellikle ahlaki ve ruhani aydınlanma testleridir.
Bu nedenle Woke Racism [Duyar Irkçılığı] kitabının yazarı John McWhorter, ırkçılık karşıtı evanjelistleri tanımlamak için ‘woke’ kelimesini kullanmayı bırakıp onlara ‘seçilmişler’ demeye karar vermiştir. Bu doğru dini ve sınıfsal çağrışımlara sahiptir. Yazdığına göre Seçilmişler, ‘kendilerini seçilmiş olarak gören … çoğunun anlamadığı bir şeyi anlayan’ insanlardır. Modern öncesi Hıristiyanlar gibi, Seçilmişler de ya din değiştirmeli ya da ışığı görmeyenleri cezalandırmalıdır.
Ne var ki duyarcılığın dini kökleri oldukça özgündür. McWhorter’ın ‘din’ olarak adlandırdığı şey aslında Protestanlığın yarı-dinsel bir dalıdır ve New York Times köşe yazarı Ross Douthat’ı on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda Amerikan merkezini kasıp kavuran Evanjelik coşku dalgalarına atıfta bulunarak ‘Büyük Uyanış’ı yazmaya iten de budur. Douthat ve McWhorter, 2014 tarihli An Anxious Age (Endişeli Bir Çağ) adlı kitaplarında çağdaş ilerlemeciliğin ahlaki coşkusunun Protestan Sosyal İncil’in sekülerleştirilmiş bir mirası olarak anlaşılması gerektiğini savunan Katolik yorumcu Joseph Bottum’un çalışmalarından yararlanmışlardır (Bottum da ‘elit’ teriminin yerine ‘seçilmiş’ terimini tercih etmektedir).
Özünde Protestan bir olgu olarak duyarcılığı anlamak, son yıllarda geleneksel hale gelen bazı ritüellerin, özellikle de kamusal özürün arkasındaki mantığı anlamamıza yardımcı olur. Protestan geleneğini diğer semavi dinlerden ayıran unsurlardan biri de kamusal özür dilemeye verdiği önemdir. Katolikler rahiplere özel olarak günah çıkarır ve bir kez daha günah çıkarma zamanı gelene kadar günahlarından arınırlar. Pek çok Protestan, inançlarını kamuya açık bir şekilde itiraf ederek erdemlerini onaylamaya teşvik edilir.
Bu artık çok tanıdık bir hikaye haline geldi: bir erkek ya da bazen bir kadın, duyarsız ya da saldırgan olduğu düşünülen bir fikir beyan ediyor ya da bir kelime kullanıyor; toplum içinde özür diliyor ve yeterli kabul edilebilecek ya da edilmeyecek bir tür kefaret ödemeyi teklif ediyor. Bu tür özürler o kadar yaygın hale gelmiştir ki, insanlar genellikle bunların samimiyetinden şüphe duymaya meyillidir. Bu nedenle daha da samimi pişmanlık eylemleri talep edilir ve bu böyle sürüp gider.
Özür kişisel bir hata için olabilir: bir profesörün edebi bir metni yüksek sesle okurken N kelimesini(*) telaffuz etmesi ya da bir doktorun Afrikalı Amerikalılar arasındaki sağlık sorunlarının asıl sorumlusunun ‘yapısal ırkçılık’ olmadığını söylemesi gibi. Ya da bu, siyasi liderlerin sorumluluk almaya zorlandığı tarihsel bir yanlış olabilir. Bu durum genellikle Protestan geleneğe sahip devletlerde görülür. Hollanda Başbakanı Mark Rutte geçtiğimiz Aralık ayında Hollanda’nın transatlantik kölelikteki rolü için özür diledi. Rutte bunu yapan ilk Hollanda başbakanı oldu ve ancak uzun bir tereddütten sonra bunu yapabildi.
Bu tür özürler tarihi yaraların sarılmasına yardımcı olabilir. Batı Almanya Şansölyesi Willy Brandt, 1970 yılında eski Varşova gettosunun bulunduğu yerde diz çökerek yaptığı resmi kefaret eylemi nedeniyle haklı olarak takdir edilmiştir. Ama çağdaş ahlaki inançlara uymayan bir görüş için özür dilemek zorunda kalmak, ideolojik diktatörlüklerde ya da katı dini cemaatlerde beklenebilecek farklı bir durumdur.
Tam teşhir adına söylemeliyim ki, New York Review of Books’taki editörlük görevimi kaybettiğimde ben de böyle bir olayın tam ortasındaydım. Tartışmalı bir figürün tartışmalı bir yazısını yayınlamıştım. Makalenin esası konusunda haklı olarak görüş ayrılıkları olabilirdi. Ama asıl mesele bu değildi. Eleştirmenler, cinsel saldırı suçundan yargılanmış ve beraat etmiş bir adam olan yazara, olaydan sonraki hayatı hakkında yazması için bir ‘platform’ verilmemesi gerektiğine inanıyordu. Ona söz hakkı tanıyarak, suç ortaklığı yapmış olmuştum ve başka bir dergideki iyi niyetli bir editörün görüşüne göre, kamuoyu önünde özür dileyerek pişmanlığımı belirtmeliydim.
Halka açık ikrar ritüeli Avrupa’da Reform ile başlamıştır. Yahudiler ve Katolikler dini cemaatlerine küçük çocuklarken törenle kabul edilirken, Anabaptistler gibi pek çok Protestan, bazen sözde ihtida anlatılarında, yetişkin olarak din kardeşlerinin önünde inançlarını ilan eder. Kamuya açık tasdik fikri özellikle on yedinci yüzyılda Lutherciliğin bir dalı olan Pietizm için önemliydi. Pietizm de New England Püritenleri de dahil olmak üzere birçok Hıristiyan mezhebi üzerinde büyük bir etkiye sahipti. Tarihçi Edmund S. Morgan’ın ifadesiyle, Püriten kiliseleri ‘dini deneyimlerin anlatıldığı bir eleme süreciyle üyelerinde inancın varlığını’ garanti altına alıyordu.
Sinclair Lewis’in aynı adı taşıyan romanındaki Evanjelik dolandırıcı Elmer Gantry’yi düşünün. Gantry seri bir günahkâr ve seri bir günah çıkarıcıdır. Kitabın sonlarına doğru, gerçek inananların arasına geri dönebilmek için işlediği pek çok günah için bir kez daha af diler ve hemen ardından korodaki genç bir kadının ‘çekici ayak bileklerine’ bakar. İnananlar ‘Hallelujah!’ diye haykırır ve Gantry dua eder:
Tanrım, bu günü yeni ve daha güçlü bir yaşamın başlangıcı, tam ahlak ve Hıristiyan kilisesinin tüm ülkeye egemen olması için bir haçlı seferinin başlangıcı olarak saymama izin ver. Sevgili Tanrım, senin işin daha yeni başladı! Bu Birleşik Devletleri ahlaklı bir ulus haline getireceğiz!
Bu duygunun yankıları, her Pazar günü televizyon vaizleri insanları ellerini havaya kaldırarak milyonlarca izleyiciye günahlarını itiraf etmeye ve ardından da maddi katkıda bulunmaya davet ettiğinde duyulabilir. Aynı şey, geçmiş on yıllarda, talk show yıldızlarının hata yapan film yıldızlarına günah çıkaran kişiler olarak davrandıkları Oprah Winfrey Show gibi daha seküler (ama daha az törensel olmayan) televizyon programlarında da görülebilir.
Bu Protestan geleneğindeki bireyin kendi cemaatiyle olan ilişkisi dindar Katolikler ya da Yahudilerden çok farklıdır. Kurtuluş öncelikle hiyerarşik bir kiliseye ya da sinagoga ait olmakla aranmaz. Protestanlar Tanrı’nın lütfuna giden yolu kendi kendilerini sorgulayarak, kamusal tanıklık yaparak ve kusursuz erdemi gösteren eylemlerde bulunarak kendileri bulmak zorundadır. Bu sürekli bir süreç olmalıdır. Max Weber, The Protestant Ethic and the Spirit of Capitalism [Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu] adlı ünlü kitabında, Protestan idealinin, Katoliklerin bireysel iyilikleri yavaş yavaş biriktirme amacından daha zorlu olduğunu gözlemlemiştir. Günahlar özel kefaret ayinlerinde affedilmez – bir kişinin günah işlemesi ve bağışlanması için adeta günah defteri temizlenir. Kurtuluş daha ziyade, ‘her an, seçilmiş ya da lanetlenmiş olmak gibi amansız bir alternatifin önünde duran sistematik bir özdenetimde’ yatar. Tanrı kendilerine yardım edenlere yardım eder. Seçilmişler için erdem sinyallemeleri asla durmaz.
Weber’e göre, Protestanların ahlaki mükemmellik hedefine ulaşmak için çabalayanları karakterize eden şey ‘sıkı çalışma ruhu’ idi. Bu, kelimenin tam anlamıyla, dürüst emek yoluyla servet biriktirme işi olarak yorumlanabilir. Fakat bu emek ve onun maddi meyvesi, ahlaki gelişimin manevi çalışmasıyla el ele gider. Irkçılık karşıtlığı teorisyenlerinin ‘gerekeni yapmak’ olarak adlandırdıkları ve hem kişinin mevcut aydınlanmasının hem de sürekli ve sonsuz kendini geliştirme taahhüdünün bir işareti olarak işlev gören şeyde açık çağdaş paralellikler vardır.
Protestan –özellikle Kalvinist veya Püriten– düşüncesinde seçilmişlerden biri olmak, kendini ibadete ve sessiz tefekküre adamış aziz bir keşiş olmak değil, inancı ve erdemi, ‘bu Birleşik Devletler’i ahlaki bir ulus’ yapmakta olduğu gibi, dünyayı iyileştirmek için durmaksızın faaliyet göstererek ifade edilen bir tür ruhani girişimci olmaktır. Bu nedenle Weber, Protestan inançlarının kapitalist girişim için çok uygun olduğunu savunmuştur. Çok çalışmak sadece manevi bir görev değil, aynı zamanda dünyevi bir görevdir: eğer çok çalışmak büyük bir zenginlikle sonuçlanırsa, bu da kişinin kutsanmışlar arasında sayılabileceğinin bir işaretidir. Protestan geleneğindeki ahlaki gayretkeşlik, maddi başarı ile birlikte ilerleme inancıyla tamamen uyumludur. Katoliklerin manastırda yoksulluk içinde bir yaşam süren azizlere duyduğu saygı bu hassasiyete yabancıdır.
Weber bireysel girişim, endüstri, rasyonel sosyal organizasyon ve Protestan ahlakının diğer faydalarını onaylamıştır. Fakat aynı zamanda bunun yol açabileceği sert hoşgörüsüzlüğün de farkındaydı. “Seçilmiş ve kutsal olanın bu ilahi lütuf bilinci,” diye yazmıştı,
Kişinin komşusunun günahına karşı, kendi zayıflığının bilincine dayanan sempatik bir anlayış değil, ebedi lanetin işaretlerini taşıyan bir Tanrı düşmanı olarak ona karşı nefret ve aşağılama içeren bir tutum eşlik ediyordu.
