Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Protestan ahlakı olarak ‘wokeness’

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale Harper’s’ta yayınlandı. Makalenin yazarı, son yılların çok tartışmalı ‘wokeness’ [duyarcılık] meselesini, Avrupa’da kapitalizmin gelişimi döneminde ortaya çıkan ‘Protestan ahlakı’nın çağdaş bir uzantısı olarak inceliyor. Kamusal alanda iman tazeleme ritüelleri, insanlardan kendilerini sürekli ispatlamalarını talep etmektedir. Duyarcılığın mezhepçi bir iman şartı olarak değerlendirilmesi, ‘post-geç kapitalizm’in ruhunu anlamak açısından dikkate değer. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Gerekeni yapmak: Protestan etiği ve duyarcılık ruhu

Ian Buruma
Harper’s
Haziran 2023

‘Duyar’ [woke] hakkında yazmanın en az iki tuzağı var. Birincisi, aşırılıklarına yönelik herhangi bir eleştirinin ırkçılık, yabancı düşmanlığı, transfobi, kadın düşmanlığı veya beyaz üstünlüğü suçlamalarına yol açmasıdır. Diğer sorun ise, aşırı sağ tarafından kullanılan bir istismar terimi, ilerici sol için bir savaş çığlığı ve birçok liberal için utanç kaynağı olan kelimenin kendisidir.

Duyarın ne anlama geldiği konusunda kimse hemfikir değil. Sağcılar, okullardaki silahlı saldırıların artmasından Silicon Valley Bank’in çöküşüne kadar her şeyden bu kavramı sorumlu tutarken, solda duyarcı olarak tanımlanan pek çok kişi kendilerini sosyal ve ırksal adalet için uzun zamandır gecikmiş bir savaş veriyor olarak görüyor. Bu anlaşmazlıklar sadece siyasi değil. Aslında, bazen antipolitik gibi görünüyorlar. Duyarcılık üzerine yapılan tartışmalar, kelimenin de işaret ettiği gibi, genellikle ahlaki ve ruhani aydınlanma testleridir.

Bu nedenle Woke Racism [Duyar Irkçılığı] kitabının yazarı John McWhorter, ırkçılık karşıtı evanjelistleri tanımlamak için ‘woke’ kelimesini kullanmayı bırakıp onlara ‘seçilmişler’ demeye karar vermiştir. Bu doğru dini ve sınıfsal çağrışımlara sahiptir. Yazdığına göre Seçilmişler, ‘kendilerini seçilmiş olarak gören … çoğunun anlamadığı bir şeyi anlayan’ insanlardır. Modern öncesi Hıristiyanlar gibi, Seçilmişler de ya din değiştirmeli ya da ışığı görmeyenleri cezalandırmalıdır.

Ne var ki duyarcılığın dini kökleri oldukça özgündür. McWhorter’ın ‘din’ olarak adlandırdığı şey aslında Protestanlığın yarı-dinsel bir dalıdır ve New York Times köşe yazarı Ross Douthat’ı on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda Amerikan merkezini kasıp kavuran Evanjelik coşku dalgalarına atıfta bulunarak ‘Büyük Uyanış’ı yazmaya iten de budur. Douthat ve McWhorter, 2014 tarihli An Anxious Age (Endişeli Bir Çağ) adlı kitaplarında çağdaş ilerlemeciliğin ahlaki coşkusunun Protestan Sosyal İncil’in sekülerleştirilmiş bir mirası olarak anlaşılması gerektiğini savunan Katolik yorumcu Joseph Bottum’un çalışmalarından yararlanmışlardır (Bottum da ‘elit’ teriminin yerine ‘seçilmiş’ terimini tercih etmektedir).

Özünde Protestan bir olgu olarak duyarcılığı anlamak, son yıllarda geleneksel hale gelen bazı ritüellerin, özellikle de kamusal özürün arkasındaki mantığı anlamamıza yardımcı olur. Protestan geleneğini diğer semavi dinlerden ayıran unsurlardan biri de kamusal özür dilemeye verdiği önemdir. Katolikler rahiplere özel olarak günah çıkarır ve bir kez daha günah çıkarma zamanı gelene kadar günahlarından arınırlar. Pek çok Protestan, inançlarını kamuya açık bir şekilde itiraf ederek erdemlerini onaylamaya teşvik edilir.

Bu artık çok tanıdık bir hikaye haline geldi: bir erkek ya da bazen bir kadın, duyarsız ya da saldırgan olduğu düşünülen bir fikir beyan ediyor ya da bir kelime kullanıyor; toplum içinde özür diliyor ve yeterli kabul edilebilecek ya da edilmeyecek bir tür kefaret ödemeyi teklif ediyor. Bu tür özürler o kadar yaygın hale gelmiştir ki, insanlar genellikle bunların samimiyetinden şüphe duymaya meyillidir. Bu nedenle daha da samimi pişmanlık eylemleri talep edilir ve bu böyle sürüp gider.

Özür kişisel bir hata için olabilir: bir profesörün edebi bir metni yüksek sesle okurken N kelimesini(*) telaffuz etmesi ya da bir doktorun Afrikalı Amerikalılar arasındaki sağlık sorunlarının asıl sorumlusunun ‘yapısal ırkçılık’ olmadığını söylemesi gibi. Ya da bu, siyasi liderlerin sorumluluk almaya zorlandığı tarihsel bir yanlış olabilir. Bu durum genellikle Protestan geleneğe sahip devletlerde görülür. Hollanda Başbakanı Mark Rutte geçtiğimiz Aralık ayında Hollanda’nın transatlantik kölelikteki rolü için özür diledi. Rutte bunu yapan ilk Hollanda başbakanı oldu ve ancak uzun bir tereddütten sonra bunu yapabildi.

Bu tür özürler tarihi yaraların sarılmasına yardımcı olabilir. Batı Almanya Şansölyesi Willy Brandt, 1970 yılında eski Varşova gettosunun bulunduğu yerde diz çökerek yaptığı resmi kefaret eylemi nedeniyle haklı olarak takdir edilmiştir. Ama çağdaş ahlaki inançlara uymayan bir görüş için özür dilemek zorunda kalmak, ideolojik diktatörlüklerde ya da katı dini cemaatlerde beklenebilecek farklı bir durumdur.

Tam teşhir adına söylemeliyim ki, New York Review of Books’taki editörlük görevimi kaybettiğimde ben de böyle bir olayın tam ortasındaydım. Tartışmalı bir figürün tartışmalı bir yazısını yayınlamıştım. Makalenin esası konusunda haklı olarak görüş ayrılıkları olabilirdi. Ama asıl mesele bu değildi. Eleştirmenler, cinsel saldırı suçundan yargılanmış ve beraat etmiş bir adam olan yazara, olaydan sonraki hayatı hakkında yazması için bir ‘platform’ verilmemesi gerektiğine inanıyordu. Ona söz hakkı tanıyarak, suç ortaklığı yapmış olmuştum ve başka bir dergideki iyi niyetli bir editörün görüşüne göre, kamuoyu önünde özür dileyerek pişmanlığımı belirtmeliydim.

Halka açık ikrar ritüeli Avrupa’da Reform ile başlamıştır. Yahudiler ve Katolikler dini cemaatlerine küçük çocuklarken törenle kabul edilirken, Anabaptistler gibi pek çok Protestan, bazen sözde ihtida anlatılarında, yetişkin olarak din kardeşlerinin önünde inançlarını ilan eder. Kamuya açık tasdik fikri özellikle on yedinci yüzyılda Lutherciliğin bir dalı olan Pietizm için önemliydi. Pietizm de New England Püritenleri de dahil olmak üzere birçok Hıristiyan mezhebi üzerinde büyük bir etkiye sahipti. Tarihçi Edmund S. Morgan’ın ifadesiyle, Püriten kiliseleri ‘dini deneyimlerin anlatıldığı bir eleme süreciyle üyelerinde inancın varlığını’ garanti altına alıyordu.

Sinclair Lewis’in aynı adı taşıyan romanındaki Evanjelik dolandırıcı Elmer Gantry’yi düşünün. Gantry seri bir günahkâr ve seri bir günah çıkarıcıdır. Kitabın sonlarına doğru, gerçek inananların arasına geri dönebilmek için işlediği pek çok günah için bir kez daha af diler ve hemen ardından korodaki genç bir kadının ‘çekici ayak bileklerine’ bakar. İnananlar ‘Hallelujah!’ diye haykırır ve Gantry dua eder:

Tanrım, bu günü yeni ve daha güçlü bir yaşamın başlangıcı, tam ahlak ve Hıristiyan kilisesinin tüm ülkeye egemen olması için bir haçlı seferinin başlangıcı olarak saymama izin ver. Sevgili Tanrım, senin işin daha yeni başladı! Bu Birleşik Devletleri ahlaklı bir ulus haline getireceğiz!

