Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Protestan ahlakı olarak ‘wokeness’

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale Harper’s’ta yayınlandı. Makalenin yazarı, son yılların çok tartışmalı ‘wokeness’ [duyarcılık] meselesini, Avrupa’da kapitalizmin gelişimi döneminde ortaya çıkan ‘Protestan ahlakı’nın çağdaş bir uzantısı olarak inceliyor. Kamusal alanda iman tazeleme ritüelleri, insanlardan kendilerini sürekli ispatlamalarını talep etmektedir. Duyarcılığın mezhepçi bir iman şartı olarak değerlendirilmesi, ‘post-geç kapitalizm’in ruhunu anlamak açısından dikkate değer. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Gerekeni yapmak: Protestan etiği ve duyarcılık ruhu

Ian Buruma
Harper’s
Haziran 2023

‘Duyar’ [woke] hakkında yazmanın en az iki tuzağı var. Birincisi, aşırılıklarına yönelik herhangi bir eleştirinin ırkçılık, yabancı düşmanlığı, transfobi, kadın düşmanlığı veya beyaz üstünlüğü suçlamalarına yol açmasıdır. Diğer sorun ise, aşırı sağ tarafından kullanılan bir istismar terimi, ilerici sol için bir savaş çığlığı ve birçok liberal için utanç kaynağı olan kelimenin kendisidir.

Duyarın ne anlama geldiği konusunda kimse hemfikir değil. Sağcılar, okullardaki silahlı saldırıların artmasından Silicon Valley Bank’in çöküşüne kadar her şeyden bu kavramı sorumlu tutarken, solda duyarcı olarak tanımlanan pek çok kişi kendilerini sosyal ve ırksal adalet için uzun zamandır gecikmiş bir savaş veriyor olarak görüyor. Bu anlaşmazlıklar sadece siyasi değil. Aslında, bazen antipolitik gibi görünüyorlar. Duyarcılık üzerine yapılan tartışmalar, kelimenin de işaret ettiği gibi, genellikle ahlaki ve ruhani aydınlanma testleridir.

Bu nedenle Woke Racism [Duyar Irkçılığı] kitabının yazarı John McWhorter, ırkçılık karşıtı evanjelistleri tanımlamak için ‘woke’ kelimesini kullanmayı bırakıp onlara ‘seçilmişler’ demeye karar vermiştir. Bu doğru dini ve sınıfsal çağrışımlara sahiptir. Yazdığına göre Seçilmişler, ‘kendilerini seçilmiş olarak gören … çoğunun anlamadığı bir şeyi anlayan’ insanlardır. Modern öncesi Hıristiyanlar gibi, Seçilmişler de ya din değiştirmeli ya da ışığı görmeyenleri cezalandırmalıdır.

Ne var ki duyarcılığın dini kökleri oldukça özgündür. McWhorter’ın ‘din’ olarak adlandırdığı şey aslında Protestanlığın yarı-dinsel bir dalıdır ve New York Times köşe yazarı Ross Douthat’ı on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda Amerikan merkezini kasıp kavuran Evanjelik coşku dalgalarına atıfta bulunarak ‘Büyük Uyanış’ı yazmaya iten de budur. Douthat ve McWhorter, 2014 tarihli An Anxious Age (Endişeli Bir Çağ) adlı kitaplarında çağdaş ilerlemeciliğin ahlaki coşkusunun Protestan Sosyal İncil’in sekülerleştirilmiş bir mirası olarak anlaşılması gerektiğini savunan Katolik yorumcu Joseph Bottum’un çalışmalarından yararlanmışlardır (Bottum da ‘elit’ teriminin yerine ‘seçilmiş’ terimini tercih etmektedir).

Özünde Protestan bir olgu olarak duyarcılığı anlamak, son yıllarda geleneksel hale gelen bazı ritüellerin, özellikle de kamusal özürün arkasındaki mantığı anlamamıza yardımcı olur. Protestan geleneğini diğer semavi dinlerden ayıran unsurlardan biri de kamusal özür dilemeye verdiği önemdir. Katolikler rahiplere özel olarak günah çıkarır ve bir kez daha günah çıkarma zamanı gelene kadar günahlarından arınırlar. Pek çok Protestan, inançlarını kamuya açık bir şekilde itiraf ederek erdemlerini onaylamaya teşvik edilir.

Bu artık çok tanıdık bir hikaye haline geldi: bir erkek ya da bazen bir kadın, duyarsız ya da saldırgan olduğu düşünülen bir fikir beyan ediyor ya da bir kelime kullanıyor; toplum içinde özür diliyor ve yeterli kabul edilebilecek ya da edilmeyecek bir tür kefaret ödemeyi teklif ediyor. Bu tür özürler o kadar yaygın hale gelmiştir ki, insanlar genellikle bunların samimiyetinden şüphe duymaya meyillidir. Bu nedenle daha da samimi pişmanlık eylemleri talep edilir ve bu böyle sürüp gider.

Özür kişisel bir hata için olabilir: bir profesörün edebi bir metni yüksek sesle okurken N kelimesini(*) telaffuz etmesi ya da bir doktorun Afrikalı Amerikalılar arasındaki sağlık sorunlarının asıl sorumlusunun ‘yapısal ırkçılık’ olmadığını söylemesi gibi. Ya da bu, siyasi liderlerin sorumluluk almaya zorlandığı tarihsel bir yanlış olabilir. Bu durum genellikle Protestan geleneğe sahip devletlerde görülür. Hollanda Başbakanı Mark Rutte geçtiğimiz Aralık ayında Hollanda’nın transatlantik kölelikteki rolü için özür diledi. Rutte bunu yapan ilk Hollanda başbakanı oldu ve ancak uzun bir tereddütten sonra bunu yapabildi.

Bu tür özürler tarihi yaraların sarılmasına yardımcı olabilir. Batı Almanya Şansölyesi Willy Brandt, 1970 yılında eski Varşova gettosunun bulunduğu yerde diz çökerek yaptığı resmi kefaret eylemi nedeniyle haklı olarak takdir edilmiştir. Ama çağdaş ahlaki inançlara uymayan bir görüş için özür dilemek zorunda kalmak, ideolojik diktatörlüklerde ya da katı dini cemaatlerde beklenebilecek farklı bir durumdur.