İster ilk günah, ister ruhun ölümsüzlüğü ya da ırkçılık karşıtlığı ile ilgili olsun, dogma ile ilgili sorun şüpheciliği yasaklamasıdır. Kutsal olarak kabul edilen bir şey hakkında çekincelere sahip olmak, inançsız ya da daha kötüsü kafir olmak ve dolayısıyla kovulması gereken biri olmaktır. “Seçilmişler için,” diye yazıyor McWhorter, “ırkçılık Şeytan’la eşdeğerdir.”
Dahası, Seçilmişler her yerde Şeytan’ın işlerini görürler. Tarihçi Richard J. Hofstadter 1964 yılında bu dergide yazdığı bir yazıda ‘paranoyak tarz’ı Amerikan siyasetinin yinelenen bir özelliği olarak teşhis etmiş ve taraftarlarının tüm toplumsal çatışmaları ‘iyi ile kötü arasındaki ruhani bir güreş müsabakasına’ dönüştürdüğünü belirtmiştir. İlk tezahürlerinden bazıları, ülkeye ‘Papa’nın köleleri’ tarafından sızıldığından endişe eden Protestan ‘militanları’ içeriyordu.
Bireycilik ve sivil erdem, Tocqueville’in Amerika’da Demokrasi’sinde zaten uygun bir şekilde tanımlanmış olan Kuzey Amerika toplumunun klişeleşmiş sütunlarıdır. Bir de uzun süredir devam eden göreli sınıfsızlık yanılsaması var. Sınıf hiyerarşileri Eski Dünya içindi; Amerika herkesin başarabileceği bir ulus olmayı arzuluyordu. Doğal olarak kapitalizm, Avrupa’da orta sınıfın yükselişinden ve toprak sahibi aristokrasinin (ve Katolik ülkelerde ruhban sınıfının) kendi statü işaretlerine sahip bir yönetici elit olarak yavaş yavaş yerini almasından ayrı tutulamaz. Çoğunluğu Protestan olan ülkelerde bu işaretler, üstün erdem nedeniyle seçilmiş olma duygusuyla ilgiliydi.
On yedinci yüzyıl Hollanda resimlerinde, meşe masaların etrafında ciddiyetle toplanmış, ağırbaşlı siyah giysiler ve beyaz fırfırlar giymiş, hak eden yoksullara sadaka dağıtan o suratsız ileri gelenleri düşünün. Bazıları Brezilya ve diğer Hollanda sömürgelerindeki köle plantasyonlarıyla ticaret yaparak ya da köle ticaretinin kendisinden zengin olmuş olabilir. Fakat sadık Kalvinistler olarak, kendilerini aile soyu ya da toprak sahipliği nedeniyle değil, ahlaki doğrulukları nedeniyle seçilmiş kişiler olarak görürlerdi. Aynı durum, otokratik Kral I. Charles’a ve onun papaz usüllerine karşı ayaklanan Püriten ve Presbiteryenlerden oluşan Oliver Cromwell’in Roundhead’leri(**) için de geçerliydi.
Hollanda Altın Çağı’nın bu kendini beğenmiş değerlerini, sömürge kölelerinin sırtından kazanılan servetin tadını çıkarıp hala kendilerinden daha kutsalmış gibi davranarak ikiyüzlülükle suçlayabiliriz. Ancak günümüzde pek çok insanın davranışlarında aynı Protestan kendini beğenmişliğinin (ve ikiyüzlülüğünün) izlerini görmek mümkündür. Çağdaşlarımız arasındaki eşdeğerler arasında, sağcı Cumhuriyetçi politikacılara para bağışlamadan önce NFL oyun kurucusu Colin Kaepernick’in yer aldığı ırkçılığa karşı bir reklam kampanyasını onaylayan Nike’ın kurucu ortağı Phil Knight sayılabilir. Ya da şirketi Amazon, polis departmanlarına yüz tanıma yazılımı satarken ana sayfasını Black Lives Matter afişiyle süsleyen Jeff Bezos.
İlk Büyük Uyanış döneminden farklı olarak, günümüzdeki püritanizm dalgası derme çatma dua çadırlarında toplanan saf kırsal kesim insanlarının değil, yüksek eğitimli kentli sofistike insanların himayesindedir. Günümüzde Seçkinler, bankalar ve küresel şirketlerden prestijli kültürel vakıflara, müzelere ve sağlık kuruluşlarına, kaliteli gazetelere ve edebiyat dergilerine kadar neredeyse yalnızca seçkin kurumlarda faaliyet gösterme eğilimindedir. Ancak çoğu insandan daha iyi durumda olmak, Seçilmişler sosyal adalet arayışına bağlılıklarını açıkça ifade ettikleri sürece erdemli hissetmeye engel değildir.
Örneğin, Fortune 500 şirketlerinin, doğru değerlere bağlılık yemini eden bir Çeşitlilik, Eşitlik ve Kapsayıcılık (DEI) bildirisi yayınlamaları, bu değerlerin şirketin yaptıklarından ne kadar uzak olduğuna bakılmaksızın, neredeyse zorunlu hale gelmiştir. “Farkındalıktan eyleme bağlılığa uzanan bir yolculuktayız” (PepsiCo, Inc.); “Çeşitlilik ve kapsayıcılık kültürümüzün temelidir ve doğru olanı yapma değerlerimizi yansıtır” (Lockheed Martin); “Uzun zamandır kapsayıcılığı, çeşitliliği ve eşitliği teşvik etmeye kararlıyız” (Goldman Sachs). Bu sözler bir abur cubur üreticisinden, bir silah üreticisinden ve bir yatırım bankasından geldiği için kulağa içi boş gelebilir, ancak önemli olan Protestan ayini gibi halka açık bir şekilde okunmalarıdır.
Aynı ikiyüzlülük, şu anda üç tam zamanlı çeşitlilik görevlisinin yanı sıra ‘ırk temelli travmatik stres’ ile başa çıkmak için eğitilmiş bir psikolog ekibinin ve ebeveynler ve öğrenciler için yıllık önyargıya karşı [antibias] eğitim oturumlarının bulunduğu Manhattan’daki Dalton (eğitim ücreti 61.00 dolara kadar çıkmaktadır) gibi üst düzey özel okullarda da hüküm sürmektedir. Bu arada Amherst College (eğitim ücreti 66.000 dolar), beyaz personel ve öğretim üyelerine ‘ırkçılık karşıtı çalışmalara başlamak ve daha derine inmek için bir dizi kendini yansıtma faaliyeti ve eylem adımı’ konusunda rehberlik edecek yeni bir Meslektaş Kaynak Grubu sağlamayı teklif etti. Bu öğretide beyaz ayrıcalığı ilk günah gibidir. Zengin ya da fakir, kişi bununla doğar. Beyaz bir kişi, tıpkı doğuştan günahkâr olduklarına inanan Protestanlar gibi, suçluluğunu itiraf etmeye devam ettiği sürece ırkçılık karşıtı olarak kabul edilebilir.
Irkçılık karşıtlığının özellikle azınlıkların tarihsel olarak yeterince temsil edilmediği süslü okullarda ve işletmelerde önemli olduğu iddia edilebilir. Ayrıcalıklı tutumlar konusunda bir şeyler yapılacaksa neden en tepeden başlanmasın? Suçluluk duygusu da en prestijli kurumlarda bu tür önlemler için gösterilen gayreti açıklayabilir. Daha az hayırsever bir açıklama ise, ırkçılık karşıtı ritüelleri yerine getirmenin –çeşitlilik görevlilerini işe almak, ırkçılık karşıtı eğitim oturumlarını zorunlu kılmak, asil açıklamalar yapmak– kamu okullarını ve hizmetlerini iyileştirmek için daha yüksek vergiler ödemekten daha kolay olduğudur. Dalton’da bin çeşitlilik görevlisi işe almak Harlem ya da Bronx’taki yoksul siyah çocuklar için pek bir şey yapmayacaktır. Bu yaklaşımın tehlikesi, Joan Didion’un bir zamanlar başka bir bağlamda ifade ettiği gibi, ‘gerçek sosyal ve ekonomik güçleri’ ‘kişiselleştirecek ve nihayetinde belirsizleştirecek’ şekilde düzenlemektedir.
James Baldwin, beyaz liberallerin siyah kadın ve erkeklerin altmışlı yıllarda Siyah Müslümanlara neden katıldıklarını anlamadıklarını yazarken, bu anlayışsızlıklarını şöyle dile getirmiştir:
Liberallerin tutumlarının [siyahların] algıları ya da [siyahların] yaşamları ve hatta [siyahların] bilgileriyle ne kadar az bağlantılı olduğunu ortaya koymuştur – aslında, zenciyi bir sembol ya da kurban olarak ele alabildiklerini, ancak onu bir insan olarak algılamadıklarını göstermiştir.
Neredeyse her şeyin bir sembol haline geldiği, maddi koşullardan kopuk tartışmalar, siyasi bir zihniyetten ziyade Protestan bir zihniyetle karşı karşıya olduğumuzun işaretlerinden biridir. Seçilmişler, baskının ‘yapısal’ doğasından bahsetmeyi sever, fakat ilerici erdemin ya da sağdaki duyar karşıtı tutumların kamusal performansı, genellikle ciddi ve sistematik reform tartışmalarının yerine geçer.
Seçilmişleri ayıran şey sadece zenginlik değildir. Donald Trump ve milyarder destekçileri, kendilerini aydınlar arasında konumlandıran üniversite profesörlerinden ve müze küratörlerinden çok daha fazla paraya sahiptir. Her ne kadar elit eğitimin maliyeti zenginler ve fakirler arasındaki uçurumu genişletse de, bu ille de bir doğum meselesi de değildir. Protestan etiğinin günümüzdeki mirasçıları için statü, sosyal ve kültürel konularda doğru fikirlere sahip olmakla tanımlanmaktadır.
Bu durum, işçi sınıfının ekonomik çıkarlarını temsil etmekten kültürel ve sosyal amaçları desteklemeye doğru solda yaşanan daha geniş çaplı bir değişimle bağlantılıdır. Birçok Batı ülkesinde görülebilen bu değişim, işçi sendikalarının azalan gücüyle aynı döneme denk gelmiştir. Bu durum özellikle Margaret Thatcher ve Ronald Reagan’ın özgürlüğün öncelikle serbest piyasa meselesi olduğu fikrini öne sürdüğü seksenli yıllarda İngiltere ve ABD’de geçerliydi. Fakat ırksal kimlik, feminizm ve eşcinsel özgürlüğü gibi hepsi de gerekli ve övgüye değer davalar olan kültürel politikalar, ilericiler arasında daha altmışlı yıllarda etkili olmaya başlamıştı.