Bu duygunun yankıları, her Pazar günü televizyon vaizleri insanları ellerini havaya kaldırarak milyonlarca izleyiciye günahlarını itiraf etmeye ve ardından da maddi katkıda bulunmaya davet ettiğinde duyulabilir. Aynı şey, geçmiş on yıllarda, talk show yıldızlarının hata yapan film yıldızlarına günah çıkaran kişiler olarak davrandıkları Oprah Winfrey Show gibi daha seküler (ama daha az törensel olmayan) televizyon programlarında da görülebilir.

Bu Protestan geleneğindeki bireyin kendi cemaatiyle olan ilişkisi dindar Katolikler ya da Yahudilerden çok farklıdır. Kurtuluş öncelikle hiyerarşik bir kiliseye ya da sinagoga ait olmakla aranmaz. Protestanlar Tanrı’nın lütfuna giden yolu kendi kendilerini sorgulayarak, kamusal tanıklık yaparak ve kusursuz erdemi gösteren eylemlerde bulunarak kendileri bulmak zorundadır. Bu sürekli bir süreç olmalıdır. Max Weber, The Protestant Ethic and the Spirit of Capitalism [Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu] adlı ünlü kitabında, Protestan idealinin, Katoliklerin bireysel iyilikleri yavaş yavaş biriktirme amacından daha zorlu olduğunu gözlemlemiştir. Günahlar özel kefaret ayinlerinde affedilmez – bir kişinin günah işlemesi ve bağışlanması için adeta günah defteri temizlenir. Kurtuluş daha ziyade, ‘her an, seçilmiş ya da lanetlenmiş olmak gibi amansız bir alternatifin önünde duran sistematik bir özdenetimde’ yatar. Tanrı kendilerine yardım edenlere yardım eder. Seçilmişler için erdem sinyallemeleri asla durmaz.

Weber’e göre, Protestanların ahlaki mükemmellik hedefine ulaşmak için çabalayanları karakterize eden şey ‘sıkı çalışma ruhu’ idi. Bu, kelimenin tam anlamıyla, dürüst emek yoluyla servet biriktirme işi olarak yorumlanabilir. Fakat bu emek ve onun maddi meyvesi, ahlaki gelişimin manevi çalışmasıyla el ele gider. Irkçılık karşıtlığı teorisyenlerinin ‘gerekeni yapmak’ olarak adlandırdıkları ve hem kişinin mevcut aydınlanmasının hem de sürekli ve sonsuz kendini geliştirme taahhüdünün bir işareti olarak işlev gören şeyde açık çağdaş paralellikler vardır.

Protestan –özellikle Kalvinist veya Püriten– düşüncesinde seçilmişlerden biri olmak, kendini ibadete ve sessiz tefekküre adamış aziz bir keşiş olmak değil, inancı ve erdemi, ‘bu Birleşik Devletler’i ahlaki bir ulus’ yapmakta olduğu gibi, dünyayı iyileştirmek için durmaksızın faaliyet göstererek ifade edilen bir tür ruhani girişimci olmaktır. Bu nedenle Weber, Protestan inançlarının kapitalist girişim için çok uygun olduğunu savunmuştur. Çok çalışmak sadece manevi bir görev değil, aynı zamanda dünyevi bir görevdir: eğer çok çalışmak büyük bir zenginlikle sonuçlanırsa, bu da kişinin kutsanmışlar arasında sayılabileceğinin bir işaretidir. Protestan geleneğindeki ahlaki gayretkeşlik, maddi başarı ile birlikte ilerleme inancıyla tamamen uyumludur. Katoliklerin manastırda yoksulluk içinde bir yaşam süren azizlere duyduğu saygı bu hassasiyete yabancıdır.

Weber bireysel girişim, endüstri, rasyonel sosyal organizasyon ve Protestan ahlakının diğer faydalarını onaylamıştır. Fakat aynı zamanda bunun yol açabileceği sert hoşgörüsüzlüğün de farkındaydı. “Seçilmiş ve kutsal olanın bu ilahi lütuf bilinci,” diye yazmıştı,

Kişinin komşusunun günahına karşı, kendi zayıflığının bilincine dayanan sempatik bir anlayış değil, ebedi lanetin işaretlerini taşıyan bir Tanrı düşmanı olarak ona karşı nefret ve aşağılama içeren bir tutum eşlik ediyordu.

İster ilk günah, ister ruhun ölümsüzlüğü ya da ırkçılık karşıtlığı ile ilgili olsun, dogma ile ilgili sorun şüpheciliği yasaklamasıdır. Kutsal olarak kabul edilen bir şey hakkında çekincelere sahip olmak, inançsız ya da daha kötüsü kafir olmak ve dolayısıyla kovulması gereken biri olmaktır. “Seçilmişler için,” diye yazıyor McWhorter, “ırkçılık Şeytan’la eşdeğerdir.”

Dahası, Seçilmişler her yerde Şeytan’ın işlerini görürler. Tarihçi Richard J. Hofstadter 1964 yılında bu dergide yazdığı bir yazıda ‘paranoyak tarz’ı Amerikan siyasetinin yinelenen bir özelliği olarak teşhis etmiş ve taraftarlarının tüm toplumsal çatışmaları ‘iyi ile kötü arasındaki ruhani bir güreş müsabakasına’ dönüştürdüğünü belirtmiştir. İlk tezahürlerinden bazıları, ülkeye ‘Papa’nın köleleri’ tarafından sızıldığından endişe eden Protestan ‘militanları’ içeriyordu.

Bireycilik ve sivil erdem, Tocqueville’in Amerika’da Demokrasi’sinde zaten uygun bir şekilde tanımlanmış olan Kuzey Amerika toplumunun klişeleşmiş sütunlarıdır. Bir de uzun süredir devam eden göreli sınıfsızlık yanılsaması var. Sınıf hiyerarşileri Eski Dünya içindi; Amerika herkesin başarabileceği bir ulus olmayı arzuluyordu. Doğal olarak kapitalizm, Avrupa’da orta sınıfın yükselişinden ve toprak sahibi aristokrasinin (ve Katolik ülkelerde ruhban sınıfının) kendi statü işaretlerine sahip bir yönetici elit olarak yavaş yavaş yerini almasından ayrı tutulamaz. Çoğunluğu Protestan olan ülkelerde bu işaretler, üstün erdem nedeniyle seçilmiş olma duygusuyla ilgiliydi.

On yedinci yüzyıl Hollanda resimlerinde, meşe masaların etrafında ciddiyetle toplanmış, ağırbaşlı siyah giysiler ve beyaz fırfırlar giymiş, hak eden yoksullara sadaka dağıtan o suratsız ileri gelenleri düşünün. Bazıları Brezilya ve diğer Hollanda sömürgelerindeki köle plantasyonlarıyla ticaret yaparak ya da köle ticaretinin kendisinden zengin olmuş olabilir. Fakat sadık Kalvinistler olarak, kendilerini aile soyu ya da toprak sahipliği nedeniyle değil, ahlaki doğrulukları nedeniyle seçilmiş kişiler olarak görürlerdi. Aynı durum, otokratik Kral I. Charles’a ve onun papaz usüllerine karşı ayaklanan Püriten ve Presbiteryenlerden oluşan Oliver Cromwell’in Roundhead’leri(**) için de geçerliydi.

Hollanda Altın Çağı’nın bu kendini beğenmiş değerlerini, sömürge kölelerinin sırtından kazanılan servetin tadını çıkarıp hala kendilerinden daha kutsalmış gibi davranarak ikiyüzlülükle suçlayabiliriz. Ancak günümüzde pek çok insanın davranışlarında aynı Protestan kendini beğenmişliğinin (ve ikiyüzlülüğünün) izlerini görmek mümkündür. Çağdaşlarımız arasındaki eşdeğerler arasında, sağcı Cumhuriyetçi politikacılara para bağışlamadan önce NFL oyun kurucusu Colin Kaepernick’in yer aldığı ırkçılığa karşı bir reklam kampanyasını onaylayan Nike’ın kurucu ortağı Phil Knight sayılabilir. Ya da şirketi Amazon, polis departmanlarına yüz tanıma yazılımı satarken ana sayfasını Black Lives Matter afişiyle süsleyen Jeff Bezos.

İlk Büyük Uyanış döneminden farklı olarak, günümüzdeki püritanizm dalgası derme çatma dua çadırlarında toplanan saf kırsal kesim insanlarının değil, yüksek eğitimli kentli sofistike insanların himayesindedir. Günümüzde Seçkinler, bankalar ve küresel şirketlerden prestijli kültürel vakıflara, müzelere ve sağlık kuruluşlarına, kaliteli gazetelere ve edebiyat dergilerine kadar neredeyse yalnızca seçkin kurumlarda faaliyet gösterme eğilimindedir. Ancak çoğu insandan daha iyi durumda olmak, Seçilmişler sosyal adalet arayışına bağlılıklarını açıkça ifade ettikleri sürece erdemli hissetmeye engel değildir.