Tam teşhir adına söylemeliyim ki, New York Review of Books’taki editörlük görevimi kaybettiğimde ben de böyle bir olayın tam ortasındaydım. Tartışmalı bir figürün tartışmalı bir yazısını yayınlamıştım. Makalenin esası konusunda haklı olarak görüş ayrılıkları olabilirdi. Ama asıl mesele bu değildi. Eleştirmenler, cinsel saldırı suçundan yargılanmış ve beraat etmiş bir adam olan yazara, olaydan sonraki hayatı hakkında yazması için bir ‘platform’ verilmemesi gerektiğine inanıyordu. Ona söz hakkı tanıyarak, suç ortaklığı yapmış olmuştum ve başka bir dergideki iyi niyetli bir editörün görüşüne göre, kamuoyu önünde özür dileyerek pişmanlığımı belirtmeliydim.

Halka açık ikrar ritüeli Avrupa’da Reform ile başlamıştır. Yahudiler ve Katolikler dini cemaatlerine küçük çocuklarken törenle kabul edilirken, Anabaptistler gibi pek çok Protestan, bazen sözde ihtida anlatılarında, yetişkin olarak din kardeşlerinin önünde inançlarını ilan eder. Kamuya açık tasdik fikri özellikle on yedinci yüzyılda Lutherciliğin bir dalı olan Pietizm için önemliydi. Pietizm de New England Püritenleri de dahil olmak üzere birçok Hıristiyan mezhebi üzerinde büyük bir etkiye sahipti. Tarihçi Edmund S. Morgan’ın ifadesiyle, Püriten kiliseleri ‘dini deneyimlerin anlatıldığı bir eleme süreciyle üyelerinde inancın varlığını’ garanti altına alıyordu.

Sinclair Lewis’in aynı adı taşıyan romanındaki Evanjelik dolandırıcı Elmer Gantry’yi düşünün. Gantry seri bir günahkâr ve seri bir günah çıkarıcıdır. Kitabın sonlarına doğru, gerçek inananların arasına geri dönebilmek için işlediği pek çok günah için bir kez daha af diler ve hemen ardından korodaki genç bir kadının ‘çekici ayak bileklerine’ bakar. İnananlar ‘Hallelujah!’ diye haykırır ve Gantry dua eder:

Tanrım, bu günü yeni ve daha güçlü bir yaşamın başlangıcı, tam ahlak ve Hıristiyan kilisesinin tüm ülkeye egemen olması için bir haçlı seferinin başlangıcı olarak saymama izin ver. Sevgili Tanrım, senin işin daha yeni başladı! Bu Birleşik Devletleri ahlaklı bir ulus haline getireceğiz!

Bu duygunun yankıları, her Pazar günü televizyon vaizleri insanları ellerini havaya kaldırarak milyonlarca izleyiciye günahlarını itiraf etmeye ve ardından da maddi katkıda bulunmaya davet ettiğinde duyulabilir. Aynı şey, geçmiş on yıllarda, talk show yıldızlarının hata yapan film yıldızlarına günah çıkaran kişiler olarak davrandıkları Oprah Winfrey Show gibi daha seküler (ama daha az törensel olmayan) televizyon programlarında da görülebilir.

Bu Protestan geleneğindeki bireyin kendi cemaatiyle olan ilişkisi dindar Katolikler ya da Yahudilerden çok farklıdır. Kurtuluş öncelikle hiyerarşik bir kiliseye ya da sinagoga ait olmakla aranmaz. Protestanlar Tanrı’nın lütfuna giden yolu kendi kendilerini sorgulayarak, kamusal tanıklık yaparak ve kusursuz erdemi gösteren eylemlerde bulunarak kendileri bulmak zorundadır. Bu sürekli bir süreç olmalıdır. Max Weber, The Protestant Ethic and the Spirit of Capitalism [Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu] adlı ünlü kitabında, Protestan idealinin, Katoliklerin bireysel iyilikleri yavaş yavaş biriktirme amacından daha zorlu olduğunu gözlemlemiştir. Günahlar özel kefaret ayinlerinde affedilmez – bir kişinin günah işlemesi ve bağışlanması için adeta günah defteri temizlenir. Kurtuluş daha ziyade, ‘her an, seçilmiş ya da lanetlenmiş olmak gibi amansız bir alternatifin önünde duran sistematik bir özdenetimde’ yatar. Tanrı kendilerine yardım edenlere yardım eder. Seçilmişler için erdem sinyallemeleri asla durmaz.

Weber’e göre, Protestanların ahlaki mükemmellik hedefine ulaşmak için çabalayanları karakterize eden şey ‘sıkı çalışma ruhu’ idi. Bu, kelimenin tam anlamıyla, dürüst emek yoluyla servet biriktirme işi olarak yorumlanabilir. Fakat bu emek ve onun maddi meyvesi, ahlaki gelişimin manevi çalışmasıyla el ele gider. Irkçılık karşıtlığı teorisyenlerinin ‘gerekeni yapmak’ olarak adlandırdıkları ve hem kişinin mevcut aydınlanmasının hem de sürekli ve sonsuz kendini geliştirme taahhüdünün bir işareti olarak işlev gören şeyde açık çağdaş paralellikler vardır.

Protestan –özellikle Kalvinist veya Püriten– düşüncesinde seçilmişlerden biri olmak, kendini ibadete ve sessiz tefekküre adamış aziz bir keşiş olmak değil, inancı ve erdemi, ‘bu Birleşik Devletler’i ahlaki bir ulus’ yapmakta olduğu gibi, dünyayı iyileştirmek için durmaksızın faaliyet göstererek ifade edilen bir tür ruhani girişimci olmaktır. Bu nedenle Weber, Protestan inançlarının kapitalist girişim için çok uygun olduğunu savunmuştur. Çok çalışmak sadece manevi bir görev değil, aynı zamanda dünyevi bir görevdir: eğer çok çalışmak büyük bir zenginlikle sonuçlanırsa, bu da kişinin kutsanmışlar arasında sayılabileceğinin bir işaretidir. Protestan geleneğindeki ahlaki gayretkeşlik, maddi başarı ile birlikte ilerleme inancıyla tamamen uyumludur. Katoliklerin manastırda yoksulluk içinde bir yaşam süren azizlere duyduğu saygı bu hassasiyete yabancıdır.

Weber bireysel girişim, endüstri, rasyonel sosyal organizasyon ve Protestan ahlakının diğer faydalarını onaylamıştır. Fakat aynı zamanda bunun yol açabileceği sert hoşgörüsüzlüğün de farkındaydı. “Seçilmiş ve kutsal olanın bu ilahi lütuf bilinci,” diye yazmıştı,

Kişinin komşusunun günahına karşı, kendi zayıflığının bilincine dayanan sempatik bir anlayış değil, ebedi lanetin işaretlerini taşıyan bir Tanrı düşmanı olarak ona karşı nefret ve aşağılama içeren bir tutum eşlik ediyordu.