ABD’deki en büyük bölünme, siyahların yurttaşlık hakları söz konusu olduğunda pek de ilerici olmayan birçok sendika üyesi tarafından desteklenen Vietnam Savaşı’ydı. O dönemin Demokratik siyaseti hakkında yazan Richard Rorty, sol liberallerin uzun süredir kapitalizmin adaletsizliklerini ve ‘bencilliğini’ ortadan kaldırmanın aynı zamanda ırk ayrımcılığının belasını da ortadan kaldıracağını varsaydığını iddia etmiştir. Gelgelelim Altmışlar boyunca sol, odağını iktisadi bencillikten toplumsal ve kültürel sadizme çevirmeye başladı. “Altmışlı yılların Yeni Sol’unun mirasçıları,” diye yazıyordu, “akademi içinde bir kültürel Sol yarattılar. Bu solun pek çok üyesi ‘farklılık siyaseti’, ‘kimlik siyaseti’ ya da ‘tanınma siyaseti’ olarak adlandırdıkları konularda uzmanlaşmıştır.” Ve işçilerin, özellikle de beyaz işçilerin çıkarları bu siyasette hiçbir zaman büyük bir yer tutmamıştır.
Sömürgecilikten duyulan suçluluk duygusunun beyaz Amerikalıların kölelikten duyduğu suçluluk duygusuna benzer bir rol oynadığı Avrupa’da, bu siyasi eğilim genellikle Üçüncü Dünyacılık biçimini aldı. Kendilerine sosyalist dedikleri sürece Batılı olmayan diktatörler idealize edildi ve dünyanın kötülüklerinden Batı emperyalizmi sorumlu tutuldu. Bu durum Mao’ya tapınma ya da bazı yanlış yönlendirilmiş çevrelerde Kamboçya’nın katil Kızıl Kmerlerine hayranlık gibi pek çok saçmalığa yol açtı.
Farklılık politikaları genellikle siyahlar, kadınlar, eşcinseller ve ayrımcılığın acısını hisseden diğerleri tarafından başlatılmıştır, ancak daha sonra beyaz elitin üyeleri tarafından benimsenmiştir. Tom Wolfe’un Leonard Bernstein’ın Kara Panterler için verdiği kokteyl partisini anlattığı ünlü ‘Radikal Şıklık’ yazısında yaptığı gibi, bunu sadece bir tür moda öğesi olarak görmek eğlenceli ama biraz da haksızlıktı. Yeni Sol’un bazı figürleri iktisadi eşitsizliklerin yanı sıra kimlik sorunlarıyla da ilgileniyordu.
Fakat solun kültürel öncelikleri ile iktisadi gündemi arasındaki mesafe doksanlı yıllarda ilericiler için ciddi bir sorun haline geldi. O zamana kadar liberal ve muhafazakâr iktisat politikaları arasındaki farklar asgari düzeye inmişti. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra liberaller arasında sosyalizm kokan ya da sosyoekonomik iyileşme için güçlü bir aktör olarak devleti içeren her şeye karşı yaygın bir hayal kırıklığı vardı. Çok az insan da emeğin gücünün yeniden canlanmasını arzuluyordu. Tony Blair’in Ticaret Bakanı Peter Mandelson’ın bir keresinde Blair’in yeni görünümlü İşçi Partisi için söylediği gibi: “İnsanların çok zengin olması konusunda son derece rahatız.”
Ilımlı muhafazakârlar gibi liberaller de küreselleşme konusunda son derece rahattı; bu, uluslararası kurumlar tarafından denetlenen bir tür sınırsız küresel ekonomiydi. Şirketler ürünlerini işgücünün en ucuz olduğu yerde üretmekte özgürdü. İlericiler çok kültürlülüğe inandıkları için, muhafazakârlar ise ülkedeki işgücü maliyetini düşürdüğü için daha zengin ülkelere göçü teşvik ediyorlardı.
Küreselleşmeden pek çok insanın faydalandığına şüphe yok – sadece şirket CEO’ları değil, profesörler, yazarlar, film yapımcıları, gazeteciler, aktörler, konferans organizatörleri, vakıf yöneticileri ve müze küratörleri, kısacası tam da Seçilmişler’i oluşturma eğiliminde olan türden insanlar. Ben de kendimi onların arasında sayıyorum. Uluslararası bir gazeteci olarak, cömert göç politikaları, bireysel girişimler ve kültürel ve mutfak hayatını zenginleştiren karma kent nüfuslarının olduğu kozmopolit bir dünyada yaşamanın faydalarını takdir ediyorum. Uluslararası ticaret anlaşmalarının genel olarak iyi bir şey olduğunu düşünüyorum ve Avrupa Birliği’ni destekliyorum.
Fakat benim gibi küreselleşmeden yararlananlar, özellikle 2008 mali krizinden bu yana, bundan herkesin kazançlı çıkmadığını görmezden gelemezler. Zengin ülkelerdeki sanayi işçileri, fabrikalar denizaşırı ülkelere taşındığında işlerini kaybettiler. Yeni göçmenler genellikle en düşük ücretli işler için zaten dezavantajlı topluluklarla rekabet etti. AB, kriz dönemlerinde Yunanistan gibi daha yoksul Avrupa ülkelerine iyi davranmadı. Bu arada, eğitimli liberaller arasında ulusal duyguları aşağılama eğilimi, daha az iyi durumda olan insanları, onlara gurur duygusu veren tek şeyden mahrum bırakmanın bir yolu olarak algılanabilir.
Çıkar çatışmalarının var olması kaçınılmazdır. Akla gelebilecek her sistem kazananlar ve kaybedenler yaratır. Fakat Seçilmişler çok sık olarak kendini beğenmiş bir ahlakçılığa başvurmaktadır. Bir tarafta tüm aydınlanmacı tutumları benimseyenler, diğer tarafta ise Barack Obama’nın sözleriyle ‘hayal kırıklıklarını açıklamak için silahlara, dine ya da kendileri gibi olmayan insanlara karşı antipatiye, göçmen karşıtlığına ya da ticaret karşıtlığına sarılan’ reform karşıtları.
Benzer bir dinamik, AB’yi eleştiren Avrupalıların ‘yabancı düşmanı’ olarak nitelendirilmesinde de görülebilir. Ya da eski mahallelerinde artık kendilerini evlerinde hissetmediklerinden şikayet eden insanlar ‘ırkçı’ olarak adlandırıldıklarında. Bazı durumlarda, hatta belki de birçok durumda, bu etiketler geçerli olabilir. Fakat belirli bir siyasi ve iktisadi düzenden fayda sağlayanlar aynı zamanda ahlaki üstünlük iddiasında bulunduklarında ve kendilerini eleştirenleri kötü günahkârlar olarak kınadıklarında, kendini beğenmişlik güçlü bir ikiyüzlülük havası taşır. Daha da kötüsü, kültürel siyasetin ahlakçılığı ve ırk, cinsiyet ve toplumsal cinsiyet üzerindeki saplantılı ısrarı, çoğu zaman çağımızın temel sorunu olan zengin ve yoksul arasındaki tehlikeli uçurumun üstünü örtmektedir.
Siyahi Marksist düşünür Adolph Reed bunu şu şekilde ifade etmiştir:
Eğer eyleme geçirilebilecek tek adaletsizlik ayrımcılıksa, o zaman iktisadi eşitsizlikten bir sorun olarak bahsetmek için artık hiçbir dayanak kalmamıştır. Bu, toplum iktisadi açıdan giderek daha eşitsiz hale geldikçe gerçekleşir.
Kültürel ve toplumsal elitlerin iyi talihimiz için özür dileme ve ahlaki referanslarımızı endişeyle onaylama eğilimi, daha az şanslı olanları desteklemek için hiçbir şey yapmıyor.
Seçilmişler yanlış sınıf savaşını yürütüyor. İlericiler, güçlü çıkar gruplarına karşı savunmasız ve korunmaya muhtaç olan tüm insanların yanında olmalıdır. Kamuya mal olmuş kişilerin ahlakına yönelik yarı Protestan takıntı, gerekli reformların yapılmasını sağlamayacaktır. Kapsayıcılığı, çeşitliliği ve ırksal adaleti olumlayan açıklamalar kulağa radikal gelse de, genellikle kamu eğitimini ve sağlık hizmetlerini iyileştirmek ya da daha fazla eşitlik yaratan vergi reformları getirmek gibi çok daha zor görevlerden uzaklaştırır. Bu çalışmalar, yoksul ve dışlanmış insanların refahı için erdem gösterilerinden çok daha fazlasını yapacaktır.
Demokratların son ara seçimlerdeki göreceli başarısı, ilerici politikacılar arasında bu konuda artan bir farkındalık olduğunu gösterdi. Yerel iktisadi sorunlara odaklanmak birçok Demokratın koltuk kazanmasına yardımcı oldu. Batı demokrasilerinin mevcut sağ popülizm ve sol ahlakçılık dalgalarının üstesinden gelme şansı var, ama Seçilmişler püriten gayretlerini yumuşatmayı öğrenebilirlerse beklentiler çok daha iyi olacaktır. Marx’a biraz daha dikkat ederek ve Luther ve Calvin’in uzun gölgelerinde biraz daha az zaman geçirerek başlayabilirler.
(*) N kelimesi: Kuzey Amerika’da kullanımı bir zamanlar aşağılayıcı/ırkçı bir ton taşıyan ‘Nigger’ [Zenci] sözcüğünün baş harfi. (ç.n.)
(**) Roundhead: İngiliz İç Savaşı’nda parlamento ve Cromwell yanlılarına verilen isim. Saç tıraşları kısa olduğu için bu şekilde (“Yuvarlak Kafa”) adlandırılmışlardır. (ç.n.)
İlginizi Çekebilir
-
Siyonistlerin kafa kesme hakkı
-
Economist: ABD daha az “woke” hale geliyor
-
Kamala Harris iktisadi programını açıkladı
-
‘Emperyalizm petrolünü çalmak için Venezuela’ya boyun eğdirmek istiyor’
-
Wolfgang Streeck: Kapitalizm evcilleştirilmelidir
-
Cezayirli boksör Khelif ve Batı’nın beyaz masumiyet sanrıları
DÜNYA BASINI
Direnişin dönüşümü: İsrail’e karşı gelişen yeni stratejiler
Yayınlanma
1 gün önce13/11/2024
Yazar
Harici.com.trAşağıda çevirisini okuyacağınız makale İsrail’in Direniş Ekseni’ne yönelik topyekun savaş stratejisinin neden başarısız olmaya mahkum olduğuna odaklanıyor. Makalede Direniş Ekseni’nin direncinin arkasındaki sebeplere ve İsrail’in stratejinin Eksen üzerindeki uzun vadeli etkilerine değiniliyor.
***
Direniş Ekseni: İsrail; İran ve müttefiklerini hafife alıyor
Renad Mansour
Hamas’ın geçen yıl 7 Ekim’de gerçekleştirdiği saldırıya karşılık İsrail hükümeti Orta Doğu’yu yeniden şekillendirmeyi amaçlayan bölgesel bir savaş başlattı. İsrail, Gazze’de Hamas’ı, Lübnan’da Hizbullah’ı, Yemen’de Husileri, Suriye’de Beşar Esad rejimini ve Irak’ta Halk Seferberlik Güçleri’nin (Haşdi Şabi) bir kısmını içeren İran’la müttefik gruplardan oluşan ve “Direniş Ekseni” olarak adlandırılan ağı özellikle hedef aldı. İsrail, Eksen’e karşı daha önceki girişimlerden çok daha büyük bir ölçekle, bu ağın siyasi, ekonomik, askeri, lojistik ve iletişim altyapısını yok etmeye çalıştı. Ayrıca Eksen’in lider kadrosuna karşı eşi benzeri görülmemiş bir kampanya başlatarak Hamas ve Hizbullah liderleri ile İran Devrim Muhafızları Ordusu’nun (DMO) bazı üst düzey komutanlarını öldürdü.