Örneğin, Fortune 500 şirketlerinin, doğru değerlere bağlılık yemini eden bir Çeşitlilik, Eşitlik ve Kapsayıcılık (DEI) bildirisi yayınlamaları, bu değerlerin şirketin yaptıklarından ne kadar uzak olduğuna bakılmaksızın, neredeyse zorunlu hale gelmiştir. “Farkındalıktan eyleme bağlılığa uzanan bir yolculuktayız” (PepsiCo, Inc.); “Çeşitlilik ve kapsayıcılık kültürümüzün temelidir ve doğru olanı yapma değerlerimizi yansıtır” (Lockheed Martin); “Uzun zamandır kapsayıcılığı, çeşitliliği ve eşitliği teşvik etmeye kararlıyız” (Goldman Sachs). Bu sözler bir abur cubur üreticisinden, bir silah üreticisinden ve bir yatırım bankasından geldiği için kulağa içi boş gelebilir, ancak önemli olan Protestan ayini gibi halka açık bir şekilde okunmalarıdır.

Aynı ikiyüzlülük, şu anda üç tam zamanlı çeşitlilik görevlisinin yanı sıra ‘ırk temelli travmatik stres’ ile başa çıkmak için eğitilmiş bir psikolog ekibinin ve ebeveynler ve öğrenciler için yıllık önyargıya karşı [antibias] eğitim oturumlarının bulunduğu Manhattan’daki Dalton (eğitim ücreti 61.00 dolara kadar çıkmaktadır) gibi üst düzey özel okullarda da hüküm sürmektedir. Bu arada Amherst College (eğitim ücreti 66.000 dolar), beyaz personel ve öğretim üyelerine ‘ırkçılık karşıtı çalışmalara başlamak ve daha derine inmek için bir dizi kendini yansıtma faaliyeti ve eylem adımı’ konusunda rehberlik edecek yeni bir Meslektaş Kaynak Grubu sağlamayı teklif etti. Bu öğretide beyaz ayrıcalığı ilk günah gibidir. Zengin ya da fakir, kişi bununla doğar. Beyaz bir kişi, tıpkı doğuştan günahkâr olduklarına inanan Protestanlar gibi, suçluluğunu itiraf etmeye devam ettiği sürece ırkçılık karşıtı olarak kabul edilebilir.

Irkçılık karşıtlığının özellikle azınlıkların tarihsel olarak yeterince temsil edilmediği süslü okullarda ve işletmelerde önemli olduğu iddia edilebilir. Ayrıcalıklı tutumlar konusunda bir şeyler yapılacaksa neden en tepeden başlanmasın? Suçluluk duygusu da en prestijli kurumlarda bu tür önlemler için gösterilen gayreti açıklayabilir. Daha az hayırsever bir açıklama ise, ırkçılık karşıtı ritüelleri yerine getirmenin –çeşitlilik görevlilerini işe almak, ırkçılık karşıtı eğitim oturumlarını zorunlu kılmak, asil açıklamalar yapmak– kamu okullarını ve hizmetlerini iyileştirmek için daha yüksek vergiler ödemekten daha kolay olduğudur. Dalton’da bin çeşitlilik görevlisi işe almak Harlem ya da Bronx’taki yoksul siyah çocuklar için pek bir şey yapmayacaktır. Bu yaklaşımın tehlikesi, Joan Didion’un bir zamanlar başka bir bağlamda ifade ettiği gibi, ‘gerçek sosyal ve ekonomik güçleri’ ‘kişiselleştirecek ve nihayetinde belirsizleştirecek’ şekilde düzenlemektedir.

James Baldwin, beyaz liberallerin siyah kadın ve erkeklerin altmışlı yıllarda Siyah Müslümanlara neden katıldıklarını anlamadıklarını yazarken, bu anlayışsızlıklarını şöyle dile getirmiştir:

Liberallerin tutumlarının [siyahların] algıları ya da [siyahların] yaşamları ve hatta [siyahların] bilgileriyle ne kadar az bağlantılı olduğunu ortaya koymuştur – aslında, zenciyi bir sembol ya da kurban olarak ele alabildiklerini, ancak onu bir insan olarak algılamadıklarını göstermiştir.

Neredeyse her şeyin bir sembol haline geldiği, maddi koşullardan kopuk tartışmalar, siyasi bir zihniyetten ziyade Protestan bir zihniyetle karşı karşıya olduğumuzun işaretlerinden biridir. Seçilmişler, baskının ‘yapısal’ doğasından bahsetmeyi sever, fakat ilerici erdemin ya da sağdaki duyar karşıtı tutumların kamusal performansı, genellikle ciddi ve sistematik reform tartışmalarının yerine geçer.

Seçilmişleri ayıran şey sadece zenginlik değildir. Donald Trump ve milyarder destekçileri, kendilerini aydınlar arasında konumlandıran üniversite profesörlerinden ve müze küratörlerinden çok daha fazla paraya sahiptir. Her ne kadar elit eğitimin maliyeti zenginler ve fakirler arasındaki uçurumu genişletse de, bu ille de bir doğum meselesi de değildir. Protestan etiğinin günümüzdeki mirasçıları için statü, sosyal ve kültürel konularda doğru fikirlere sahip olmakla tanımlanmaktadır.

Bu durum, işçi sınıfının ekonomik çıkarlarını temsil etmekten kültürel ve sosyal amaçları desteklemeye doğru solda yaşanan daha geniş çaplı bir değişimle bağlantılıdır. Birçok Batı ülkesinde görülebilen bu değişim, işçi sendikalarının azalan gücüyle aynı döneme denk gelmiştir. Bu durum özellikle Margaret Thatcher ve Ronald Reagan’ın özgürlüğün öncelikle serbest piyasa meselesi olduğu fikrini öne sürdüğü seksenli yıllarda İngiltere ve ABD’de geçerliydi. Fakat ırksal kimlik, feminizm ve eşcinsel özgürlüğü gibi hepsi de gerekli ve övgüye değer davalar olan kültürel politikalar, ilericiler arasında daha altmışlı yıllarda etkili olmaya başlamıştı.

ABD’deki en büyük bölünme, siyahların yurttaşlık hakları söz konusu olduğunda pek de ilerici olmayan birçok sendika üyesi tarafından desteklenen Vietnam Savaşı’ydı. O dönemin Demokratik siyaseti hakkında yazan Richard Rorty, sol liberallerin uzun süredir kapitalizmin adaletsizliklerini ve ‘bencilliğini’ ortadan kaldırmanın aynı zamanda ırk ayrımcılığının belasını da ortadan kaldıracağını varsaydığını iddia etmiştir. Gelgelelim Altmışlar boyunca sol, odağını iktisadi bencillikten toplumsal ve kültürel sadizme çevirmeye başladı. “Altmışlı yılların Yeni Sol’unun mirasçıları,” diye yazıyordu, “akademi içinde bir kültürel Sol yarattılar. Bu solun pek çok üyesi ‘farklılık siyaseti’, ‘kimlik siyaseti’ ya da ‘tanınma siyaseti’ olarak adlandırdıkları konularda uzmanlaşmıştır.” Ve işçilerin, özellikle de beyaz işçilerin çıkarları bu siyasette hiçbir zaman büyük bir yer tutmamıştır.

Sömürgecilikten duyulan suçluluk duygusunun beyaz Amerikalıların kölelikten duyduğu suçluluk duygusuna benzer bir rol oynadığı Avrupa’da, bu siyasi eğilim genellikle Üçüncü Dünyacılık biçimini aldı. Kendilerine sosyalist dedikleri sürece Batılı olmayan diktatörler idealize edildi ve dünyanın kötülüklerinden Batı emperyalizmi sorumlu tutuldu. Bu durum Mao’ya tapınma ya da bazı yanlış yönlendirilmiş çevrelerde Kamboçya’nın katil Kızıl Kmerlerine hayranlık gibi pek çok saçmalığa yol açtı.

Farklılık politikaları genellikle siyahlar, kadınlar, eşcinseller ve ayrımcılığın acısını hisseden diğerleri tarafından başlatılmıştır, ancak daha sonra beyaz elitin üyeleri tarafından benimsenmiştir. Tom Wolfe’un Leonard Bernstein’ın Kara Panterler için verdiği kokteyl partisini anlattığı ünlü ‘Radikal Şıklık’ yazısında yaptığı gibi, bunu sadece bir tür moda öğesi olarak görmek eğlenceli ama biraz da haksızlıktı. Yeni Sol’un bazı figürleri iktisadi eşitsizliklerin yanı sıra kimlik sorunlarıyla da ilgileniyordu.

Fakat solun kültürel öncelikleri ile iktisadi gündemi arasındaki mesafe doksanlı yıllarda ilericiler için ciddi bir sorun haline geldi. O zamana kadar liberal ve muhafazakâr iktisat politikaları arasındaki farklar asgari düzeye inmişti. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra liberaller arasında sosyalizm kokan ya da sosyoekonomik iyileşme için güçlü bir aktör olarak devleti içeren her şeye karşı yaygın bir hayal kırıklığı vardı. Çok az insan da emeğin gücünün yeniden canlanmasını arzuluyordu. Tony Blair’in Ticaret Bakanı Peter Mandelson’ın bir keresinde Blair’in yeni görünümlü İşçi Partisi için söylediği gibi: “İnsanların çok zengin olması konusunda son derece rahatız.”