İster ilk günah, ister ruhun ölümsüzlüğü ya da ırkçılık karşıtlığı ile ilgili olsun, dogma ile ilgili sorun şüpheciliği yasaklamasıdır. Kutsal olarak kabul edilen bir şey hakkında çekincelere sahip olmak, inançsız ya da daha kötüsü kafir olmak ve dolayısıyla kovulması gereken biri olmaktır. “Seçilmişler için,” diye yazıyor McWhorter, “ırkçılık Şeytan’la eşdeğerdir.”

Dahası, Seçilmişler her yerde Şeytan’ın işlerini görürler. Tarihçi Richard J. Hofstadter 1964 yılında bu dergide yazdığı bir yazıda ‘paranoyak tarz’ı Amerikan siyasetinin yinelenen bir özelliği olarak teşhis etmiş ve taraftarlarının tüm toplumsal çatışmaları ‘iyi ile kötü arasındaki ruhani bir güreş müsabakasına’ dönüştürdüğünü belirtmiştir. İlk tezahürlerinden bazıları, ülkeye ‘Papa’nın köleleri’ tarafından sızıldığından endişe eden Protestan ‘militanları’ içeriyordu.

Bireycilik ve sivil erdem, Tocqueville’in Amerika’da Demokrasi’sinde zaten uygun bir şekilde tanımlanmış olan Kuzey Amerika toplumunun klişeleşmiş sütunlarıdır. Bir de uzun süredir devam eden göreli sınıfsızlık yanılsaması var. Sınıf hiyerarşileri Eski Dünya içindi; Amerika herkesin başarabileceği bir ulus olmayı arzuluyordu. Doğal olarak kapitalizm, Avrupa’da orta sınıfın yükselişinden ve toprak sahibi aristokrasinin (ve Katolik ülkelerde ruhban sınıfının) kendi statü işaretlerine sahip bir yönetici elit olarak yavaş yavaş yerini almasından ayrı tutulamaz. Çoğunluğu Protestan olan ülkelerde bu işaretler, üstün erdem nedeniyle seçilmiş olma duygusuyla ilgiliydi.

On yedinci yüzyıl Hollanda resimlerinde, meşe masaların etrafında ciddiyetle toplanmış, ağırbaşlı siyah giysiler ve beyaz fırfırlar giymiş, hak eden yoksullara sadaka dağıtan o suratsız ileri gelenleri düşünün. Bazıları Brezilya ve diğer Hollanda sömürgelerindeki köle plantasyonlarıyla ticaret yaparak ya da köle ticaretinin kendisinden zengin olmuş olabilir. Fakat sadık Kalvinistler olarak, kendilerini aile soyu ya da toprak sahipliği nedeniyle değil, ahlaki doğrulukları nedeniyle seçilmiş kişiler olarak görürlerdi. Aynı durum, otokratik Kral I. Charles’a ve onun papaz usüllerine karşı ayaklanan Püriten ve Presbiteryenlerden oluşan Oliver Cromwell’in Roundhead’leri(**) için de geçerliydi.

Hollanda Altın Çağı’nın bu kendini beğenmiş değerlerini, sömürge kölelerinin sırtından kazanılan servetin tadını çıkarıp hala kendilerinden daha kutsalmış gibi davranarak ikiyüzlülükle suçlayabiliriz. Ancak günümüzde pek çok insanın davranışlarında aynı Protestan kendini beğenmişliğinin (ve ikiyüzlülüğünün) izlerini görmek mümkündür. Çağdaşlarımız arasındaki eşdeğerler arasında, sağcı Cumhuriyetçi politikacılara para bağışlamadan önce NFL oyun kurucusu Colin Kaepernick’in yer aldığı ırkçılığa karşı bir reklam kampanyasını onaylayan Nike’ın kurucu ortağı Phil Knight sayılabilir. Ya da şirketi Amazon, polis departmanlarına yüz tanıma yazılımı satarken ana sayfasını Black Lives Matter afişiyle süsleyen Jeff Bezos.

İlk Büyük Uyanış döneminden farklı olarak, günümüzdeki püritanizm dalgası derme çatma dua çadırlarında toplanan saf kırsal kesim insanlarının değil, yüksek eğitimli kentli sofistike insanların himayesindedir. Günümüzde Seçkinler, bankalar ve küresel şirketlerden prestijli kültürel vakıflara, müzelere ve sağlık kuruluşlarına, kaliteli gazetelere ve edebiyat dergilerine kadar neredeyse yalnızca seçkin kurumlarda faaliyet gösterme eğilimindedir. Ancak çoğu insandan daha iyi durumda olmak, Seçilmişler sosyal adalet arayışına bağlılıklarını açıkça ifade ettikleri sürece erdemli hissetmeye engel değildir.

Örneğin, Fortune 500 şirketlerinin, doğru değerlere bağlılık yemini eden bir Çeşitlilik, Eşitlik ve Kapsayıcılık (DEI) bildirisi yayınlamaları, bu değerlerin şirketin yaptıklarından ne kadar uzak olduğuna bakılmaksızın, neredeyse zorunlu hale gelmiştir. “Farkındalıktan eyleme bağlılığa uzanan bir yolculuktayız” (PepsiCo, Inc.); “Çeşitlilik ve kapsayıcılık kültürümüzün temelidir ve doğru olanı yapma değerlerimizi yansıtır” (Lockheed Martin); “Uzun zamandır kapsayıcılığı, çeşitliliği ve eşitliği teşvik etmeye kararlıyız” (Goldman Sachs). Bu sözler bir abur cubur üreticisinden, bir silah üreticisinden ve bir yatırım bankasından geldiği için kulağa içi boş gelebilir, ancak önemli olan Protestan ayini gibi halka açık bir şekilde okunmalarıdır.

Aynı ikiyüzlülük, şu anda üç tam zamanlı çeşitlilik görevlisinin yanı sıra ‘ırk temelli travmatik stres’ ile başa çıkmak için eğitilmiş bir psikolog ekibinin ve ebeveynler ve öğrenciler için yıllık önyargıya karşı [antibias] eğitim oturumlarının bulunduğu Manhattan’daki Dalton (eğitim ücreti 61.00 dolara kadar çıkmaktadır) gibi üst düzey özel okullarda da hüküm sürmektedir. Bu arada Amherst College (eğitim ücreti 66.000 dolar), beyaz personel ve öğretim üyelerine ‘ırkçılık karşıtı çalışmalara başlamak ve daha derine inmek için bir dizi kendini yansıtma faaliyeti ve eylem adımı’ konusunda rehberlik edecek yeni bir Meslektaş Kaynak Grubu sağlamayı teklif etti. Bu öğretide beyaz ayrıcalığı ilk günah gibidir. Zengin ya da fakir, kişi bununla doğar. Beyaz bir kişi, tıpkı doğuştan günahkâr olduklarına inanan Protestanlar gibi, suçluluğunu itiraf etmeye devam ettiği sürece ırkçılık karşıtı olarak kabul edilebilir.