İleri teknolojiyle desteklenen ve mahalleleri, şehirleri dümdüz edip insansızlaştıran topyekûn savaş stratejisiyle desteklenen İsrail saldırısının vahşeti, Ortadoğu’daki güç dengesini önemli ölçüde değiştirecek. Ancak tüm inkâr edilemez askeri üstünlüğüne ve ABD, Birleşik Krallık ve Avrupa’dan aldığı desteğe rağmen İsrail’in Eksen’e ait örgüt ve rejimleri umduğu şekilde ortadan kaldırması pek mümkün görünmüyor. Eksen, üye gruplarının kendi devletleri ve toplumları içinde sürdürdükleri derin bağlantıları kanıtlayan bir uyum yeteneği ve esneklik gösterdi. Dahası, Eksen’i oluşturan bu ulus ötesi ilişkiler, Hamas, Hizbullah ve diğer üye örgütlerin yalnızca bağımsız devlet dışı aktörler veya silahlı isyancı gruplar olarak değil, kalıcı siyasi, ekonomik, askeri ve ideolojik ağların iç içe geçmiş düğümleri olarak anlaşılmasını gerektiriyor.
Bölgesel ve hatta bazen küresel olan bu ağlar, Eksen üyelerinin askeri darbeler, ekonomik çöküşler ve halk ayaklanmaları gibi çeşitli şoklara uyum sağlamasına olanak tanıdı. Örneğin, 2020 Ocak ayında ABD’nin İranlı General Kasım Süleymani’yi öldürmesi, ABD Başkanı Donald Trump’ın “maksimum baskı” politikasından kaynaklanan yaptırımlar ve 2019’da birçok Eksen üyesi grubun finansal hesaplarının yok olduğu Lübnan bankacılık krizi gibi ekonomik çöküşler ve çeşitli zamanlarda İran, Irak, Lübnan, Suriye ve Gazze’de Eksen’in otoritesine meydan okuyan protestolar gibi zorluklara rağmen, Eksen üyeleri ve Eksen genel olarak yerel devletlerinden, toplumlarından ve birbirlerinden aldıkları destekle ayakta kalmayı başardı.
Direniş Ekseni’nin tarihsel direnci, İsrail’in Hamas ve Hizbullah gibi grupları ortadan kaldırmakta zorlanacağını gösteriyor. Büyük olasılıkla İsrail’in topyekûn savaş stratejisi, militan grupların ve devletlerin yeteneklerini zayıflatan ve onları bir süre hayatta kalma moduna zorlayan kısa vadeli taktiksel zaferler getirmeye devam edecek. Ancak grupların toplumsal kökleriyle hesaplaşan siyasi bir çözüm bulunmazsa, Eksen muhtemelen kendisini yerel ve bölgesel düzeylerde yeniden yapılandırmak için ulus ötesi bağlantılarının yanı sıra yerel etki kaynaklarından da yararlanacak. Aslında 7 Ekim’den bu yana Eksen içindeki daha küçük gruplar, ittifaklarını güçlendirmek için bu fırsatı değerlendirdi. İsrail’in saldırılarının yükünü Hamas, Hizbullah ve DMO taşırken, Irak’taki Kataib Hizbullah ve Yemen’deki Husiler gibi gruplar bu kargaşadan yararlanarak güçlü bölgesel aktörler olarak ortaya çıktılar.
UYUM YOLUYLA DİRENİŞ
Bugün var olan Direniş Ekseni, 1980’lerde ilk kurulan ağdan önemli ölçüde farklı. O zamanlar, yeni kurulan İran İslam Cumhuriyeti, Lübnan’da Hizbullah’ı bir güç yansıtma aracı olarak kurdu ve destekledi. Amacı, “devrimi ihraç etmek” ve asimetrik caydırıcılık yoluyla İsrail gibi tehditlere karşı “ileri savunma” yapmaktı. İran bu modeli çeşitli ülkelerde stratejik olarak yeniden uyguladı. Örneğin, Hizbullah’ı kurduğu sıralarda, Saddam Hüseyin’in devrilmesi ve 2003 sonrası Irak’ta iktidarın ele geçirilmesinde rol oynayan Bedir Tugayları gibi Iraklı Şii grupları da kurdu. İran 1990’larda Filistin İslami Cihat ve Hamas gibi Filistinli grupları destekleyerek nüfuzlarının artmasına yardımcı oldu. Ve 2011 Arap ayaklanmalarının ardından İran, Suriye’de Esad’a ve Yemen’de Husilere desteğini genişleterek bölgesel ağını daha da sağlamlaştırdı.
Bu grupları temelde ayakta tutan şey, yerel yönetim rejimlerine ve toplumsal tabanlarına duydukları derin bağlılık oldu. Bu gruplar kendilerini kendi devletlerinin dokusuna öylesine yerleştirdiler ki Lübnan, Suriye, Irak, İran, Yemen ve Gazze’deki resmi hükümet başkanlarının hepsi ya Eksen’e mensup grupların üyesiydi ya da bu grupların desteğiyle seçildiler. Dahası, gruplar arasındaki ulus ötesi bağlar, şok dönemlerinde önemli bir sigorta poliçesi işlevi gördü.
1992 yılında İsrail, Hizbullah Genel Sekreteri Abbas el-Musavi’yi suikastla öldürdüğünde Eksen için erken bir sınav gerçekleşti. O dönemde büyük bir İsrail gazetesi “Hizbullah ile rahat oyun alanında çatışma dönemi sona erdi” diye ilan etti. Ancak saldırıya rağmen Hizbullah kendini yeniden yapılandırmayı başardı. Lübnan Şii topluluğunu harekete geçirerek yerel destek kazanan Hizbullah, İran’dan mali yardım, askeri eğitim ve stratejik rehberlik sağlayarak gücünü pekiştirdi. Bu sağlam destek ağı, Hizbullah’ın yalnızca toparlanmasını değil, etkisini genişletmesini de sağladı. Şura Konseyi ve Musavi’nin halefi Hasan Nasrallah’ın rehberliğinde Hizbullah sonunda 2000 yılında İsrail’i Lübnan topraklarından çıkarmayı başaracak kadar güçlendi. Bu zafer, 2006’da İsrail ile girilen ve Hizbullah’ın İsrail’e karşı direnç gösterdiği savaşla -Arap milisleri için benzeri görülmemiş bir başarı-gücünü artırdı ve Direniş Ekseni’nin yeni ve güçlü bir versiyonunun ortaya çıkmasını sağladı.
Suriye’deki Esad rejimi, iç savaş şeklinde varoluşsal bir tehditle karşı karşıya kaldığında, Eksen yeni bir sınav verdi. Başlangıçta reform isteyen rejim karşıtı protestoları, Türkiye ve Körfez ülkelerinin desteğini alan ve rejim değişikliği talep eden grupların silahlı ayaklanması takip etti. Ancak Eksen bir kez daha bu krizin üstesinden gelmesini sağlayacak şekilde uyum sağlayabildi. Esad’a kısmen Eksen’in bölge dışındaki devletlerle kurduğu önemli bağlantılar yardımcı oldu: en önemlisi, Rusya Esad’ın imdadına yetişti ve ağ için etkili bir küresel ortak haline geldi. Ancak Esad rejimi diğer Eksen üyelerinin yardımlarından da yararlandı. Süleymani’nin stratejik yönetimi altında Devrim Muhafızları Kudüs Gücü, Iraklı Şii silahlı gruplarla birlikte İran ve Irak’tan Suriye’ye malzeme, silah ve asker taşımak için hayati bir kara köprüsü inşa etmeye başladı. Hizbullah savaşçıları sonunda iç savaşın ön cephelerine konuşlandırıldı ve silahlı ayaklanmanın bastırılmasında önemli bir rol oynadı. (Yerel destekçilerinin muhalefeti nedeniyle başlangıçta Suriye’deki çatışmaya girmekte isteksiz olan Hizbullah, İran tarafından müdahaleye zorlandı). Esad hükümeti çöküşün eşiğine geldiğinde, Hizbullah rejimi korumak ve Şam’da Eksen’e düşman yeni bir rejimin ortaya çıkmasını önlemek için kararlı bir şekilde devreye girdi.
2011 ayaklanmaları aynı zamanda Husilerin Direniş Ekseni’ne resmen entegre olmasına yol açtı. Yemen Devlet Başkanı Ali Abdullah Salih’in devrilmesinin ardından İran’ın desteği, Husilerin yerel bir silahlı gruptan güçlü bir askeri kuvvete dönüşmesinde önemli bir rol oynadı. Mali yardım, ileri teknolojik silahlar ve askeri eğitim desteği sağlayan İran, Husilerin operasyonel yeteneklerini artırmasına yardımcı oldu. Bu destek ve yerel tabanları sayesinde Husiler, 2014’te Yemen’in başkenti Sana’yı ele geçirip Suudi Arabistan liderliğindeki koalisyona karşı hakimiyetlerini korumayı başardılar.
Direniş Ekseni, askeri saldırıların yanı sıra yaptırımlar şeklinde ekonomik saldırılara da maruz kaldı. Bu yüzyılın ilk yıllarında İran’ın nükleer emelleri ve artan nüfuzu, ABD öncülüğündeki uluslararası koalisyonu, İran’a ve Eksen içindeki müttefiklerine karşı yeni yaptırımlar uygulamaya sevk etti. Yaptırımlar, Trump’ın İran nükleer anlaşmasından vazgeçtiği ve maksimum baskı kampanyasını başlattığı 2018’de büyük ölçüde arttı. Bu baskı kısmen İran’ın petrol ihracatını sıfıra indirmeyi ve böylece rejimi önemli bir gelir kaynağından mahrum bırakmayı amaçlıyordu. Yaptırımlar İran’ın ekonomisini harap etti ama rejimin petrol ticaretini durdurmadı. Tahran bunun yerine petrolünü gayrı resmi piyasalar aracılığıyla satmanın yollarını buldu. Direniş Ekseni’ndeki müttefiklerinin yardımıyla İran, bu pazarları enerji ticareti, askeri operasyonlarının finansmanı ve ABD dolarına erişim için kullandı. Örneğin Irak’ta İran Eksen’deki diğer gruplarla işbirliği yaparak İran petrolünü bu ülke petrolüyle birleştirip Asya ülkelerine sattı. Bu ticaretten elde edilen gelir, İran’ın silah satın alıp bunları bölge genelindeki müttefiklerine göndermesine olanak sağladı. Ayrıca Eksen’e, Çinli petrol alıcıları gibi yeni küresel bağlantılar kazandırdı.