Ilımlı muhafazakârlar gibi liberaller de küreselleşme konusunda son derece rahattı; bu, uluslararası kurumlar tarafından denetlenen bir tür sınırsız küresel ekonomiydi. Şirketler ürünlerini işgücünün en ucuz olduğu yerde üretmekte özgürdü. İlericiler çok kültürlülüğe inandıkları için, muhafazakârlar ise ülkedeki işgücü maliyetini düşürdüğü için daha zengin ülkelere göçü teşvik ediyorlardı.

Küreselleşmeden pek çok insanın faydalandığına şüphe yok – sadece şirket CEO’ları değil, profesörler, yazarlar, film yapımcıları, gazeteciler, aktörler, konferans organizatörleri, vakıf yöneticileri ve müze küratörleri, kısacası tam da Seçilmişler’i oluşturma eğiliminde olan türden insanlar. Ben de kendimi onların arasında sayıyorum. Uluslararası bir gazeteci olarak, cömert göç politikaları, bireysel girişimler ve kültürel ve mutfak hayatını zenginleştiren karma kent nüfuslarının olduğu kozmopolit bir dünyada yaşamanın faydalarını takdir ediyorum. Uluslararası ticaret anlaşmalarının genel olarak iyi bir şey olduğunu düşünüyorum ve Avrupa Birliği’ni destekliyorum.

Fakat benim gibi küreselleşmeden yararlananlar, özellikle 2008 mali krizinden bu yana, bundan herkesin kazançlı çıkmadığını görmezden gelemezler. Zengin ülkelerdeki sanayi işçileri, fabrikalar denizaşırı ülkelere taşındığında işlerini kaybettiler. Yeni göçmenler genellikle en düşük ücretli işler için zaten dezavantajlı topluluklarla rekabet etti. AB, kriz dönemlerinde Yunanistan gibi daha yoksul Avrupa ülkelerine iyi davranmadı. Bu arada, eğitimli liberaller arasında ulusal duyguları aşağılama eğilimi, daha az iyi durumda olan insanları, onlara gurur duygusu veren tek şeyden mahrum bırakmanın bir yolu olarak algılanabilir.

Çıkar çatışmalarının var olması kaçınılmazdır. Akla gelebilecek her sistem kazananlar ve kaybedenler yaratır. Fakat Seçilmişler çok sık olarak kendini beğenmiş bir ahlakçılığa başvurmaktadır. Bir tarafta tüm aydınlanmacı tutumları benimseyenler, diğer tarafta ise Barack Obama’nın sözleriyle ‘hayal kırıklıklarını açıklamak için silahlara, dine ya da kendileri gibi olmayan insanlara karşı antipatiye, göçmen karşıtlığına ya da ticaret karşıtlığına sarılan’ reform karşıtları.

Benzer bir dinamik, AB’yi eleştiren Avrupalıların ‘yabancı düşmanı’ olarak nitelendirilmesinde de görülebilir. Ya da eski mahallelerinde artık kendilerini evlerinde hissetmediklerinden şikayet eden insanlar ‘ırkçı’ olarak adlandırıldıklarında. Bazı durumlarda, hatta belki de birçok durumda, bu etiketler geçerli olabilir. Fakat belirli bir siyasi ve iktisadi düzenden fayda sağlayanlar aynı zamanda ahlaki üstünlük iddiasında bulunduklarında ve kendilerini eleştirenleri kötü günahkârlar olarak kınadıklarında, kendini beğenmişlik güçlü bir ikiyüzlülük havası taşır. Daha da kötüsü, kültürel siyasetin ahlakçılığı ve ırk, cinsiyet ve toplumsal cinsiyet üzerindeki saplantılı ısrarı, çoğu zaman çağımızın temel sorunu olan zengin ve yoksul arasındaki tehlikeli uçurumun üstünü örtmektedir.

Siyahi Marksist düşünür Adolph Reed bunu şu şekilde ifade etmiştir:

Eğer eyleme geçirilebilecek tek adaletsizlik ayrımcılıksa, o zaman iktisadi eşitsizlikten bir sorun olarak bahsetmek için artık hiçbir dayanak kalmamıştır. Bu, toplum iktisadi açıdan giderek daha eşitsiz hale geldikçe gerçekleşir.

Kültürel ve toplumsal elitlerin iyi talihimiz için özür dileme ve ahlaki referanslarımızı endişeyle onaylama eğilimi, daha az şanslı olanları desteklemek için hiçbir şey yapmıyor.

Seçilmişler yanlış sınıf savaşını yürütüyor. İlericiler, güçlü çıkar gruplarına karşı savunmasız ve korunmaya muhtaç olan tüm insanların yanında olmalıdır. Kamuya mal olmuş kişilerin ahlakına yönelik yarı Protestan takıntı, gerekli reformların yapılmasını sağlamayacaktır. Kapsayıcılığı, çeşitliliği ve ırksal adaleti olumlayan açıklamalar kulağa radikal gelse de, genellikle kamu eğitimini ve sağlık hizmetlerini iyileştirmek ya da daha fazla eşitlik yaratan vergi reformları getirmek gibi çok daha zor görevlerden uzaklaştırır. Bu çalışmalar, yoksul ve dışlanmış insanların refahı için erdem gösterilerinden çok daha fazlasını yapacaktır.

Demokratların son ara seçimlerdeki göreceli başarısı, ilerici politikacılar arasında bu konuda artan bir farkındalık olduğunu gösterdi. Yerel iktisadi sorunlara odaklanmak birçok Demokratın koltuk kazanmasına yardımcı oldu. Batı demokrasilerinin mevcut sağ popülizm ve sol ahlakçılık dalgalarının üstesinden gelme şansı var, ama Seçilmişler püriten gayretlerini yumuşatmayı öğrenebilirlerse beklentiler çok daha iyi olacaktır. Marx’a biraz daha dikkat ederek ve Luther ve Calvin’in uzun gölgelerinde biraz daha az zaman geçirerek başlayabilirler.


(*) N kelimesi: Kuzey Amerika’da kullanımı bir zamanlar aşağılayıcı/ırkçı bir ton taşıyan ‘Nigger’ [Zenci] sözcüğünün baş harfi. (ç.n.)

(**) Roundhead: İngiliz İç Savaşı’nda parlamento ve Cromwell yanlılarına verilen isim. Saç tıraşları kısa olduğu için bu şekilde (“Yuvarlak Kafa”) adlandırılmışlardır. (ç.n.)

DÜNYA BASINI

FT: Suudi Arabistan Trump’ın İsrail politikalarını dengeleyebilir

Yayınlanma

Trump-selman

Financial Times’tan Andrew England’ın kaleme aldığı bu makale, Donald Trump’ın ikinci başkanlık dönemine dair bölgesel beklentileri ve endişeleri ele alıyor. Trump’ın İsrail yanlısı politikalarını dengelemede Suudi Arabistan’ın kilit rol oynayabileceği değerlendiriliyor. Makaleye göre Trump’la yakın ilişkisi ile bilinen Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın diplomatik manevraları, Filistin meselesinin çözümünde merkezi rol oynayabilir. Riyad, Filistin devletine giden bir plan olmadan İsrail ile normalleşmenin mümkün olmayacağını açıkça deklare etmesine rağmen İsrail’in bu çözüme giden yolu kapamış olması ise Trump’ın önündeki en büyük engel…

***

Orta Doğu, Trump’ı dizginlemesi için Suudi Arabistan’a güveniyor

Andrew England

Trump’ın aşırı İsrail yanlısı bir gündem izleyeceğinden korkan Arap ülkeleri, Donald Trump ile ilişkisini ve bölgedeki siyasi ağırlığını kullanarak Suudi Arabistan’ın, Trump’ın Ortadoğu politikalarını dengelemesini umuyor.

Trump’ın kilit pozisyonlara bir dizi ateşli İsrail yanlısı ve İran karşıtı şahin aday atamasının ardından Arap yetkililer yeni yönetimin İsrail’in işgal altındaki Batı Şeria’yı ilhak etme, Gazze’yi işgal etme ya da Tahran’la gerilimi tırmandırma hamlelerini onaylayabileceğinden endişe ediyor.

Ancak yetkililer, Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın Trump ile olan ilişkisini, başkanın finansal anlaşmalara olan ilgisini ve Suudi Arabistan ile İsrail arasındaki ilişkilerin normalleşmesine yol açacak “büyük pazarlık” yapma arzusunu kullanarak, yeni yönetimin bölgedeki politikalarını yumuşatabileceğini umuyor.

Bir Arap diplomat, “Bölgedeki kilit aktör, Trump’la bilinen ilişkileri nedeniyle Suudi Arabistan, dolayısıyla ABD’nin yapmaya karar verebileceği herhangi bir bölgesel eylemin kilit noktası olacak” dedi.

Bir başka Arap yetkili de Prens Muhammed’in Trump’ın İsrail’in Gazze’de Hamas’a karşı yürüttüğü savaşı sona erdirmeye yönelik politikalarını ve daha geniş anlamda Filistin meselesini etkilemede “kilit” rol oynayacağını ve İsrail’le normalleşme potansiyelini bir koz olarak kullanacağını söyledi.