Irkçılık karşıtlığının özellikle azınlıkların tarihsel olarak yeterince temsil edilmediği süslü okullarda ve işletmelerde önemli olduğu iddia edilebilir. Ayrıcalıklı tutumlar konusunda bir şeyler yapılacaksa neden en tepeden başlanmasın? Suçluluk duygusu da en prestijli kurumlarda bu tür önlemler için gösterilen gayreti açıklayabilir. Daha az hayırsever bir açıklama ise, ırkçılık karşıtı ritüelleri yerine getirmenin –çeşitlilik görevlilerini işe almak, ırkçılık karşıtı eğitim oturumlarını zorunlu kılmak, asil açıklamalar yapmak– kamu okullarını ve hizmetlerini iyileştirmek için daha yüksek vergiler ödemekten daha kolay olduğudur. Dalton’da bin çeşitlilik görevlisi işe almak Harlem ya da Bronx’taki yoksul siyah çocuklar için pek bir şey yapmayacaktır. Bu yaklaşımın tehlikesi, Joan Didion’un bir zamanlar başka bir bağlamda ifade ettiği gibi, ‘gerçek sosyal ve ekonomik güçleri’ ‘kişiselleştirecek ve nihayetinde belirsizleştirecek’ şekilde düzenlemektedir.

James Baldwin, beyaz liberallerin siyah kadın ve erkeklerin altmışlı yıllarda Siyah Müslümanlara neden katıldıklarını anlamadıklarını yazarken, bu anlayışsızlıklarını şöyle dile getirmiştir:

Liberallerin tutumlarının [siyahların] algıları ya da [siyahların] yaşamları ve hatta [siyahların] bilgileriyle ne kadar az bağlantılı olduğunu ortaya koymuştur – aslında, zenciyi bir sembol ya da kurban olarak ele alabildiklerini, ancak onu bir insan olarak algılamadıklarını göstermiştir.

Neredeyse her şeyin bir sembol haline geldiği, maddi koşullardan kopuk tartışmalar, siyasi bir zihniyetten ziyade Protestan bir zihniyetle karşı karşıya olduğumuzun işaretlerinden biridir. Seçilmişler, baskının ‘yapısal’ doğasından bahsetmeyi sever, fakat ilerici erdemin ya da sağdaki duyar karşıtı tutumların kamusal performansı, genellikle ciddi ve sistematik reform tartışmalarının yerine geçer.

Seçilmişleri ayıran şey sadece zenginlik değildir. Donald Trump ve milyarder destekçileri, kendilerini aydınlar arasında konumlandıran üniversite profesörlerinden ve müze küratörlerinden çok daha fazla paraya sahiptir. Her ne kadar elit eğitimin maliyeti zenginler ve fakirler arasındaki uçurumu genişletse de, bu ille de bir doğum meselesi de değildir. Protestan etiğinin günümüzdeki mirasçıları için statü, sosyal ve kültürel konularda doğru fikirlere sahip olmakla tanımlanmaktadır.

Bu durum, işçi sınıfının ekonomik çıkarlarını temsil etmekten kültürel ve sosyal amaçları desteklemeye doğru solda yaşanan daha geniş çaplı bir değişimle bağlantılıdır. Birçok Batı ülkesinde görülebilen bu değişim, işçi sendikalarının azalan gücüyle aynı döneme denk gelmiştir. Bu durum özellikle Margaret Thatcher ve Ronald Reagan’ın özgürlüğün öncelikle serbest piyasa meselesi olduğu fikrini öne sürdüğü seksenli yıllarda İngiltere ve ABD’de geçerliydi. Fakat ırksal kimlik, feminizm ve eşcinsel özgürlüğü gibi hepsi de gerekli ve övgüye değer davalar olan kültürel politikalar, ilericiler arasında daha altmışlı yıllarda etkili olmaya başlamıştı.

ABD’deki en büyük bölünme, siyahların yurttaşlık hakları söz konusu olduğunda pek de ilerici olmayan birçok sendika üyesi tarafından desteklenen Vietnam Savaşı’ydı. O dönemin Demokratik siyaseti hakkında yazan Richard Rorty, sol liberallerin uzun süredir kapitalizmin adaletsizliklerini ve ‘bencilliğini’ ortadan kaldırmanın aynı zamanda ırk ayrımcılığının belasını da ortadan kaldıracağını varsaydığını iddia etmiştir. Gelgelelim Altmışlar boyunca sol, odağını iktisadi bencillikten toplumsal ve kültürel sadizme çevirmeye başladı. “Altmışlı yılların Yeni Sol’unun mirasçıları,” diye yazıyordu, “akademi içinde bir kültürel Sol yarattılar. Bu solun pek çok üyesi ‘farklılık siyaseti’, ‘kimlik siyaseti’ ya da ‘tanınma siyaseti’ olarak adlandırdıkları konularda uzmanlaşmıştır.” Ve işçilerin, özellikle de beyaz işçilerin çıkarları bu siyasette hiçbir zaman büyük bir yer tutmamıştır.

Sömürgecilikten duyulan suçluluk duygusunun beyaz Amerikalıların kölelikten duyduğu suçluluk duygusuna benzer bir rol oynadığı Avrupa’da, bu siyasi eğilim genellikle Üçüncü Dünyacılık biçimini aldı. Kendilerine sosyalist dedikleri sürece Batılı olmayan diktatörler idealize edildi ve dünyanın kötülüklerinden Batı emperyalizmi sorumlu tutuldu. Bu durum Mao’ya tapınma ya da bazı yanlış yönlendirilmiş çevrelerde Kamboçya’nın katil Kızıl Kmerlerine hayranlık gibi pek çok saçmalığa yol açtı.

Farklılık politikaları genellikle siyahlar, kadınlar, eşcinseller ve ayrımcılığın acısını hisseden diğerleri tarafından başlatılmıştır, ancak daha sonra beyaz elitin üyeleri tarafından benimsenmiştir. Tom Wolfe’un Leonard Bernstein’ın Kara Panterler için verdiği kokteyl partisini anlattığı ünlü ‘Radikal Şıklık’ yazısında yaptığı gibi, bunu sadece bir tür moda öğesi olarak görmek eğlenceli ama biraz da haksızlıktı. Yeni Sol’un bazı figürleri iktisadi eşitsizliklerin yanı sıra kimlik sorunlarıyla da ilgileniyordu.