Direniş Ekseni’nin İsrail’in 7 Ekim sonrası Hamas ve Hizbullah’a karşı başlattığı saldırıdan önce karşılaştığı son büyük zorluk Süleymani’nin Ocak 2020’de ABD tarafından öldürülmesiydi. Süleymani Eksen’in kurulmasına yardımcı olmuştu ve fiili lideri olarak üstlendiği rolün yanı sıra yukarıdan aşağıya komuta tarzı, ölümünün İran ve müttefikleri için büyük bir gerileme olduğu anlamına geliyordu. Saldırı Eksen’de şok etkisi yaratmış olsa da -Irak’taki eksen üyesi gruplar yeraltına çekildi- sonuçta Eksen ciddi tehditlerle başa çıkma konusundaki uyum yeteneğini gösterdi.
Süleymani’nin ölümünden sonra Eksen yukarıdan aşağıya İran güdümlü bir ağdan yatay olarak daha entegre bir ittifaka dönüştü. İran Eksen’in stratejik yönünü belirlemede önemli bir rol oynamaya devam etti. Ancak yeni yapı diğer üyelere daha fazla özerklik ve hem Tahran’la hem de birbirleriyle daha bağımsız etkileşim imkânı tanıdı. Yeniden şekillenen Eksen’de Hizbullah’ın lideri Nasrallah önemli bir aracı haline geldi: Süleymani’nin halefi İsmail Kani’ye düzenli olarak stratejik rehberlik sağladı. Kaani, Eksen’i daha resmi ve tutarlı bir kuruma dönüştürmeyi, üyelerini daha fazla kontrol sahibi olmaları ve eşitler olarak faaliyet göstermeleri için güçlendirmeyi amaçladı. (Kani’nin ne Süleymani’nin köklü kişisel bağlantılarına ne de Nasrallah’ın rehberliğini daha da önemli kılan Arapça yeterliliğine sahip olmaması bu hedefe biraz da istemeden yardımcı oldu).
Örneğin Irak’ta Nasrallah ve temsilcisi Muhammed el-Kevserani, Bağdat hükümetinin kilit danışmanları olarak ortaya çıktılar. Süleymani’nin suikastından birkaç ay önce patlak veren ve göstericilerin 2003 sonrası İran müttefiki yönetim rejimine son verilmesini talep ettiği Ekim Ayaklanmasının bastırılmasına yardımcı oldular. Nasrallah ve Kevserani halkın protestolarına karşı rejimi güçlendirmeye yardımcı oldular. Bu dönemde Kevserani ayrıca Hizbullah’ın Irak’taki ekonomik çıkarlarını önemli ölçüde genişleterek Süleymani’nin ölümüyle oluşan boşluğu doldurdu. Bu değişiklikler, her ne kadar olumsuz bir şoktan kaynaklansa da Eksen’i bir kez daha yeniden şekillendirdi.
İSRAİL’İN TOPYEKÛN SAVAŞINA YANIT
Direniş Ekseni’ne önceki tehditler, İsrail’in 7 Ekim saldırısına yanıt olarak başlattığı topyekûn savaşla kıyaslanamaz. Ancak daha önce olduğu gibi, Eksen hayatta kalmak için uyum sağlamak zorunda kaldı. Özellikle de daha yatay bir komuta yapısına geçmeye devam etti ve ulus ötesi bağlantılarını daha da sıkılaştırdı.
İsrail’in Hamas ve Hizbullah’a karşı savaşı, önceki çatışmalardan çok daha büyük ölçüde, Husiler ve kökleri 1980’lerin Bedir Tugayı’na dayanan ve şu anda Irak’taki Haşdi Şabi ile bağlantılı olan Kataib Hizbullah gibi Eksen içindeki diğer müttefiklerin güçlü tepkisini çekti. Daha önce bu gruplar Orta Doğu’daki çatışmalarda daha geniş dinamiklerin periferisinde yer alıyordu. Ancak geçen yıl içinde hem özerkliklerini hem de bölgesel etkilerini derinleştirdiler.
Örneğin Husiler ilk kez anti-gemi balistik füzelerini kullanarak deniz ticaretini kesintiye uğratmayı başardılar. Kızıldeniz’den geçen gemilere saldırarak nakliye şirketlerini Afrika’nın etrafından dolaşmaya zorladılar ve bu da dünya çapında enerji, gıda ve tüketim mallarının maliyetlerin artmasına ve gecikmelere yol açtı.
Kataib Hizbullah; Hamas ve Hizbullah saldırıya uğradıkça, bölgesel arenada daha fazla yer almak ve nüfuz kazanmak için adımlar attı. Örgüt, İran’ın vekili olduğu yönündeki yaygın kanılara meydan okuyan bir hareketle Ocak 2024’te Ürdün-Suriye sınırında Kule 22 olarak bilinen ABD askeri karakoluna düzenlediği saldırıda üç ABD askerini öldürdü. Bu eylem, DMO’nun itirazlarına rağmen gerçekleştirildi ve ardından DMO, Kataib Hizbullah’tan ateşkese uymalarını istedi. Saldırı, Eksen’deki üyelerin daha özerk ve inisiyatif sahibi bir karar alma süreciyle hareket ettiğini gösteren yeni yapıyı gözler önüne serdi.
7 Ekim sonrası yeniden yapılanma, Direniş Ekseni’nin bazı üyeleri arasında daha yakın bağlar kurulmasını da teşvik etti. Husiler birkaç yıl boyunca Bağdat’ta tek bir temsilci ile Irak’ta sadece sembolik olarak varlık gösterdiler. Ancak İsrail’in Hamas ve Hizbullah’a yönelik saldırılarına karşılık olarak Husiler Haşdi Şabi ile işbirliğini derinleştirdi. Bu yoğun işbirliği silah paylaşımı ve ortak operasyonlarda artışa neden oldu ve İsrail’e yönelik saldırı kapasitesinin güçlenmesini sağladı.
Eksen üyeleri, Nasrallah’ın Eylül’deki suikastından sonra sınır ötesinde daha güçlü bir dayanışma gösterdi. Onun ölümünün ardından, Hizbullah’ın elitleri ve aileleri, Esad’ın desteğiyle Suriye üzerinden karayoluyla güney Irak’a göç etti. Süleymani’nin ölümünden sonra Hizbullah Irak’taki ticari faaliyetlerini artırdığı ve altyapı, arazi ve konut komplekslerine yatırım yaptığı için hızla yerleşecek yer buldular. Bu ekonomik bağlantılar Hizbullah’ın elitlerinin Lübnan’da doğrudan ateş hattından uzaklaşmasını sağlarken gelir elde etmeye de devam etmelerini sağladı. Bir kez daha, Eksen’in ulus ötesi bağlantıları, derin zorlukların yaşandığı bir dönemde üyeleri için çok önemli bir can simidi oldu.
HESAP VEREBİLİRLİK İHTİYACI
İsrail elbette Direniş Ekseni’nin ulus ötesi doğasının farkında. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu hükümetinin 7 Ekim’e cevaben sadece Hamas’a değil Hizbullah, İran, Esad rejimi ve diğer Eksen üyelerine karşı da farklı yoğunluklarda saldırılar içeren topyekûn savaş stratejisini başlatması tam da bu anlayıştan kaynaklanıyor. Ancak son bir yıldaki eylemleri İsrail’in bu ağın direncini ve uluslararası hukuka uymasa bile bir askeri çözümün diğer ülkelerde toplumsal bir değişim sağlayabileceğini stratejik olarak hafife aldığını ortaya gösteriyor. Geçen yıl, ağın anlamlı ölçüde askeri ve ekonomik zorluklara hala uyum sağlayabildiğini kanıtladı. Üye grupların birçoğu bu yoğun çatışma döneminde yeraltında ya da evlerine yakın kalmaya devam edecek olsa da yine de yerel destekten, ağın bölgedeki diğer üyelerinden ve Rusya ve Çin gibi küresel müttefiklerden yararlanmaya devam edecekler. Ağı tamamen ortadan kaldırmak imkânsız bir görev ve muhtemelen en azından grupların yerleştiği her yerde yıkım, işgal ve yeni devletlerin kurulmasını gerektirir. Uluslararası Ceza Mahkemesi ve BM nezdinde savaş suçlarıyla itham edilen İsrail gibi bir ülke için bu tür bir çaba, kilit müttefiklerin ve uluslararası toplumun tepkisini çekecektir.
Tarih, İsrail’in askeri eylemlerinin, özellikle de bu eylemler kendi toprakları dışında yapıldığında, kapsamlı bir siyasi çözüm olmaksızın başarıya ulaşmasının pek olası olmadığını gösteriyor. İsrail’in yürüttüğü saldırılar, muhtemelen daha da istikrarsız ve gerçek barışın uzak bir olasılık olduğu bir Orta Doğu yaratacak.
Birleşmiş Milletler ve insan hakları örgütleri tarafından kınanan İsrail’in sivillere yönelik katliamları sivil toplum için yıkıcı oldu ve Eksen grupları tarafından direniş ideolojilerini beslemek için kullanılıyor. İronik bir şekilde, İran, Irak, Lübnan ve Suriye’deki halklar artık Eksen gruplarının kendi günlük hayatlarını yönetirken hesap verebilirlik talep etmelerini veya reform istemeleri çok daha zor. İsrail’in topyekûn savaşının uzun vadedeki en büyük mağdurları, Eksen üyeleri değil bu siviller olacak.
Bu nedenle, uluslararası aktörler İsrail’in acımasız stratejisini desteklemek yerine, Gazze ve Lübnan’daki kanlı savaşları durduracak bir ateşkesle başlayacak siyasi bir çözüm bulmalı. Bir sonraki adım, bölgedeki güç dinamiklerinin gerçek doğasını dikkate alan daha geniş bir çözümü müzakere etmek üzere eksenle bağlantılı hükümetleri bir araya getirmek olmalı. Böylesi kapsayıcı bir yaklaşım olmaksızın, Orta Doğu’daki bölgesel çatışmalar gelecek nesillerin zararına olacak şekilde devam etmeye mahkumdur.
DÜNYA BASINI
Batı, BRICS, Donald Trump ve Alman basınının sefaleti
Yayınlanma
1 gün önce13/11/2024
Yazar
Harici.com.trEditörün notu: Kazan’da gerçekleşen BRICS+ Zirvesi’ne Batı dışından birçok ülke katıldı ve Alman basını bu zirveye taraflı ve negatif bir yaklaşımla yoğun ilgi gösterdi. Zirveye katılan BM Genel Sekreteri António Guterres, Batı medyasında eleştirilere hedef oldu; hatta görevden alınması istendi. Bu tepkiler, Batı’nın BM’yi kendi “mülkü” olarak görme anlayışını ortaya koyuyor. Dr. Alexander S. Neu, NachDenkSeiten portalında yayımlanan ayrıntılı makalesinde, ABD’de Donald Trump’ın başkanlık seçimlerini kazanmasıyla Avrupa’nın geleceğine yönelik kaygılara değiniyor. Trump’ın başkanlığı, ABD-Avrupa ilişkilerini zayıflatabilir, Batı’nın küresel egemenliğini sorgulatabilir. Neu, Avrupa’nın bu gelişmelere hazırlıksız olduğunu ve Almanya’nın stratejik değişime gitmesi gerektiğini vurguluyor.