Yetkili, “Suudi Arabistan, Trump’ın Gazze ve Filistin’le nasıl başa çıkacağını büyük ölçüde etkileyebilir. Bölgedeki pek çok ülke bundan sonra ne olacağı konusunda endişeli” dedi.

Trump’ın ilk başkanlık döneminde, Suudi Arabistan onun “alışveriş odaklı” yönetim tarzını ve bölgesel rakibi İran’a karşı yürüttüğü “maksimum baskı” kampanyasını destekledi. Suudi ajanların 2018’de gazeteci Cemal Kaşıkçı’yı öldürmesinin ardından diğer Batılı liderler Krallığın fiili liderine soğuk davranırken Trump, Prens Muhammed’in yanında durdu.

Trump, İsrail-Filistin çatışmasını çözmek için “nihai anlaşmayı” yapacağını da iddia etmişti. Ancak damadı Jared Kushner tarafından yürütülen bu planlar başarısız oldu. Filistinliler ve Arap devletleri, önerilerin İsrail lehine fazlasıyla taraflı olduğunu düşündü. Trump ayrıca Filistin’e yardımı kesti, Washington’daki diplomatik misyonlarını kapattı, ABD Büyükelçiliği’ni statüsü tartışmalı olan Kudüs’e taşıdı ve işgal altındaki Golan Tepeleri üzerindeki İsrail egemenliğini tanıdı. Öte yandan, Trump, BAE ve üç Arap ülkesinin İsrail ile ilişkilerini normalleştirdiği “İbrahim Anlaşmaları”na da aracılık etti.

Trump geçen ay bir Suudi televizyon kanalı olan El Arabiya’ya verdiği demeçte başkanlığı döneminde ABD ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkilerin büyük harflerle “MÜKEMMEL” olduğunu söyledi.

“Kral’a büyük saygı duyuyorum, Muhammed’e de büyük saygı duyuyorum; gerçekten harika bir iş çıkarıyor, o tam bir vizyoner” dedi.

ABD Başkanı Joe Biden göreve geldikten sonra Riyad, Trump ile bağlarını sürdürdü. Veliaht Prens Muhammed’in başkanlık ettiği Suudi Arabistan Kamu Yatırım Fonu (PIF), Kushner’in kurduğu özel sermaye fonuna 2 milyar dolar yatırım yaptı.

PIF’in yöneticisi Yasir al-Rumayyan, hafta sonu New York’ta düzenlenen bir UFC dövüşünde Trump ile ön sırada oturdu. Ayrıca, Trump’a ait golf sahaları, PIF’in en dikkat çeken spor girişimlerinden biri olan LIV Golf etkinliklerine ev sahipliği yaptı.

Ancak Prens Muhammed, Biden’ın göreve gelmesinden bu yana Suudi Arabistan’ın bölgesel politikalarını yeniden ayarladı. Riyad, 2023 yılında İran ile diplomatik ilişkileri yeniden kurdu özellikle Hamas’ın 7 Ekim 2023 saldırısının bölgede bir dizi çatışmayı tetiklemesinin ardından sürdürdüğü yumuşama politikası izlemeye devam etti.

Biden yönetiminin, Suudi Arabistan ile ABD arasında bir savunma anlaşmasını içeren üçlü bir anlaşma kapsamında İsrail ile ilişkilerin normalleşmesini hedefleyen planı, savaş nedeniyle sekteye uğrasa da ABD, Suudi Arabistan’ı krize yönelik herhangi bir bölgesel çözümde kritik bir aktör olarak görmeye devam ediyor.

Ancak Riyad, Filistinlilerin ölü sayısı arttıkça İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun aşırı sağcı hükümetine yönelik eleştirilerini sertleştirdi.

Ekim ayında Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Prens Faysal bin Ferhan, Riyad’da düzenlenen bir basın toplantısında, İsrail ile normalleşmenin, “Filistin devletine dair bir çözüm bulunana kadar gündemde olmadığını” söyledi.

Prens Muhammed de geçen hafta Riyad’da düzenlenen Arap ve İslam zirvesinde İsrail’i Gazze’de “soykırım” yapmakla suçlarken, Lübnan’da Hizbullah’a karşı yürüttüğü savaşı ve İran’a yönelik saldırılarını kınadı.

Diplomatlar ve analistler, Veliaht Prens Muhammed’in konuşmasını, Müslüman dünyasının İsrail’in askeri saldırılarını kınamada ve bir Filistin devleti kurulmasına destek verme konusunda birleştiği mesajı olarak yorumladı. Salı günü Riyad, “İsrail’in Batı Şeria üzerinde egemenlik kurmaya yönelik aşırılık yanlısı açıklamalarını” da kınadı.

Trump seçim kampanyası sırasında Orta Doğu’ya barış getirme ve savaşı sona erdirme sözü vermişti. Ancak İsrail Büyükelçisi olarak seçtiği Mike Huckabee ve Orta Doğu temsilcisi olarak atadığı emlak kralı Steven Witkoff da dahil adaylarının çoğu ateşli birer İsrail yanlısı.

Trump, buna rağmen İbrahim Anlaşmaları’nı genişletmek istediğini belirterek Al-Arabiya’ya şunları söyledi: “Çerçeve zaten hazır, tek yapılması gereken bunu yeniden devreye sokmak ve bu çok hızlı gerçekleşebilir. Eğer kazanırsam bu kesinlikle bir öncelik olacak… sadece Ortadoğu’da barışı sağlamak… Bu olacak” dedi.

İbrahim Anlaşmaları’nın genişletilmesinde Suudi Arabistan kilit bir rol oynayabilir. Ancak Arap yetkililer, Trump’ın bunu ancak Netanyahu’ya, Filistin devleti kurulmasına yönelik tavizler vermesi için baskı yaparak başarabileceğine inanıyor. Bu, İsrail Başbakanı’nın şiddetle karşı çıktığı bir mesele.

Bir diğer Arap diplomat ise, “Trump’ın şu anda Ortadoğu’da Suudi Arabistan’dan daha çok ihtiyaç duyduğu başka bir aktör yok. Trump, kendisine sunulmuş hazır anlaşmalardan kredi almayı seven biri. Eğer Muhammed bin Selman ona bir anlaşma sunarsa, bu bir olasılık olabilir, hatta tek olasılık olabilir” yorumunda bulundu.

Arap yetkililer de Gazze’deki yıkımın neden olduğu öfkenin, Filistin davasını yeniden bölgesel gündemin en üst sırasına taşıması nedeniyle Trump’ın Filistinlileri göz ardı etmesinin daha zor olacağını umuyor. Liderler çatışmanın kendi halklarının bazı kesimlerini, özellikle de Prens Muhammed’in ana seçmen kitlesi olan gençleri radikalleştirmesinden endişe ediyor.

İlk Arap diplomat “Trump’ın Gazze’deki savaşı sona erdirmesi gerekecek ve bunu yapmak için de ertesi günü ele alması gerekiyor” dedi: “Filistin meselesine odaklanmadan bölgesel çözüm işe yaramaz. Suudi Arabistan açıkça belirtti ki, bir Filistin devleti kurulmadıkça normalleşme bir seçenek değil.”

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

İsviçreli askeri uzman Bosshard ile mülakat: Rusya’dan hangi karşılık beklenebilir?

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: ABD Başkanı Joe Biden’ın Rusya topraklarına yönelik uzun menzilli füzelerin kullanılmasına izin verme kararı, Rusya’nın olası tepkilerini gündeme taşıdı. İsviçre Genelkurmay Başkanlığı’ndan emekli yarbay ve siyasi ve askeri strateji analisti Ralph Bosshard, Rusya’nın tepkisinin genelde ihtiyatlı ve kademeli olacağını, ancak uluslararası sulardaki veya üçüncü ülkelerdeki İngiliz ve Fransız hedeflerinin vurulabileceğini belirtiyor. Buna karşın, NATO’nun 5. Maddesi’ni devreye sokacak bir saldırının pek olası olmadığı ifade eden Bosshard, Ukrayna’nın Batı’dan aldığı silahlarla elde edebileceği askeri başarıların sınırlı kalacağını, çünkü Rusya’nın buna yönelik hazırlık yaptığını söylüyor. Ayrıca, Rusya’nın komuta merkezlerini sık sık yer değiştirdiğini ve geniş lojistik ağını koruma kapasitesine sahip olduğunu vurgulayan uzman, Batı’nın uzun menzilli silahlarının, savaşın seyrini kökten değiştirme potansiyelinin olmadığını, asıl belirleyicinin Rusya ve Çin liderlerinin kararları olduğunu ifade ediyor. Bosshard’a göre, Biden’ın bu kararını görev süresinin sonunda alması, Trump yönetimini zora sokma ve kendi dönemini daha güçlü bir şekilde kapatma çabası olarak yorumlanabilir. Moskova’nın şu ana kadar temkinli hareket ettiğini belirten Bosshard, Kremlin’in Batı’ya temkinli mesajlar verdiğini ve bu gerilimin medya üzerinden yönetildiğini dile getiriyor.