Fakat solun kültürel öncelikleri ile iktisadi gündemi arasındaki mesafe doksanlı yıllarda ilericiler için ciddi bir sorun haline geldi. O zamana kadar liberal ve muhafazakâr iktisat politikaları arasındaki farklar asgari düzeye inmişti. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra liberaller arasında sosyalizm kokan ya da sosyoekonomik iyileşme için güçlü bir aktör olarak devleti içeren her şeye karşı yaygın bir hayal kırıklığı vardı. Çok az insan da emeğin gücünün yeniden canlanmasını arzuluyordu. Tony Blair’in Ticaret Bakanı Peter Mandelson’ın bir keresinde Blair’in yeni görünümlü İşçi Partisi için söylediği gibi: “İnsanların çok zengin olması konusunda son derece rahatız.”

Ilımlı muhafazakârlar gibi liberaller de küreselleşme konusunda son derece rahattı; bu, uluslararası kurumlar tarafından denetlenen bir tür sınırsız küresel ekonomiydi. Şirketler ürünlerini işgücünün en ucuz olduğu yerde üretmekte özgürdü. İlericiler çok kültürlülüğe inandıkları için, muhafazakârlar ise ülkedeki işgücü maliyetini düşürdüğü için daha zengin ülkelere göçü teşvik ediyorlardı.

Küreselleşmeden pek çok insanın faydalandığına şüphe yok – sadece şirket CEO’ları değil, profesörler, yazarlar, film yapımcıları, gazeteciler, aktörler, konferans organizatörleri, vakıf yöneticileri ve müze küratörleri, kısacası tam da Seçilmişler’i oluşturma eğiliminde olan türden insanlar. Ben de kendimi onların arasında sayıyorum. Uluslararası bir gazeteci olarak, cömert göç politikaları, bireysel girişimler ve kültürel ve mutfak hayatını zenginleştiren karma kent nüfuslarının olduğu kozmopolit bir dünyada yaşamanın faydalarını takdir ediyorum. Uluslararası ticaret anlaşmalarının genel olarak iyi bir şey olduğunu düşünüyorum ve Avrupa Birliği’ni destekliyorum.

Fakat benim gibi küreselleşmeden yararlananlar, özellikle 2008 mali krizinden bu yana, bundan herkesin kazançlı çıkmadığını görmezden gelemezler. Zengin ülkelerdeki sanayi işçileri, fabrikalar denizaşırı ülkelere taşındığında işlerini kaybettiler. Yeni göçmenler genellikle en düşük ücretli işler için zaten dezavantajlı topluluklarla rekabet etti. AB, kriz dönemlerinde Yunanistan gibi daha yoksul Avrupa ülkelerine iyi davranmadı. Bu arada, eğitimli liberaller arasında ulusal duyguları aşağılama eğilimi, daha az iyi durumda olan insanları, onlara gurur duygusu veren tek şeyden mahrum bırakmanın bir yolu olarak algılanabilir.

Çıkar çatışmalarının var olması kaçınılmazdır. Akla gelebilecek her sistem kazananlar ve kaybedenler yaratır. Fakat Seçilmişler çok sık olarak kendini beğenmiş bir ahlakçılığa başvurmaktadır. Bir tarafta tüm aydınlanmacı tutumları benimseyenler, diğer tarafta ise Barack Obama’nın sözleriyle ‘hayal kırıklıklarını açıklamak için silahlara, dine ya da kendileri gibi olmayan insanlara karşı antipatiye, göçmen karşıtlığına ya da ticaret karşıtlığına sarılan’ reform karşıtları.

Benzer bir dinamik, AB’yi eleştiren Avrupalıların ‘yabancı düşmanı’ olarak nitelendirilmesinde de görülebilir. Ya da eski mahallelerinde artık kendilerini evlerinde hissetmediklerinden şikayet eden insanlar ‘ırkçı’ olarak adlandırıldıklarında. Bazı durumlarda, hatta belki de birçok durumda, bu etiketler geçerli olabilir. Fakat belirli bir siyasi ve iktisadi düzenden fayda sağlayanlar aynı zamanda ahlaki üstünlük iddiasında bulunduklarında ve kendilerini eleştirenleri kötü günahkârlar olarak kınadıklarında, kendini beğenmişlik güçlü bir ikiyüzlülük havası taşır. Daha da kötüsü, kültürel siyasetin ahlakçılığı ve ırk, cinsiyet ve toplumsal cinsiyet üzerindeki saplantılı ısrarı, çoğu zaman çağımızın temel sorunu olan zengin ve yoksul arasındaki tehlikeli uçurumun üstünü örtmektedir.

Siyahi Marksist düşünür Adolph Reed bunu şu şekilde ifade etmiştir:

Eğer eyleme geçirilebilecek tek adaletsizlik ayrımcılıksa, o zaman iktisadi eşitsizlikten bir sorun olarak bahsetmek için artık hiçbir dayanak kalmamıştır. Bu, toplum iktisadi açıdan giderek daha eşitsiz hale geldikçe gerçekleşir.

Kültürel ve toplumsal elitlerin iyi talihimiz için özür dileme ve ahlaki referanslarımızı endişeyle onaylama eğilimi, daha az şanslı olanları desteklemek için hiçbir şey yapmıyor.

Seçilmişler yanlış sınıf savaşını yürütüyor. İlericiler, güçlü çıkar gruplarına karşı savunmasız ve korunmaya muhtaç olan tüm insanların yanında olmalıdır. Kamuya mal olmuş kişilerin ahlakına yönelik yarı Protestan takıntı, gerekli reformların yapılmasını sağlamayacaktır. Kapsayıcılığı, çeşitliliği ve ırksal adaleti olumlayan açıklamalar kulağa radikal gelse de, genellikle kamu eğitimini ve sağlık hizmetlerini iyileştirmek ya da daha fazla eşitlik yaratan vergi reformları getirmek gibi çok daha zor görevlerden uzaklaştırır. Bu çalışmalar, yoksul ve dışlanmış insanların refahı için erdem gösterilerinden çok daha fazlasını yapacaktır.

Demokratların son ara seçimlerdeki göreceli başarısı, ilerici politikacılar arasında bu konuda artan bir farkındalık olduğunu gösterdi. Yerel iktisadi sorunlara odaklanmak birçok Demokratın koltuk kazanmasına yardımcı oldu. Batı demokrasilerinin mevcut sağ popülizm ve sol ahlakçılık dalgalarının üstesinden gelme şansı var, ama Seçilmişler püriten gayretlerini yumuşatmayı öğrenebilirlerse beklentiler çok daha iyi olacaktır. Marx’a biraz daha dikkat ederek ve Luther ve Calvin’in uzun gölgelerinde biraz daha az zaman geçirerek başlayabilirler.