Batı, BRICS, Donald Trump ve Alman basınının sefaleti
Alexander Neu, NachDenkSeiten
11 Kasım 2024
Ekim ayının sonunda Kazan/Rusya’da 16. BRICS+ Zirvesi gerçekleşti. Zirveye, Batı dışındaki 36 ülke katıldı; aralarında üyelik başvurusunda bulunmak isteyen pek çok ülke de vardı. Alman basınında bu zirve hakkında her zamankinden daha yoğun bir şekilde haber yapıldı.
Ne yazık ki, bu haberlerin büyük bir kısmı, artık adeta standart hale geldiği üzere, tarafsızlıktan oldukça uzaktı. Zirvenin Rusya’da, Rusya Devlet Başkanı’nın himayesinde yapılması ve Putin’in bu etkinliği Batı’nın “sözde tecridi” göstermek için kullanması, BRICS’in yine otokratlar cemiyeti olarak kötülenmesi için yeterli bir sebep olarak görüldü.
Zirveye Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri António Guterres de katıldığında ise, Alman medya dünyasında deyim yerindeyse tam anlamıyla bir “kıyamet koptu”.
Yorumlar, BM Genel Sekreteri’ne yönelik en ağır hakaretlerden görevden alınması taleplerine kadar uzandı. Hatta Almanya’nın BM’ye yaptığı mali yardımları azaltması, tamamen kesmesi ya da doğrudan BM’den çekilmesi gerektiği gibi öneriler bile gündeme geldi.
Bu öfke patlaması, Alman basını ve bazı Alman siyasetçilerin BM’ye ve BM’nin temsil ettiği uluslararası hukuk anlayışına bakışını açıkça gözler önüne serdi. Bir zamanlar gerçekten sol bir yayın organı olan ama artık tamamen ahlaki yargılarla dolup taşan TAZ gazetesi, zirveye dair bir yorumunda bu bakışı net bir şekilde özetledi: “Guterres, Birleşmiş Milletler’i itibarsızlaştırıyor; BM Genel Sekreteri, Putin’in davetini kabul etti ve onunla kameralar karşısında sakin bir şekilde poz verdi. Böylece Batı’ya ihanet etmiş oldu.”
Yazının devamında da şöyle deniyordu: “Kazan’da Batı’ya gösterişli bir şekilde kapı gösteriliyor. Ve oradaki tek Batılı temsilci buna sessiz kalıyor.”
Yani şöyle bir sonuç çıkarabiliriz: António Guterres, BM Genel Sekreteri olarak sadece dünya çapında bir organizasyon olan BM’yi değil, yalnızca “Batı’nın bir temsilcisi” olarak görülüyor.
BRICS Zirvesi’ne katılmasıyla, Guterres “Batı’nın bir temsilcisi” olarak “Batı’ya ihanet etmiş” ve bu nedenle dünya organizasyonunun –ki bu organizasyon anlaşılan o ki Batı’nın mülkü sayılıyor– itibarını sarsmış oluyor. TAZ‘ın uluslararası politika ve uluslararası hukuk konusundaki anlayışı işte bu kadar.
Tesadüf mü bilinmez, ancak TAZ‘ın ve muhtemelen yalnızca onun değil, pek çok Batılı ana akım medya kuruluşunun, siyasi elitlerin ve hatta bazı Batılı STK’ların BM ve onun alt kuruluşlarına “Batı’nın mülkü” gibi yaklaşması, Batı dışındaki ülkeler tarafından da aynı şekilde algılanıyor. Batı dışındaki bu algı ve yaşanan deneyimler, BRICS+ gibi birliğin ve Şanghay İşbirliği Örgütü gibi başka ittifakların kurulmasının en önemli motivasyon kaynaklarından birini oluşturuyor.
BRICS+: Kuruluş motivasyonu nedir?
Batı dışındaki ülkeler, yüzyıllardır süregelen Batı merkezli dünya düzenini ve uluslararası ilişkilerde öncelikle Batı’nın çıkarlarına hizmet eden kurumları ve yapıları giderek daha az kabul ediyor. “Diğer” ülkelerin bu düzene karşı tepkisi her geçen gün daha belirgin ve kendine güvenli hale geliyor. Birleşmiş Milletler ve onun bazı özel kuruluşları, özellikle de merkezi Washington D.C.’de (ABD) bulunan Dünya Bankası ve IMF gibi yapıların kapsamlı bir reforma tabi tutulması ihtiyacı uzun zamandır gündemde.
Bu reformlar, değişen güç dengelerine uygun bir dünya düzeni oluşturmak için artık kaçınılmaz. Örneğin, BM Güvenlik Konseyi’nin yapısı ve yetkileri ile BM Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyi arasındaki ilişkiler göz önüne alındığında, bu güç dengelerindeki değişiklikleri yansıtacak büyük bir reform potansiyeli bulunuyor. Fakat bu reformların gerçekleşmemesinin sebebi yalnızca Batı’nın üç Daimî Güvenlik Konseyi üyesi (ABD, Fransa ve Birleşik Krallık) değil. Batı dışındaki iki üye (Çin ve Rusya) da küresel Güney ile dayanışma söylemlerine rağmen, kendi ayrıcalıklarının tehlikeye girmesini istemiyor.
Reformları engelleme motivasyonları, Daimî Güvenlik Konseyi üyelerinin farklı çıkarları kadar çeşitli. Bu çıkar çatışmaları yüzünden oluşan reform tıkanıklığı ve neredeyse tüm Güvenlik Konseyi üyeleri tarafından sürdürülen hukuksuz yaklaşımlar nedeniyle BM ve özel kuruluşlarının itibarı ciddi anlamda zedelenmiş durumda.
Küresel Güney açısından, Batı’nın hâkimiyetine uygun şekilde şekillendirilmiş bu küresel kurumların ve yapıların böyle devam etmesi artık kabul edilebilir değil; dolayısıyla alternatifler aranıyor. İşte bu noktada, Batı’nın temsil edilmediği yeni bölgesel yönetim organizasyonları ortaya çıkıyor.
Bu bölgeler içi ve bölgeler arası organizasyonlar ve ittifaklar, Batı’nın egemen olduğu küresel yönetim organizasyonlarının yerini alarak uluslararası politikayı bölgesel ve hatta bölgeler arası düzeyde şekillendirme iddiası taşıyor.
Bunun mantıksal sonucu, dünyada kurumsallaşmış bir bölünmenin ortaya çıkması oluyor: Bölgesel ve bölgeler arası yönetim organizasyonları, küresel organizasyonların ve onların alt kuruluşlarının yerini kademeli olarak alıyor.
BRICS+ nedir? Yapısı ve temel veriler
BRICS+ her ne kadar Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) gibi resmi bir organizasyon olmasa da yani kendine ait sabit bir organizasyon yapısına ve kurumsal bir merkezine sahip olmasa da yalnızca işbirliği yapan bir ülkeler grubu olarak bile önemini küçümsememek gerekiyor.
Üye ülkelerin başkentlerinde dönüşümlü olarak yapılan yıllık zirve toplantıları, hükümetlerin bu ülkeler birliğine büyük bir siyasi önem atfettiğinin önemli bir göstergesi.
BRICS ittifakı, 2006 yılında kuruldu ve kurucu üyeleri Brezilya (B), Rusya (R), Hindistan (I) ve Çin (C) idi, yani BRIC olarak anılıyordu. 2010’da Güney Afrika’nın (S) katılmasıyla BRICS’e dönüştü; böylece ağırlıklı olarak Asya kıtasından (Çin, Rusya ve Hindistan) ve Latin Amerika’dan (Brezilya) temsil edilen bu ittifakta Afrika kıtası da yer alarak, gerçekten bölgeler arası bir ittifak niteliği kazandı.
Bu ülkeler, yükselen pazar ekonomilerine sahip gelişmekte olan ülkeler olarak tanımlanıyor. 2023’te Güney Afrika’daki BRICS Zirvesi’nde 23 ülke üyelik başvurusu yaptı. Ancak zirvede, genişlemeyi derinleşme pahasına hızlandırmamak amacıyla yalnızca altı ülke, 2024 başında üye olmak üzere davet edildi: Mısır, Arjantin, Etiyopya, İran, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri.
Fakat davet edilen bu ülkelerden yalnızca dördü fiilen katılım sağladı; Arjantin ve Suudi Arabistan çeşitli nedenlerle üyelik süreçlerini ilerletmedi. Bu nedenle, BRICS ismine yeni üyelerin baş harflerini eklemek yerine pratik bir çözüm olarak “Plus” ifadesi tercih edildi ve BRICSplus ya da BRICS+ şeklinde anılmaya başlandı.
BRICS+ ülkeleri, Statista verilerine göre dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 45’ini (G7 ülkeleri ise dünya nüfusunun yalnızca yüzde 10’una yakın) ve küresel Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’nın (GSYİH) yüzde 35’ten fazlasını (G7 ülkeleri yaklaşık yüzde 30’unu) temsil ediyor.
BRICS ülkeleri, 2014 yılında, gelişmekte olan ülkelerin talep ettiği etki alanındaki reformların IMF tarafından yavaşlatılmasına yanıt olarak, Çin’de merkezi bulunan alternatif bir “Kalkınma Bankası” ve “Para Fonu” kurmaya karar verdiler.
Sonuç olarak ister bölgesel ister bölgeler arası faaliyet gösteren yönetim organizasyonları olsun, küresel güvenlik sorunlarına dair kararlar alması gereken BM’nin dışında hareket etmeye başlamış durumda.
BM Şartı’na göre (Bölüm 8, Madde 52), askeri önlemler alınmadığı sürece bu durum aslında yasal bir zemine de sahip. Ancak, 1999’dan itibaren BM yetkisi olmaksızın askeri müdahalelerin keyfi olarak yapılması da sıkça görülmeye başlandı.
AB ve NATO, kendilerini küresel güvenliğin koruyucusu olarak ilan eden ve bu rolü üstlenirken dünyanın geri kalanından herhangi bir meşruiyet talep etmeyen, en etkili bölgesel yönetim organizasyonları olarak öne çıkıyor.
Adeta, felç olmuş BM’nin yerine geçmesi gereken kolektif güvenlik sistemleri olduklarını ileri sürerek kendilerini bir tür “alternatif BM” olarak tanımlıyorlar. Ancak, bunu yalnızca kendi çıkarlarına hizmet ettiği sürece yapıyorlar, zira kısıtlı finansal ve askeri kaynakları verimli kullanmak gerekiyor.
Bu yaklaşımın en çarpıcı örneklerinden biri, NATO’nun 1999’da Yugoslavya’ya karşı yürüttüğü gayri meşru müdahale ile BM’yi etkisiz bir gözlemci konumuna indirmesidir.
ABD liderliğindeki “Gönüllüler Koalisyonu” tarafından gerçekleştirilen Irak Savaşı ise BM’nin bu dışlanmışlığını kalıcı hale getirdi. Aynı şekilde, AB de kendisini yalnızca üye ülkeleriyle sınırlı kalmayan bir güç olarak görüyor ve bu doğrultuda politika yürütüyor.