Rusya’dan nasıl bir askeri karşılık bekleyebiliriz? İsviçreli askeri uzman Bosshard ile mülakat

Éva Péli, NachDenkSeiten

Görev süresi sona ermekte olan ABD Başkanı Joe Biden, ABD’nin uzun menzilli füzelerinin Rusya topraklarındaki hedeflere karşı kullanılmasına izin verdi. Bu kapsamda, daha önce uygulanan kısıtlamalar kaldırıldı ve Beyaz Saray da bunu resmî olarak teyit etti. İsviçreli askerî uzman Ralph Bosshard, bu kararın muhtemel sonuçlarını NachDenkSeiten’a değerlendirdi.

Éva Péli: Joe Biden’ın bu açıklaması askerî açıdan nasıl değerlendirilmeli? Rusya’dan beklenen askerî tepki nedir ve bu tepki kimlere (ABD, İngiltere, Fransa ya da Ukrayna) yönelebilir?

Ralph Bosshard: Ruslar, Ukrayna topraklarındaki hedeflere dönük saldırıların yanı sıra, uluslararası sularda, denizaşırı varlıklarda ya da üçüncü ülkelerde bulunan İngiliz ve Fransız askerî hedeflerini vurma alternatifine de sahip. Fakat üçüncü ülkelerdeki operasyonlar büyük ihtimalle bazı kısıtlamalarla karşılaşacaktır. Şu ana kadar çatışan taraflar birbirlerinin uydularını hedef almaktan kaçındılar, zira bu durum Pandora’nın kutusunu açabilir. Uydu hedefleme şu an için bir tabu gibi görünüyor. Bu konuda silahlanma kontrolü müzakereleri için fırsatlar bile olduğunu düşünüyorum.

Batı tarafından Ukrayna’ya şu ana kadar sağlanan kısa ve orta menzilli silahlarla Ukrayna, mevcut en acil askerî sorunlarını çözmeyi deneyebilir.

Bu sorunlardan biri, Rusya’nın FAB adı verilen ağır uçak bombalarının, iyi inşa edilmiş saha tahkimatlarını imha etmek için kullanılması. 2014-2022 yılları arasında inşa edilen ve betonla güçlendirilmiş bu tahkimatlar artık Ruslar tarafından her yerde aşılmış durumda. Şimdi ise Ukrayna birlikleri, özellikle yerleşim yerlerinde bu tahkimatları savunarak pozisyonlarını korumaya çalışıyor. FAB bombaları yönlendirme modülleriyle donatılmış olup yaklaşık 70 kilometre uzaklıktan bırakılabiliyor. Ruslar bu bombaları artık oldukça hassas bir şekilde kullanıyor. Bu bombaların taşıyıcıları, taktik bombardıman uçaklarıdır ve bu uçaklar 170-200 kilometre derinlikteki hava üslerinden operasyon düzenler. Eğer bu hava üsleri, Batı menşeli uzun menzilli silahların menziline girerse, Ruslar daha gerideki üslerden operasyon yapmaya başlayacaktır. Moskova’daki Genelkurmay Akademisi’ndeki eğitimim sırasında Su-24 tipi cephe bombardıman uçaklarını hesaba katarak planlama yapıyorduk. Bugün kullanılan Su-34 uçaklarının menzilinin Su-24’lerden çok daha fazla olduğunu söyleyebilirim. Geriye çekilerek operasyon düzenlemek Ruslar açısından sorunsuz olacaktır.

Rusya’nın lojistik destek hatlarını ve cepheye asker taşınmasını kesintiye uğratmak, yalnızca belirli hedef kategorilerine karşı yoğun ve sistematik saldırılarla mümkün. Bunlar, mesela mühimmat veya yakıt depoları gibi tesisler ya da demir yolu ağı olabilir. Ruslar, lojistik tesislerini geniş bir alana yayabilir ve Donbass’taki sıkı demir yolu ağından faydalanabilir. Ayrıca bu ağ, ek demir yolu hatlarıyla daha da güçlendirilebilir. Bu görev, Rusya ordusunda bulunan demir yolu birliklerine ait. Ukraynalıların bu ağı kesintiye uğratması için ciddi bir çaba göstermesi ve çok sayıda füze kullanması gerekecektir. Fakat Ukrayna’nın savaş uçakları ve roketatarlarıyla cepheye ne kadar yaklaşabileceği belli değil.

Bununla beraber yer hedeflerine yönelik saldırılar da karmaşık bir hedefleme süreci gerektirir. Ruslar, geçerli operasyon prosedürlerine göre, komuta merkezlerini günlük olarak değiştirir. Son zamanlarda Rusya’nın komuta merkezlerinin imha edildiğine dair neredeyse hiç haber duymadım.

Temel olarak Rusya ordusunun operasyon prosedürleri, düşman tarafından kısa ve orta menzilli silahların kullanılmasını öngörüyor. Ruslar bu tür bir duruma hazırlanmış durumda ve eğitimlerini buna göre aldılar. Dolayısıyla, Batı tarafından tedarik edilen kısa ve orta menzilli silahlarla Rusya Silahlı Kuvvetlerine baskı uygulanması ancak geçici bir etki yaratacaktır.

İlave olarak, Ukraynalılar, askerlerin moralini artırmak amacıyla sembolik açıdan önemli hedeflere saldırabilirler. Ancak bu tür saldırıların kalıcı bir askerî etkisi olmayacaktır. Bunun aksine, yalnızca askerî hedeflere yönelik saldırıların Ukraynalıların moraline etkisi sınırlı kalacaktır.

Bütün bu süreçte hedeflerin kontrolü Batı’nın –özellikle de ABD’nin– elinde. Ukraynalılar, saldırıların gerçekleşmesi için gerekli olan seyrüsefer, iletişim ve istihbarat araçlarına doğrudan erişime sahip görünmüyor. Özellikle en yeni sistemler için üretici firmalardan teknik destek alınması gerektiği de anlaşılıyor. Bu araçların kullanımıyla Biden, Rusya’nın ilerleyişini yavaşlatabilir ve muhtemel bir çöküşü –en azından Trump’ın göreve başlamasına kadar– erteleyebilir. “Benim gözetimimde olmadı,” anlayışı burada geçerli gibi görünüyor.

Bu kararlar ışığında müzakereli çözüm şansı nasıl değerlendirilebilir?

Bu kararların müzakereli çözüm şansını ciddi ölçüde etkileyeceğini düşünmüyorum. Ukrayna’daki savaşın nasıl ve ne zaman sona ereceğini Batı’nın silah sevkiyatları belirlemeyecek. Batı’nın “mucize silahları” olarak lanse edilen sistemler, Şubat 2022’den bu yana savaşın gidişatında kayda değer bir değişiklik yaratamadı. Daha önce belirttiğim üzere ATACMS, Storm Shadows ve diğer benzeri sistemler de bu savaşın kaderini kökten değiştiremeyecek. Bu savaş, Şi Cinping ve Vladimir Putin’in “tamam yeter” dedikleri zaman sona erecek. Genel manada, Rusya veya Çin ile Batı adına bir savaşa girmeye hazır olan herkesin uyarıyı almış olması gerektiğini düşünüyorum.

Eylül ayında Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Batı’nın uzun menzilli silahlarını Rusya’ya karşı kullanmasının, NATO ülkelerinin Ukrayna’daki çatışmaya doğrudan katılımı anlamına geleceğini söylemiş ve şu uyarıda bulunmuştu: “Eğer savaşı Ukrayna topraklarından Doğu’ya taşırlarsa, savaş orada sona ermeyecek; zira savaş Batı’yı da içine alacak.”

NATO’nun, Putin’in öngördüğü bu muhtemel tepkiye nasıl hazırlanacağı büyük bir soru işareti. Şu anda Fransızlar ve İngilizler açısından, Bab el-Mandeb Boğazı ya da İran kıyıları civarındaki sularda savaş gemilerini konuşlandırmaktan bir süreliğine kaçınmak daha uygun olabilir. Hatta diğer deniz bölgelerinden de uzak durmaları gerekebilir. Bunun yanı sıra, Batı Avrupa’daki deniz tabanında bulunan tesislere karşı dikkatli olunması gerektiğini özellikle vurgulamak isterim.

Almanya’nın kendi topraklarına dönük bir saldırı beklentisi içinde olmadığını, sivil savunma alanında neredeyse hiçbir tedbir alınmamış olmasından anlayabiliriz. Halka, evlerinin bodrumlarını temizlemeleri ve kendilerine bol şans dilemeleri yönünde tavsiyeler dışında, Almanya Savunma Bakanı Boris Pistorius’un (SPD) elle tutulur bir hazırlık sunmadığı aşikâr. Oysa, bir ülkeye ve halkına zarar vermek için artık çok daha farklı araçlar mevcut.

Uzun zamandır Almanya Şansölyesi Olaf Scholz’un daha akıllı bir strateji izlediğini düşünüyorum. Kendisi, gereksiz yere ve erken bir dönemde risk alarak öne çıkmaktan kaçınıyor. Ancak ne yazık ki etrafında zayıf bir hükûmet ekibi var. Geçtiğimiz yıl Federal Meclis’te eleştirdiğim Ulusal Güvenlik Stratejisi, son derece zayıf bir metindi. Ama o zaman bile CDU/CSU muhalefetinin sunacak daha fazla aklı yoktu.