(*) N kelimesi: Kuzey Amerika’da kullanımı bir zamanlar aşağılayıcı/ırkçı bir ton taşıyan ‘Nigger’ [Zenci] sözcüğünün baş harfi. (ç.n.)

(**) Roundhead: İngiliz İç Savaşı’nda parlamento ve Cromwell yanlılarına verilen isim. Saç tıraşları kısa olduğu için bu şekilde (“Yuvarlak Kafa”) adlandırılmışlardır. (ç.n.)

DÜNYA BASINI

Moskova ve Pekin, Sibirya’nın Gücü-2 boru hattında neden anlaşmaya varamadı?

Yayınlanma

Yazar

Denis Morohın
Novaya Gazeta Europe
1 Temmuz 2024

Mayıs ayında Pekin’e gerçekleştirdiği bir başka resmi ziyarette Kremlin’in Çin ile “sınır tanımayan” ortaklığını iyimser bir şekilde dile getirmesine rağmen Vladimir Putin, Çin’e yeni bir boru hattı üzerinden gaz ihracatı için uzun süredir beklenen sözleşmenin imzalanmasına yaklaşılamaması nedeniyle gezisinden bir kez daha eli boş döndü.

Moskova ile Pekin’in Sibirya’nın Gücü doğalgaz boru hatlarından ikincisi konusunda son 20 yıldır içine düştükleri çıkmaz, büyük ölçüde Çin’in kendisine büyük avantajlar sağlamayan bir anlaşma yapma konusundaki isteksizliğine bağlanabilir. Pekin, bu dev altyapı projesini ilerletmek yerine, Moskova tarafından sunulan her yeni imtiyazı, bazen tüm teşebbüsü kasıtlı olarak sabote ediyormuş gibi görünse bile geri çevirmekten hoşnut görünüyor.

Moskova, Pekin’in bitmek bilmeyen talepleri karşısında ne kadar hayal kırıklığına uğramış olsa da çok farklı bir konumda; doğalgaz ithal etmek için birden fazla kaynağa sahip olan Çin’in aksine Rusya, yakın zamana kadar ana alıcısı olan Avrupa’yı neredeyse tamamen kaybetti ve yerine henüz benzer büyüklükte bir alıcı koyamadı. Tüm bunlar Çin’e kendi koşullarını dikte etme ve utanmadan Moskova’ya uç talepler sunma imkânı sağlıyor.

Rusya’nın enerji devi Gazprom ve Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC), Putin’in ikinci devlet başkanlığı döneminin ortalarında, 2006 yılında önerilen boru hatları için çerçeve belgeleri imzaladı. Proje, iki boru hattı inşa edilmesini öngörüyordu; bunlardan ilki Rusya’nın Uzak Doğusundan doğu rotasını izleyerek Habarovsk’tan Vladivostok üzerinden Çin’e uzanacaktı ve Sibirya’nın Gücü olarak adlandırılmıştı. İkinci boru hattı ise Batı Sibirya’yı Çin’e bağlayacaktı ve başlangıçta Altay boru hattı olarak adlandırılmış olsa da 2010’ların ortalarında adı Sibirya’nın Gücü-2 olarak değiştirildi. Sibirya’nın Gücü 2019’da faaliyete geçerken Sibirya’nın Gücü-2’nin inşaat çalışmaları, şartlar ve koşullar hala müzakere edildiği için henüz başlamadı. Karşılaşılan engellerden bazıları şunlar:

Birinci şart: Çin’e Rusya’nın yerel fiyatlarından gaz satmak

İlk çerçeve belgelerinin imzalanmasından kısa bir süre sonra Pekin, Moskova’ya gazını Avrupa’ya sattığı fiyatın yarısına hatta üçte birine satması için baskı yapmaya başladı. Hatta Çin’in Rus gazını ülkenin iç pazarı için kullanılandan daha da düşük bir fiyattan satın almak istediğine dair haberler çıktı.

CNPC başlangıçta 1000 metreküp için 70 dolar fiyat talep ettiyse de daha sonra bu rakamı yükseltti ve 100 dolar fiyatta anlaştı. Yine de bu fiyat, Gazprom’un Avrupa’ya sattığı 250 ila 300 dolardan üç kat daha düşüktü.

Böylesine mantıksız talepler karşısında Moskova, müzakereleri tamamen kesmeyi ve bunun yerine yurt içi gaz satışlarını artırmaya odaklanmayı tercih etti. Putin ile Çin yönetimi arasında birkaç tur süren müzakerelerin ardından Altay projesi 2009 yılında süresiz olarak askıya alındı.

Fakat Moskova, anlaşmaya varamaması halinde devasa ve hızla büyüyen Çin pazarına erişimini tamamen kaybedebileceğinden ve Çin’in doğalgaz tedariki için kısa sürede alternatif kaynaklar bulacağından endişe ediyordu. Ayrıca, Rusya’nın güçlü inşaat ve metalürji lobileri yeni boru hatlarının inşası için yoğun lobi faaliyetleri yürütürken Avrupa pazarında rekabet, ABD’den sıvılaştırılmış doğalgaz (LNG) sevkiyatındaki artış ve Azerbaycan’dan artan gaz ihracatı nedeniyle şiddetleniyordu.

Bu baskılar Rusya’yı 2011 yılında tekrar müzakere masasına oturtmaya yetti ama taraflar bir kez daha ihracat fiyatı konusunda anlaşmaya varamadı. Rusya, Çin’in Avrupa’ya uyguladığı fiyat olan 1000 metreküp başına yaklaşık 350 doları kabul etmesini umarken Pekin, Rusya’ya sadece Türkmenistan’a ödediği kadar —yaklaşık 250 dolar— ödemeye hazırdı, bu nedenle müzakerelerde yine ilerleme kaydedilemedi.

Ancak Financial Times’ın mayıs ayındaki haberine göre Çin, Sibirya’nın Gücü-2’den Rusyalı yetkililer tarafından düzenlenen yerel fiyatları üzerinden gaz satın almasına izin verilmesi yönündeki ilk talebine geri döndü. Şu anda, bölgeye bağlı olarak bu fiyat, 1000 metreküp için yaklaşık 62 dolar.

Bu durum özellikle 2023 yılında Çin’in orijinal Sibirya’nın Gücü hattından satın aldığı gazın fiyatının 1000 metreküp için 287 dolara yükselmesiyle dikkat çekici —2021 yılında sadece 159 dolar ödedikten sonra— Avrupa’nın Rus gazı ithalatı için ödediği fiyatı bile aştı.