Örneğin, Avrupa Komşuluk Politikası olarak adlandırılan ve AB’nin çeperindeki ülkelere nüfuz etmeyi amaçlayan proje, süslü bir dil kullanılsa da aslında net bir güç politikası örneği teşkil ediyor. Alman Federal Meclisi Savunma Komisyonunda Dışişleri Bakanlığı’ndan bir yetkilinin, bu projenin gerçek niyetini gizlemeksizin “AB’nin, Akdeniz’in güneyine artık daha fazla dikkat göstermesi gerektiğini” ifade ettiği bir demeci hâlâ aklımda. Bu “dikkatin” insani yardım programlarını değil, daha çok güç projeksiyonunu hedeflediği, konuşmanın bağlamından net bir şekilde anlaşılıyordu.
Benzer şekilde, Rusya da Batı’nın uluslararası hukuku kendi keyfine göre kullanma anlayışını benimseyerek, aynı tavrı sergilemeye başladı. 2008 yılında Gürcistan’ın ayrılıkçı bölgeleri Güney Osetya ve Abhazya’nın diplomatik olarak tanınması ve son dönemde de Ukrayna’nın doğusundaki bölgelerin zorla ilhak edilmesi bu duruma örnek teşkil ediyor.
Batı’nın tek taraflı olarak “geliştirdiği” uluslararası hukuk, yani devletlerin tam egemenliği ve toprak bütünlüğü gibi küresel istikrarın temel ilkelerinin, Batı’nın çıkarlarına uymadığı sürece Batı dışındaki ülkelere karşı ihlal edilebilir hale gelmesi, beklenmedik sonuçlar doğurdu.
Batı’nın, Yugoslavya’nın toprak bütünlüğü ve egemenliğini ihlal ederek dış müdahale yoluyla kendi kaderini tayin hakkını ön plana çıkarması, bugün bumerang gibi Batı’ya geri dönüyor; Ukrayna ve Gürcistan örneklerinde olduğu gibi.
Elbette Batı’daki “stratejik düşünürler” –sadece onlar– Yugoslavya’nın durumu ile Gürcistan ve Ukrayna’nın yaşadığı toprak kayıpları arasında herhangi bir hukuki bağlantıyı reddediyor. Ancak, Batı dışındaki ülkelerde bu olaylara ilişkin algı son derece farklı.
BRICS+: ‘Batı’ya karşı’ mı yoksa sadece ‘Batı dışında’ mı?
Batılı siyaset çevrelerinde ve medya kuruluşlarında, BRICS’’ın Batı’ya karşı bir oluşum olduğu yönünde spekülasyonlar yapılıyor, hatta bu iddialar kesin bir gerçekmiş gibi sunuluyor. Ancak bu iddiaların sağlam bir temele dayandığı söylenemez; ne BRICS+ üye ülkelerinin açıklamaları ne de zirvelerden çıkan bildiriler böyle bir amaç güttüğüne dair güvenilir kanıtlar sunuyor.
BRICS+’ın Batı’ya karşı bir yapı olarak yorumlanabilmesi ancak, bu ülkelerin Batı’nın küresel hakimiyet iddiasından bağımsız hareket etmelerini “Batı’ya karşı” bir duruş olarak görmekle mümkün olur. Bu durum, Batı’nın katılmadığı ittifaklar ve çok taraflı toplantılar, Amerikan doları yerine alternatif para birimlerinin kullanılmasına dönük adımlar, Batı’nın üçüncü ülkelere yönelik tek taraflı yaptırımlarına dahil olmama, bu yaptırımları görmezden gelme ya da dolambaçlı yollarla aşma çabaları ve Batı dışındaki ülkelerin askeri işbirlikleri gibi unsurları kapsıyor.
Sahiden de Almanya ve Batı kamuoyuna, BM Şartı’nda güvence altına alınan ülkelerin özgür ve egemen bir şekilde gelişme hakkı “Batı’ya karşı bir hareket” olarak mı sunulmak isteniyor? Bu tuhaf bakış açısı Berlin, Paris, Brüksel ve Washington’da gerçekten hâkimse ve politika belirleyici bir etkiye sahipse, kaçınılmaz olan çok kutuplu dünya düzenine giden yolda zaten halihazırda var olan gerilimler daha fazla çatışma ve zorbalığa yol açabilir.
Özellikle de Donald Trump’ın ABD’deki seçim zaferinin ardından, Almanya ve Avrupa Birliği’nin jeopolitik ve jeoekonomik doktrinlerini ve varsayımlarını köklü bir şekilde gözden geçirmesi artık elzem hale gelmiştir.
Yeni ve eski Donald Trump: Avrupa içim muhtemel sonuçlar
Batı, artık dünyayı ne iktisadi ne askeri ne de demografik açıdan 1990’lar ve 2000’lerdeki gibi mutlak bir şekilde domine edemiyor. Bu güç unsurları her yıl Batı, Avrupa ve Almanya aleyhine zayıflıyor. Bu yüzden, dış politika, dış iktisadi ilişkiler, güvenlik, jeopolitik ve jeoekonomi alanlarında akıllıca bir yeniden yapılanmaya gitmek artık acil bir ihtiyaç.
Bu, değer temelli politikaların ötesine geçerek, reel politik bakış açısıyla stratejik kararlar almayı gerektiriyor. Ancak, önümüzdeki aylarda bu farkındalığın olgunlaşmasını beklemek muhtemelen iyimser bir düşünce.
Siyasette söz sahibi olan “uzmanların” aklına gelen tek çözüm ise basit bir şekilde silahlanmak. Berlin, önümüzdeki aylarda ulusal ve uluslararası krizlerin gerçek zorlukları yerine yeniden seçim ve seçim kampanyası konularına odaklanacak.
Avrupa’nın geri kalanında da pek bir değişiklik olması beklenmiyor. Çünkü Avrupa’daki elitler, adeta tavşanın yılan karşısında donup kalması gibi, gözlerini ABD Başkanı Donald Trump’a dikecek. Bu sırada, transatlantik dünyanın güç potansiyeli daha da azalacak.
ABD, güç kapasitesini bir miktar düşmüş olsa da küresel bir büyük güç –belki de en güçlü büyük güç– seviyesinde korumaya devam edecek ama artık süper güç konumunda olmayacak. Avrupa, AB ve Almanya ise bunu başaramıyor; zira gerçekçi politikalar ve stratejik yetkinlikler konusunda yetersizler. AB’nin, istekler ve zafer umutları yerine, gerçekçi bir analizle Ukrayna-Rusya savaşı için bir ateşkes ya da barış çözümüne bile öncülük edememesi, AB’nin düşen güç potansiyelinin kayda değer bir göstergesi.
Avrupa’nın, AB’nin ve Almanya’nın kendi kendine yarattığı egemenlik eksikliği, yeni ABD Başkanı Trump’ın muhtemelen gerçekçilik temelli bir ateşkes ve hatta sürdürülebilir bir barış çözümü önermesine yol açabilir. Eğer ABD ve Rusya, Avrupa’nın dışında, Ukrayna konusunda bir anlaşmaya varırsa –ki bu ihtimal oldukça yüksek– Avrupa ve AB, son derece utanç verici bir duruma düşecek. Böyle bir ABD-Rusya anlaşmasının sonuçlarını ve yükünü AB ve Avrupa, istemese bile kabullenmek zorunda kalacak.
Ukrayna meselesinin ötesinde, yeni ABD Başkanının küresel değişim sürecini nasıl etkileyeceği de önemli bir soru.
Donald Trump, ABD’yi abartılı güç iddiaları ve belki de askeri araçları kullanarak bir çıkmaza mı sürükleyecek? Yoksa gerekirse AB’yi devre dışı bırakarak veya hatta AB’ye karşı bir politika izleyerek diğer büyük güçlerle anlaşma politikası –yani siyasi pazarlıklar– mı yapacak? Bu, en azından değişen küresel güç dengelerini belli bir ölçüde kabul eden bir yaklaşım olur.
Bu durumda, 21. yüzyıl dünya siyasetinde, 19. yüzyılın ilk yarısında Avrupa’da görülen büyük güçler dengesi anlayışının bir tür yeniden canlanması mümkün mü? Üstelik belki de Avrupa’nın dışında kalarak? Önümüzdeki yıllarda ve on yıllarda yaşanabilecek gelişmelerin yelpazesi oldukça geniş.
En azından Donald Trump, seçim zaferi büyük oranda kesinleştiğinde, destekçilerine dünyanın geri kalanı için oldukça önemli bir mesaj verdi: “Savaş başlatmayacağım, savaşları sona erdireceğim.” Gerçek sınav ise henüz ortada. Batı dışındaki ülkeler, yeni ABD yönetiminin diplomatik girişimlerini büyük bir merakla izleyecek gibi görünüyor.
Çevirmenin notu: ABD’nin yeni başkanı Donald Trump’ın eklektik fikirlerinin olması, hiçbir ideoloji olmadığı anlamına gelmiyor. “Çılgın” ve “irrasyonel” olarak damgalanan Trump’ın birbirini besleyen dört ideolojik kaynağı olduğunu savunan iktisatçı Branko Milanovic, bunları merkantilizm, özel sektöre/kâr amaçlı faaliyetlere güven, göçmen karşıtı milliyetçilik ve ABD’nin “kendisi için bir ulus” olduğuna ilişkin inanç olarak sıralıyor. Milanovic’in Trump’tan “antiemperyalist bir milliyetçilik” beklentisi gerçeklerle uyuşmayabilir veya Çin’in Trump’ın şantajını kabul ederek “daha az satıp daha çok almayı” neden kabul edeceği bir muamma; bununla birlikte, Trump ve benzeri figürlerin kolayca “faşist” veya “popülist” olarak nitelendirilemeyeceğine ilişkin vurgusu yerinde görünüyor. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.
Donald J. Trump’ın ideolojisi
Branko Milanovic
Global Inequality and More 3.0
12 Kasım 2024
Donald J. Trump’ın bir ideolojisi var mı ve bu ideoloji nedir? Sorunun ilk kısmı gereksiz: her bireyin bir ideolojisi vardır ve eğer bir ideolojiye sahip olmadıklarını düşünüyorsak, bunun nedeni çeşitli ideolojik çerçevelerden toplanan parçaların yeniden düzenlenmiş bir karışımını temsil etmesi ve bu nedenle bir isim koymanın zor olmasıdır. Fakat bu ideoloji olmadığı anlamına gelmez. İkinci kısım milyon dolarlık bir sorudur çünkü Donald J. Trump’ın ideolojisini bir araya getirebilseydik, önümüzdeki dört yıl boyunca yönetiminin nasıl görünebileceğini tahmin edebilir veya öngörebilirdik (oynaklık unsuru yüksektir).
Çoğu insanın Trump’ın ideolojisi hakkında tutarlı bir argüman ortaya koyamamasının nedeni, ya nefret ya da hayranlıktan gözlerinin kör olması ya da onda gözlemledikleri şeyi, alışkın oldukları ve üzerinde bir isim bulunan ideolojik bir çerçeveye oturtamamalarıdır.