ABD Başkanı Joe Biden, daha önce bu tür füzelerin Rusya’daki hedeflere karşı kullanılmasına izin vermeyeceğini belirtmişti, zira bunun üçüncü dünya savaşına yol açabileceğinden endişe duyuyordu. Fakat görev süresinin sonlarına yaklaşırken, Biden’ın artık böyle bir senaryodan korkmadığı anlaşılıyor. Peki, bu süreçte ne değişti?

Biden’ın bu kararı, Trump ekibi ile Putin yönetimi arasında halihazırda yapılmış olması muhtemel anlaşmayı bozmayı amaçlıyor. Bu stratejiyle, Putin’in öyle bir tepki vermesi hedefleniyor ki, bu tepki Trump’a savaşın devam etmesinden başka bir seçenek bırakmasın. Şu anki durumda Ruslar, Amerikan tesislerine veya birliklerine saldırmaktan kaçınıyor; böyle bir adımın Trump yönetimiyle ilişkileri doğrudan etkileyebileceğini biliyorlar.

Fransa ve İngiltere’nin bu denkleme dahil edilmesi, savaşın Trump’ın göreve gelmesinden sonra da devam etmesini garanti altına alma stratejisinin bir parçası. Biden, bu noktada Fransa ve İngiltere’nin büyük güç olma heveslerini ustaca kullanıyor. Ancak hem Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron hem de İngiltere Başbakanı Keir Starmer, Rusya’nın muhtemel misilleme hamlelerinin, Trump’ın göreve başlamasından sonra özellikle onları hedef alacağının farkında. Bu nedenle, durum ciddileştiğinde İngiltere ve Fransa’nın, deyim yerindeyse, “görünmezlik moduna geçeceğini” düşünüyorum.

Rusya’nın mevcut stratejisinde NATO’nun 5. Madde’sini (bir üyeye yapılan saldırının tüm NATO üyelerine yapılmış sayılmasını öngören madde) devreye sokacak bir durumdan kaçınması önemli. Bu nedenle Rusya, NATO topraklarında herhangi bir hedefe saldırmayacaktır. Bunun yerine, İngiltere ve Fransa’nın ana vatanı dışındaki tesislere saldırılar düzenleyerek, bu ülkelerin güçlerini koruyamayacaklarını göstermeye çalışabilir. Nitekim, Rusya’nın birkaç gün önce Ukrayna’daki hedeflere dönük kombine füze ve drone saldırılarını yeniden başlatması, Moskova’nın misilleme yeteneğini açıkça ortaya koyuyor. Üstelik bu saldırılar, iyi korunan hedeflere karşı dahi başarılı bir şekilde yapılabiliyor. Bu da Rusya’nın mevcut gelişmeleri önceden öngördüğünü ve buna hazırlıklı olduğunu gösteriyor.

Açık konuşmak gerekirse, ABD’nin Rusya’ya, belirli saldırılardan önce uygun kanallar aracılığıyla uyarılarda bulunması bile beni şaşırtmaz. Bu tür bir iletişim, savaşı daha büyük bir tırmanıştan koruma amaçlı bir tedbir olabilir.

Genel olarak Kremlin’in her zamanki gibi, temkinli ve ihtiyatlı bir şekilde tepki vereceğini düşünüyorum. Ancak Putin’in basında zaman zaman “nükleer tehdit” kartını oynaması, Biden’ı başarısız bir lider gibi gösterme stratejisinin bir parçası. Bu durum, Biden’ın sırf egosu uğruna, görev süresinin son anlarında bir nükleer savaşı riske atmış bir başkan olarak algılanmasına neden olabilir. Öte yandan Trump, bu retoriği kullanarak kendisini barışın ve gerilimi düşürmenin mimarı olarak sunabilir. Bu da Trump’ın söylemsel bir üstünlük elde etmesine yol açabilir. Lütfen, benden Biden’ın liderlik becerilerine övgüler dizmemi beklemeyin. Bu bağlamda, onun kararlarının stratejik etkisi tartışmaya aşikâr.

Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy’in, ABD Başkanı Joe Biden’ın uzun menzilli füzelerle ilgili kararını medyada duyurmasından rahatsız olduğu iddiaları basında geniş yankı buldu. Uzmanlar, bu açıklamayı ABD yönetiminin Rusya’yı saldırılardan önce bilgilendirerek bir tırmanışı önleme çabası olarak yorumluyor. Peki, bu durum nasıl değerlendirilmeli?

Burada Zelenskiy için “isteğe göre bir menü” hazırlanmadığını açıkça görebiliyoruz. Ukrayna’nın lideri, kendisine sunulan yardımı olduğu gibi kabul etmek zorunda. “Büyük aktörler” sahnede kararları alırken, Ukrayna ancak bu oyunun bir parçası olabilir. Biden, bir yandan gerilimi artıracak bir açıklama yaparken, diğer yandan tansiyonu düşürme çabası içinde görünüyor. Kararını kamuoyuna duyurarak, esasen Rusya’ya dolaylı bir uyarı göndermiş ve onları bir nebze rahatlatmış oldu. Biden, bu saldırıların Zelenskiy’in istediği gibi sürpriz bir şekilde gerçekleştirilmesine izin verebilirdi; fakat bu, şu anki stratejiyle uyuşmuyor.

Bu durum, günümüz savaşlarının “medya savaşı” karakterini bir kez daha gözler önüne seriyor. Batı, medya hakimiyetinin her savaşta üstünlük sağlayacağını varsayıyor. Bu anlayış büyük ölçüde, ABD’nin Vietnam Savaşı’ndan kalma travmasına dayanıyor. Ancak bu medya savaşı içinde, Ukrayna lideri Zelenskiy’in stratejik kararlarının Rusya’nın lehine olabilecek etkiler doğurabileceği bir gerçek. Örneğin, Çernigov oblastına (Ukrayna ordusunun Kuzey Harekât Komutanlığı’nın önemli bir merkezi) asker kaydırılması, mevcut durumu Zelenskiy açısından daha da kötüleştirebilir.

Bu aşamada Ukrayna’nın, moral artırıcı bir başarıya ihtiyacı var. Bunun için Rusya’ya birkaç füze saldırısı gerçekleşebilir ve bu saldırılar daha sonra stratejik zaferler olarak lanse edilebilir. Ancak bu hamlelerin kalıcı bir askerî etkisi olup olmayacağı belli değil. Öte yandan, Trump ve Kuzey Kore güçleri hakkındaki spekülasyonlarla bir “ihanet hikayesi” hazırlığının şimdiden yapılmış olması dikkat çekici.

Biden’ın kararını basın yoluyla duyurması, aslında planın en kritik parçalarından biriydi. Bu ilan, Biden’ın başkanlık dönemi boyunca elde ettiği zayıf başarı karnesini toparlama çabasının bir parçası. Kabil’deki kaotik çekilme sonrası yaşanan utanç verici süreç, Biden’ın hanesine yazılmıştı. Buna rağmen, 2021’in aralık ayında Rusya’nın sunduğu güvenlik garantileri teklifini küçümseyip reddetme cesaretini göstermişti. Şubat 2022’den itibaren ise, ABD’nin Kiev’deki müttefikinin darbeler almasına seyirci kalmak zorunda kaldı. Şimdi, kalan iki aylık görev süresinde, bu tabloyu tersine çevirmek ve daha iyi bir izlenim bırakmak için çabalıyor.

Fakat Biden’ın, dünyayı bir nükleer savaşa sürükleme gibi bir niyet taşımadığı bariz. Bu, Biden’ın planlarının bir parçası değil. Bilakis, mevcut hamleleri hem içeride hem de uluslararası arenada itibarını artırmaya yönelik bir girişim olarak okunmalı.

Biden’ın uluslararası sahnedeki zayıflığı, yakın zamanda Peru’daki zirvede daha da belirgin hale geldi. Aile fotoğrafında Biden’ın arka ve dış köşelere yerleştirilmesi, sembolik olarak onun düşen önemini gözler önüne serdi. Üstelik, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in, Trump ile iyi bir şekilde çalışabileceğini söylemesi, Biden’a dolaylı bir mesaj göndererek onunla artık çalışmak istemediğini ima etmişti. Bu durum, Biden’ın uluslararası alandaki pozisyonunu daha da zayıflattı.

Biden, görev süresinin kalan iki ayında daha fazla aşağılanmak istemiyorsa, şimdi hızlı ve etkili hamleler yapmak zorunda. Kendi döneminin, özellikle Jimmy Carter’ın başkanlığının son dönemine benzeyen bir şekilde sona ermesini istemediği belli.

Biden’ın ABD’nin uzun menzilli silahları için genişletilmiş hedeflerine ilişkin kararını hangi biçimde aldığına dair bilginiz var mı? Bu bir başkanlık kararnamesi, resmi bir hükümet kararı ya da yalnızca Kiev’e (ve kiminle) yapılan bir telefon görüşmesi şeklinde mi? Ve bugüne kadar silahların menzil sınırlaması nasıl sağlandı, yalnızca teknik bir yöntemle mi yoksa bir emirle mi?