Ancak Reuters tarafından elde edilen gizli belgelere göre, fiyat 2027 yılına kadar 157 dolara düşebilir ve bu da sadece geçen yıl 6,3 milyar avroluk rekor bir zarar açıklayan Gazprom için ek mali kayıplara neden olur. Gazprom, 2023 yılında toplam 12 milyar avro zarar etti, ancak bu zarar kârlı petrol ve elektrik satışlarıyla kısmen telafi edildi.

İkinci şart: Fiyatın pahalı yakıtlara sabitlenmemesi

Bir diğer önemli engel de doğalgaz satış fiyatının hesaplanmasında kullanılan fiyat formülü oldu; bu formül, oranı dünya piyasalarında toplu olarak kıyaslama ölçütü olarak bilinen çeşitli yakıt türlerinin fiyatına bağladı.

Uluslararası gaz alım sözleşmeleri genelde Japonya Crude Cocktail (JCC), ABD’deki Henry Hub ve AB ve Birleşik Krallık’taki yakıt borsa kotasyonları gibi çeşitli endekslere bağlı. 2000’li yılların sonlarında Çin, Gazprom’un gaz ihracat fiyatlarını oldukça yüksek olan JCC kriterine bağlama önerisini reddederek şirketin projeyi bir kez daha birkaç yıllığına rafa kaldırmasına neden oldu.

Esasında Çinliler, 2013 yılında her iki boru hattı üzerinden gaz sevkiyatı için o dönemde ABD pazarındaki arz fazlası nedeniyle düşük olan ABD’deki kaya gazı fiyatlarına dayalı sabit bir fiyat üzerinde anlaşmayı önermişti. Fakat Ruslar Pekin’in önerisine itiraz ederek fiyat üzerinde zaten anlaşmaya varılmış olduğunu vurguladı. Bu durum müzakereleri bir kez daha rayından çıkardı.

Moskova ya da Pekin’den bu sözleşmenin herhangi bir kritere bağlanması yönünde bir talep gelip gelmediği bilinmiyor, ancak analistler Çin’in güçlü müzakere pozisyonunun avantajlı bir fiyat bağı için direnmesini sağladığına inanıyor. Novaya Gazeta’ya konuşan Enerji ve Temiz Hava Araştırma Merkezi analisti Petras Katinas, “Çin istediği formülü sözleşmeye dahil edebilecek güce sahip,” dedi.

Üçüncü şart: Boru hattının gazın gerekli olduğu yere yeniden yönlendirilmesi

2000’li yılların ortalarından bu yana, Pekin’in Sibirya’nın Gücü-2’ye yönelik bir diğer önemli itirazı da Moskova’nın başlangıçta “batı rotası” olarak adlandırdığı ve doğrudan Rusya’nın dağlık Altay bölgesinden geçerek Çin’in batısına ulaşması öngörülen boru hattının güzergahı oldu.

Bir dağ silsilesi üzerinden boru hattı inşa etmenin zorluklarına ve Rus çevrecilerin planladığı protestolara rağmen Altay rotası, Gazprom’un kesin tercihi, zira bu rota, Rusya’nın Kuzey Kutbu’ndaki gaz sahaları ile Çin sınırı arasındaki en doğrudan rota.

Belki daha da önemlisi Gazprom, boru hattını Moğolistan ya da Kazakistan üzerinden geçirmekten imtina ediyor, zira bu durumda transit ücreti ödemek zorunda kalacak ve bu da kârını azaltacak. Önerilen güzergahla ilgili temel sorun, Batı Çin’in gaz talebinin, Sibirya’nın Gücü-2’nin nihai olarak sağlayabileceği 30 milyar metreküplük gaz kadar yüksek olmaması.

13 yıl süren müzakerelerin ardından Kremlin, nihayet Pekin’in taleplerine boyun eğdi ve Sibirya’nın Gücü-2’yi doğuya yönlendirmeyi kabul etti; bu da artık Çin’in endüstriyel olarak çok daha gelişmiş bölgelerine gaz ulaştıracağı anlamına geliyor. Fakat şimdi Rusya’ya düşen, transit bir ülkeyle anlaşmaya varmak.

Dördüncü şart: Çin’in yılda 30 milyar metreküp gaz almasını beklemeyin

Gazprom, 2006’daki müzakerelerin en başından itibaren Altay boru hattı üzerinden Çin’e yılda 30 milyar metreküp doğalgaz sevk etmeyi planlıyordu. Fakat proje müzakerelerinden 10 yıl sonra, Kremlin’i dehşete düşüren bir şekilde, CNPC’nin o dönemki başkanı Vang Yilin basın mensuplarına verdiği demeçte 30 milyarlık rakamın sadece basın tarafından dile getirildiğini ifade etti. Sibirya’nın Gücü-2 üzerinden yapılacak nihai gaz sevkiyatının gerçek hacminin hala müzakere edilmeyi beklediğini söyleyen Vang, tek bir yorumla müzakereleri en başa döndürdü.

Rus gazetesi Kommersant’a göre Çinliler, 2000’li yılların ortalarında Gazprom’un boru hattının yılda 30 milyar metreküp gaz taşıma kapasitesine sahip olmasını şart koşmuş, ancak sadece yılda 10 milyar metreküp gaz satın almayı garanti etmişti.

Dahası, geçen yıl Çinli yetkililer Türkmenistan’dan gelen ve Sibirya’nın Gücü-2 ile aynı kapasiteye sahip bir doğalgaz boru hattı olan D Hattını ülkenin başlıca enerji altyapısı önceliği olarak belirledi.

Columbia Üniversitesi’nden enerji araştırmacısı Erica Downs, Çin’in 2030’dan önce Sibirya’nın Gücü-2 gazına ihtiyaç duymasının muhtemel olmadığını söylerken CREA’dan Petras Katinas, Çin’in 2030’ların ortalarına kadar Rusya’dan bu ölçekte gaz sevkiyatına ihtiyaç duymayacağını öngördü.

Beşinci şart: Çin’in Rusya’nın iç enerji pazarına erişimine izin verilmesi

Putin’in görevde olduğu süre boyunca yılda birkaç kez üst düzey Çinli yetkililerle bir araya gelerek Pekin yönetimini etkilemeye çalışmasına rağmen, iki ülke arasındaki sınırsız karşılıklı güven ve dostluk iddiaları ne kadar sık dile getirilirse getirilsin, herhangi bir gerçekliği yok gibi görünüyor.

Esasında konu gaz sevkiyatını tartışmaya geldiğinde, Moskova ile Pekin’in birbirlerinin gaz işinin en kutsalları olan üretim ve satışa erişimini defalarca reddetmesi nedeniyle ortada hiç güven olmadığı ortaya çıkıyor.