Soruyu yanıtlamaya çalışmadan önce, Trump’a yakıştırılan ve bana göre tamamen yanlış olan iki sıfatı bir kenara bırakmama izin verin: faşist ve popülist. Eğer faşist bir hakaret terimi olarak kullanılıyorsa, bunda bir sorun yok ve bunu özgürce kullanabiliriz. Kimsenin umurunda değil. Fakat Trump’ın inançlarına ilişkin rasyonel bir tartışmada bir terim olarak kullanılması yanlıştır. Bir ideoloji olarak faşizm (i) dışlayıcı milliyetçilik, (ii) liderin yüceltilmesi, (iii) bireylerin ve özel sektörün aksine devletin gücüne vurgu, (iv) çok partili sistemin reddi, (v) korporatist yönetim, (vi) toplumun sınıf yapısının üniter milliyetçilikle değiştirilmesi ve (vii) partiye, devlete ve lidere yarı dini bir tapınma anlamına gelir. Trump’ın inandığı ya da empoze etmek istediği şeylerle neredeyse hiçbir ilişkisi olmadığını göstermek için bu unsurların her birini tek tek tartışmama gerek yok.
Aynı şekilde, “popülist” terimi de son zamanlarda kötüye kullanılan bir terim haline geldi ve daha iyi tanımlanması için yapılan bazı (bence oldukça başarısız) girişimlere rağmen, aslında seçimleri kazanan ama bunu “bizim” hoşlanmadığımız bir platformda yapan liderleri ifade ediyor. O zaman bu terim anlamsız hale geliyor.
Trump’ın önceki dört yıllık iktidarı sırasında gözümüze çarpan ideolojisinin bileşenleri nelerdir?
Merkantilizm. Merkantilizm, iktisadi faaliyeti ve özellikle de devletler arasındaki mal ve hizmet ticaretini sıfır toplamlı bir oyun olarak gören eski ve kutsal bir doktrindir. Tarihsel olarak, zenginliğin altın ve gümüş olduğu bir dünya ile birlikte gitmiştir. Altın ve gümüş miktarının sınırlı olduğunu kabul ederseniz, daha fazla altın ve gümüşe (diğer tüm mallardan bağımsız olarak) sahip olan devletin ve liderinin daha güçlü olduğu açıktır. Dünya 17. yüzyıldan bu yana gelişti ama pek çok insan hâlâ merkantilist doktrine inanıyor. Dahası, ticaretin başka araçlarla yapılan bir savaş olduğuna ve ABD’nin başlıca rakibinin ya da hasmının Çin olduğuna inanılırsa, Çin’e yönelik merkantilist politika çok doğal bir tepki haline gelir. Trump 2017’de Çin’e karşı bu tür politikaları başlattığında bunlar ana akım söylemin bir parçası değildi ama o zamandan beri merkeze taşındı. Biden yönetimi bunları takip etti ve önemli ölçüde genişletti. Trump’ın bu politikaları ikiye katlayacağını bekleyebiliriz. Fakat merkantilistler alışveriş yanlısıdır [transactional] ve Trump da alışveriş yanlısı olacaktır: Çin daha az satmayı ve daha çok almayı kabul ederse, memnun olacaktır. Biden’ın aksine Trump Çin rejimini zayıflatmaya ya da devirmeye çalışmayacaktır. Dolayısıyla, pek çok kişinin inandığının aksine, Trump’ın Çin için iyi olduğunu düşünüyorum (yani, alternatifler göz önüne alındığında).
Kâr amacı gütme. Tüm Cumhuriyetçiler gibi Trump da özel sektöre inanıyor. Ona göre özel sektör, regülasyonlar, kurallar ve vergiler tarafından makul olmayan bir şekilde engellenmektedir. Kendisi hiç vergi ödemeyen bir kapitalistti ve bu da ona göre iyi bir girişimci olduğunu gösteriyordu. Fakat diğerleri için, daha az kapitalistler için, regülasyonlar basitleştirilmeli veya ortadan kaldırılmalı ve vergilendirme azaltılmalıdır. Bu görüşle tutarlı olarak, sermaye üzerindeki vergilerin emek üzerindeki vergilerden daha düşük olması gerektiği inancı vardır. Girişimciler ve kapitalistler iş yaratanlardır, diğerleri ise Ayn Rand’ın deyimiyle “beleşçilerdir.” Trump’ta yeni bir şey yok. Bu doktrin Reagan’dan itibaren Bill Clinton da dahil olmak üzere aynı doktrindir. Trump sermaye üzerindeki düşük vergiler konusunda daha açık sözlü ve açık olabilir, fakat Baba Bush, Clinton ve Oğul Bush’un yaptıklarının aynısını yapacaktır. Ve liberal ikon Alan Greenspan’in derinden inandığı şeyi.
Göçmen karşıtı “milliyetçilik”. Bu gerçekten zor bir bölüm. “Milliyetçi” terimi Amerikalı politikacılara yalnızca garip bir şekilde uygulanabilir çünkü insanlar “dışlayıcı” (kapsayıcı değil) Avrupa ve Asya milliyetçiliklerine alışkındır. (Diyelim ki) Japon milliyetçiliğinden bahsettiğimizde, bu tür Japonların etnik olarak Japon olmayanları ya karar alma mekanizmasından ya da ülkedeki varlıklarından ya da her ikisinden de uzaklaştırmak istediklerini kastediyoruz. Aynı durum Sırp, Eston, Fransız ya da Kastilya milliyetçilikleri için de geçerlidir. Amerikan milliyetçiliği, ABD’yi oluşturan insanların muazzam heterojenliği nedeniyle, doğası gereği etnik ya da kan bağına dayalı olamaz. Bu nedenle yorumcular yeni bir terim icat etmişlerdir: “beyaz milliyetçiliği.” Bu tuhaf bir terim çünkü derinin rengi ile etnik (kan) ilişkilerini birleştiriyor. Gerçekte, Trump’ın “milliyetçiliğinin” tanımlayıcı özelliğinin ne etnik ne de ırksal olduğunu, sadece yeni göçmenlerden hoşlanmamak olduğunu düşünüyorum. Bugün sosyo-demokratik dünyanın kalbinde, İsveç, Hollanda, Finlandiya ve Danimarka’daki sağcı partilerin (Hollandalı sağcı lider Geert Wilders’in ünlü ifadesiyle) ülkelerinin “dolu” olduğuna ve daha fazla göçmen kabul edemeyeceklerine inandıkları İskandinav ve Kuzeybatı Avrupa ülkelerinde uygulanan göçmen karşıtı politikalardan özünde farklı değildir. Trump’ın bu görüşü sadece ABD’nin nesnel olarak hiçbir kritere göre dolu bir ülke olmaması nedeniyle sıra dışıdır: ABD’de kilometrekare başına düşen insan sayısı 38 iken Hollanda’da 520’dir.
Kendisi için ulus [a nation for itself]. Merkantilizm ile göçmen karşıtlığı birleştirildiğinde, Trump yönetimindeki ABD dış politikasının neye benzeyeceğine yaklaşılır. Bu politika milliyetçi anti-emperyalizm politikası olacaktır. Bu terimleri açmam gerekiyor. Bu kombinasyon özellikle büyük güçler için nadirdir: eğer büyük, milliyetçi ve merkantilist iseler, neredeyse sezgisel olarak emperyalist olmaları gerektiği anlaşılır. Ne var ki Trump tüm dertlere çare olarak ortaya atılan bu reçeteye meydan okuyor. Kurucuların “dış karışıklıklardan” nefret eden dış politikasına geri dönüyor. Onların ve kendisinin görüşüne göre ABD, kendi çıkarlarını gözeten güçlü ve zengin bir ülkedir, ama Madeleine Albright’ın tanımladığı şekilde “vazgeçilmez bir ülke” değildir. ABD’nin görevi dünyadaki her yanlışı düzeltmek (bu doktrinin iyimser ya da kendine hizmet eden görüşüne göre) ya da parasını kendi çıkarlarıyla hiçbir ilgisi olmayan insanlara ve davalara harcamak (aynı doktrinin realist görüşüne göre) değildir.
Trump’ın 1945’ten bu yana her iki ABD partisinin de geçer akçesi haline gelen emperyalizmden neden hoşlanmadığını söylemek zor ancak içgüdüsel olarak Kurucu Babaların ve Woodrow Wilson’ın Cumhuriyetçi rakibi William Taft gibi ABD’nin iktisadi gücüne inanan ve bu gücü dünya üzerinde hegemonik bir siyasi yönetime dönüştürmeye gerek görmeyen kişilerin değerlerini benimseme eğiliminde olduğunu düşünüyorum.
Bu, Trump’ın ABD hegemonyasından vazgeçeceği anlamına gelmiyor (NATO dağıtılmayacak), çünkü Thukididis’in yazdığı gibi: “Ani bir panik havası ve siyasi ilgisizlik ruhu içinde bunun iyi ve asil bir şey olacağını düşünen bazı insanlar olsa da, bu imparatorluktan vazgeçmeniz artık mümkün değil. İmparatorluğunuz şu anda bir tiranlık gibi: onu kabul etmek yanlış olabilir; vazgeçilmesine izin vermek kesinlikle tehlikelidir.” Fakat Trump’ın merkantilist ilkeleri ışığında, ABD müttefiklerine bunun için çok daha fazla bedel ödetecektir. Perikles’in Atina’sında olduğu gibi, koruma artık bedavaya gelmeyecektir. Hepimizin hayran olduğu güzel Akropolis’in müttefiklerden çalınan altınlarla inşa edildiğini unutmamak gerekir.
Stephen Walt, 10 maddede ABD seçimlerini yazdı: Winter is coming!
Anlaşmazlıkların damga vurduğu COP29’da yoksul ülkeler için yılda 1 trilyon dolar çağrısı yapıldı
Elon Musk İtalya’yı karıştırdı, Meloni sessiz
BM Özel Komitesinden “Gazze” raporu: Soykırım tanımıyla uyuşuyor
Demokrat New York Belediye Başkanı Adams’tan Musk’a övgü
Fransız savcı Le Pen için hapis cezası ve siyasi yasak talep etti
Çok Okunanlar
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Rusya-Ukrayna Savaşında Kuzey Kore’nin askeri hamlesinin etkileri
-
AMERİKA1 hafta önce
ABD seçimlerinde “üçüncü aday”: Jill Stein
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Son düzlükte Demokratlar panikte… Trump gerçekten önde mi?
-
AMERİKA5 gün önce
Fukuyama: Trump’ın geri dönüşü Amerika ve dünya için ne anlama geliyor?
-
AVRUPA1 hafta önce
Almanya’da hükümet dağıldı: Buraya nasıl gelindi?
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Foreign Policy: Netanyahu Trump’ı destekliyor, ancak pişman olabilir
-
GÖRÜŞ5 gün önce
Valdai izlenimleri: Trump’lı yıllar başlarken…
-
RUSYA2 gün önce
Patruşev’in Kommersant röportajı: Montrö ihlaline göz yummayacağız