Bu tür detayları elbette yalnızca doğrudan taraf olanlar bilir. Ancak kararın uygulanmasının üçlü bir işbirliğiyle gerçekleştirilmesi muhtemel. Amerikan, İngiliz ve Fransız askerleri saldırıları muhtemelen birlikte planlayacak. NATO kurumlarının bu süreçte pek bir etkisinin olacağını düşünmüyorum. Zira tecrübelere göre, büyük devletler stratejik varlıklarını paylaşmayı tercih etmez; bu, genelde herkesin kendi önceliğine göre hareket ettiği bir alan. Bu kapsamda özel harekât birlikleri, stratejik silahlar, uydu ve istihbarat bilgileri gibi yalnızca hükümet düzeyinde erişilebilen araçlar yer alır. Dolayısıyla, bu tür bir işbirliğinin halihazırda kurulmuş olması pek muhtemel değil. Belki bu süreç sıfırdan oluşturulmak zorunda kalabilir.

Şimdi bir hedefleme süreci başlatılması gerekiyor. Bu süreç, durum değerlendirmesinden hedef seçimine ve etkinlik analizine kadar uzanıyor. Bunun içinde istihbarat toplama, iletişim ve navigasyon uyduları yer alıyor. Bu uyduların bazıları muhtemelen doğru yörüngeye henüz yerleştirilmiş değil. Hazırlık çalışmalarına elektronik harp alanındaki tedbirler de dâhil. Geçtiğimiz ay Rusya’nın birkaç şehrinde bizzat şahit oldum ki, Ruslar GPS sinyallerini engelliyor ve hatta zaman zaman yanıltıcı sinyaller yayıyor. Yani, GPS cihazları yanlış konumlar tespit ediyor. Bu sapmaların 15 kilometreye kadar ulaştığını gözlemlemiştim.

Tüm bu süreç, devlet başkanlarının ya da başbakanların –Biden, Starmer ve Macron’un– silahlı kuvvetlerin başkomutanı sıfatıyla verdiği bir planlama talimatını gerektiriyor. Ön hazırlıkların, yani muhtemel planların ne kadar ilerlemiş olduğuna bağlı olarak, oldukça uzun sürebilecek bir planlama sürecinin başlatılması gerekebilir. Hangi hedeflere saldırılacağı konusunda Ukraynalılar belki önerilerde bulunabilir ama son söz büyük ihtimalle Amerikalılar, İngilizler ve Fransızlara ait olacaktır.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Gideon Levy: Böylesine korkunç savaş suçları işlenirken hiç bu kadar gurur duyulmamıştı

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız İsrail’in en köklü gazetelerinden Haaretz’de yayınlanan köşe yazısında İsrail’in Gazze’deki katliamları karşısında İsrail toplumunun etik ve ahlaki olarak nasıl dönüştüğü/dönüştürüldüğü anlatılıyor:

***

Siyonistlerin yeni ideali: Gazze Savaşı’ndan utanmayan bir İsrailli nesil

Gideon Levy

“Teachers for Change” (Değişim İçin Öğretmenler) adlı bir kuruluşun CEO’su ve eğitimci olan Yair Weigler, yedek kuvvetlerdeki uzun süreli görevinden yeni döndü.

“Gazze Şeridi’ndeki çeşitli mahallelerde ve mülteci kamplarında faaliyet gösterdik, biraz da plajlarında vakit geçirdik, ardından Lübnan’da göreve devam ettik… Aramızda yerleşimciler, Tel Avivliler, 2005’te [Gazze Şeridi’ndeki] Katif Bloğu’ndan tahliye edilenler vardı; silah arkadaşlarıydık, eğitimciler ve yüksek teknoloji çalışanlarıydık… tek bir tank bölüğüydük” dedi şiirsel bir dille, sanki ordudan sonra yurtdışında bir geziye çıkıp dönen genç bir adam gibi, ziyaret ettiği yerleri övüyordu. Ah, Şucaiye, ah, ne birlik ama. Ne ordu ne halk.

Eski Başbakan Naftali Bennett, eğitimcinin sözlerini paylaşmakta gecikmedi: “İsrail’de bir aslanlar kuşağı doğdu. Hiç şüphem yok ki bu çocuklar, savaşçılar ve yedekler, sivil hayata daha idealist, daha merhametli insanlar olarak dönecekler ve önümüzdeki 50 yıl boyunca bu ülkeyi yeniden inşa edecek insanlar onlar olacak. Umut var!”

Eğer Bennett’ın küçük örme kipasıyla sergilediği aşırı duygusallığı bir kenara bırakırsak bile, şaşkın ve çaresiz gözlerimizin önünde cereyan eden kaostan dehşete düşmemek elde değil. Yedi yirmi dört. Etnik temizlik ve toplu katliam artık birer ideal; savaş suçları ise daha değer odaklı ve “iyi” siviller yaratıyor. Bennett’ın anlayışında umudun anlamı işte bu.

İnanmakta güçlük çekiyor insan. İsrail’de bir öğretmenin yedek görevindeki son derece sorunlu deneyimlerini böyle ifade ettiğini, ılımlı sağ kanadın liderlerinden alternatif için umut olan birinin ise bu şekilde tepki verdiğini okuyoruz. 2024 İsrail’inde, ordunun Gazze ve Lübnan’da yaptıklarıyla ilgili bir özeleştiri işareti görmek şöyle dursun artık suçlar ve vahşet birer ideal düzeyine yükseltiliyor. Vatandaşlık derslerinde artık, on binlerce kadın ve çocuğun katledilmesinin nasıl bir “değer” haline geldiği tartışılacak. İşte bir toprak parçasını yok edip İsraillileri daha iyi vatandaşlar haline getirmenin yolu budur. Soykırım, bir eğitim atölyesi olarak sunuluyor.

Suçluluk duygusu, bir hesaplaşma veya etik sorgulamalar bekleyen herkes tam tersini buluyor. Yaptıklarından dolayı travma yaşayan, bitmek bilmeyen kâbuslar gören, işlediği vahşetler yüzünden uykusunda çığlık atan bir nesil bekleyenler, ulusal gururla karşılaşıyor. Siyonist ideal artık Gazze’de süren savaş. Uluslararası mahkemelerde tanımlanmayı bekleyen korkunç bir suç, tüm dünyanın haklı olarak dehşetle izlediği bir savaş, şimdi bir “değer” olarak yüceltiliyor. Burada bir aslanlar kuşağı doğdu.

Bu aslanlar kuşağı, bir an bile yaptıklarıyla yüzleşmeye cesaret edemeyecek kadar korkak. Bastırma ve inkârı anlamak mümkün. Sonuçta bunlar olmadan, böylesine anlamsız ve dizginsiz bir savaş sürdürülemezdi. Ancak İsrail bunu daha akıl almaz bir noktaya taşıdı.

Böylesine korkunç savaş suçları işlenirken hiç bu kadar gurur duyulmamıştı. Subaylar kameraların önünde Gazze’deki yıkıntılar arasında göğsünü kabartarak yürüyor. Etrafında, tüm bu yıkımın anlamını sorarak mesleğinin itibarını kurtaracak tek bir muhabir bile yok. Bunun amacı neydi, yasal dayanağı neydi, ahlaki boyutu neydi? Bize böyle bir yıkımı gerçekleştirme yetkisini veren neydi? Toprak yolda, koltuk değnekleriyle, tekerlekli sandalyelerde, açlıktan bitap düşmüş eşeklerin çektiği arabalarla gidip gelen, TV muhabiri Ohad Hamo’nun soracağı herhangi bir soruya bir damla su karşılığında yanıt vermeye hazır insanların oluşturduğu konvoylar var ve bu, Hamo’nun mesleki gururunu destekleyen bir gazetecilik başarısı olarak adlandırılıyor.

Rus televizyonunun Ukrayna’dan böylesi utanç verici bir görüntüyü yayınlamaya cesaret edebileceği şüpheli. Belki orada utanç buna engel olabiliyor. Burada ise utanma hissi yok. Ne Hamo, ne Kanal 12, ne medya, ne Weigler ne de Bennett’in söylediklerinde…

Mesele sadece İsrail’in utanma duygusunu kaybetmiş olması değil. Yaptıklarıyla gurur duyuyor. İsrailliler savaşı sadece gerekli bir kötülük olarak görmüyor, bizi bununla yaşamaya mahkûm eden bir durum olarak değerlendirmiyor. Şimdi savaş, bir değer modeli – pedagojik bir şiir olarak sunuluyor. Gazze Şeridi’nin kuzeyindeki sürgün ve güneyindeki katliam birer ulusal miras olarak tanıtılıyor, yakında fotoğraf albümleri ve müzelerle birlikte gelecek. Bunu telafi etmek çok daha zor olacak.

Bennett, vicdanı ve pusulası olmayan bu aslanlar kuşağının önümüzdeki 50 yıl boyunca ülkeyi inşa edeceğini vaat ediyor. Hayal edin. Bekleyip göreceğiz.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English