CNPC, Doğu Sibirya’daki yeni sahalarda gaz üretimine dahil olmayı, sadece yakıt üretmeyi değil, aynı zamanda Gazprom ile birlikte Rusya’da bir yerel gaz boru hattı inşa etmeyi ve yönetmeyi umuyordu. CNPC’nin Rusya’nın yerel gaz işine girme arzusu ve Rusya’nın yabancıların kendi iç pazarına girmesine izin verme konusundaki isteksizliği, Sibirya’nın Gücü-2’nin daha fazla gecikmesi anlamına geliyordu.

Rusya da Çin’de kendine bir yer edinmeye çalıştı. 2013 yılında dönemin başbakan yardımcısı Arkadiy Dvorkoviç, Altay boru hattının inşasının Çin’in iç gaz piyasasının liberalleşmesine bağlı olduğunu ve Çin’deki fiyat düzenlemesinin zayıflaması halinde Gazprom’un bir zamanlar Avrupa’da yaptığı gibi kendi yakıtını kendisinin pazarlamayı tercih edeceğini açıkladı. Fakat çok geçmeden Pekin’in yabancı bir aktörün pazarlarına girmesine izin vermeye niyeti olmadığı ortaya çıktı.

Altıncı şart: Pekin’den kredi alın

Çin’in Rusya’nın iç gaz işine müdahil olması konusu gündeme gelirken aynı zamanda Çinli bankaların Gazprom’a yeni boru hattını inşa etmesi için borç vermesi ve bu borcun ne kadar olabileceği de tartışılıyordu.

Gazprom, 2014 yılına kadar yeni boru hattının inşasını kendi yatırım programını kullanarak finanse edeceğini söylüyordu, ancak Rusya hükümetinin Gazprom’a Rusya Ulusal Varlık Fonu’ndan kredi verilmesini onayladığı da konuşuluyordu.

Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesi ve Gazprom’un bir anda dış borç piyasalarının kendisine kapalı olduğunu fark etmesiyle her şey bir gecede değişti. İşte bu noktada her iki boru hattı projesini finanse etmek için bir Çin kredisi gündeme geldi.

Gazprom’un mali zorluklarından sonuna kadar faydalanan Çin, Altay projesinde ilerlemeyi şirketin boru hattının Rusya bölümünü inşa etmek için “ortağından” kredi almayı kabul etmesi koşuluna bağladı. Bir Çin bankasının finansmanını kabul etmesi için Moskova’da lobi faaliyeti yürüten Pekin, 8 milyar ila 15 milyar dolar arasında bir gelir elde etmek üzere kendi bankacılık sektörünü kurmuş oldu.

Ancak Rusya ve Çin’in faiz oranı ve kredinin diğer koşulları üzerinde anlaşamaması, iki tarafı bir kez daha çıkmaza sürükledi. Gazprom’dan bir kaynağın 2015 yılında Reuters’a verdiği demeçte şirketin inşaatı finanse etmek için kendi mali kaynaklarından yoksun olduğunu söylediği bildirildi.

Yedinci şart: Çin’e esnek hacimlerde gaz teslimatı yapılması

Aşılamayan bir başka mali engel de gaz sözleşmelerinde standart bir madde olan ve alıcı teslim edilen her şeyi satın almasa bile ödenmesi gereken minimum hacmi belirleyen al ya da öde koşulu oldu.

Novaya Gazeta’nın kaynaklarına göre Gazprom, orijinal Sibirya’nın Gücü boru hattı sözleşmesinde belirlenen standart olan yüzde 80’in altında bir al ya da öde seviyesini kabul etmeyecek, ancak Pekin bu koşulları kabul etmeyecek.

Petras Katinas, Novaya Gazeta’ya verdiği demeçte, Pekin şu anda al ya da öde şartlarıyla yeni bir sözleşme imzalama niyetinde olmasının pek mümkün olmadığını söyledi ve Pekin’in muhtemelen teslimatlar için sabit bir fiyatta ısrar edeceğini ya da esnek hacimler talep edeceğini, böylece ihtiyacı olmayan gazı satın almak zorunda kalmayacağını da sözlerine ekledi. Katinas, aynı zamanda Çin’in, şirketin mali durumunun kötü olduğunun bilincinde olarak, boru hattının inşasını finanse etmek için Gazprom’un Çin’den kredi almasında ısrar edebileceğini düşünüyor.

Boş umutlar

Birkaç yıl içinde Gazprom, batı güzergahında bir boru hattı inşası için Çin ile yakında bir sözleşme imzalayacağını duyurmasının 20. yıldönümünü kutlayacak.

Çin’in devasa inşaat projesini durdurmak için kullandığı tüm araçlar hala elinin altında ve bu süre zarfındaki tek önemli gelişme boru hattının doğuya kaydırılmış olması.

Çin coğrafi konumu itibariyle şanslı ve etrafı gaz tedarikçileriyle çevrili; Türkmenistan ve Myanmar’dan boru hattıyla yakıt almanın yanı sıra Orta Doğu ve Avustralya’dan da LNG sevkiyatı yapıyor. Bunun da ötesinde Gazprom tarafından Sahalin adasında ve Novatek tarafından Rusya’nın Kuzey Kutbu’ndaki Yamal Yarımadası’nda üretilen Yamal LNG de var. Sonuç olarak Pekin, Sibirya’nın Gücü-2 konusunda acele etmeyebilir.

Ancak neredeyse 20 yıldır Çin’in şartlarını kabul edemeyen ve kendi şartlarını belirleme çabalarında başarısız olan Gazprom’un artık kaçacak bir yeri kalmadı. Rusya’nın Ukrayna’ya askeri müdahalesinden bu yana Avrupa pazarının neredeyse tamamını kaybetmesi, gaz üretiminin 1983’ten bu yana görülmemiş seviyelere inmesi anlamına geliyor ve şirketin hala Batı Sibirya gazını gönderecek bir yere ihtiyacı var. Sonuç olarak Çin, Moskova’nın zayıf bir pazarlık pozisyonunda olduğunu ve sözleşme yapmak için giderek daha fazla çaresiz kaldığını çok iyi bilerek neredeyse her türlü taviz için bastırabilir.

Columbia Üniversitesi araştırmacıları Erica Downs, Akos Losz ve Tatiana Mitrova tarafından hazırlanan raporda, “Proje inşa edilirse ve edildiğinde, muhtemelen Çin’in şartlarına göre olacaktır,” denildi. Novaya Gazeta’ya konuşan Downs’a göre Çin hangi tür yakıt bağımlılığının —Rusya’dan boru hattı gazı mı LNG teslimatları mı— daha riskli olduğuna karar vermeli. Downs’a göre Çin’in LNG ile ilgili sorunu, LNG taşıyan bazı tankerlerin uzun deniz yollarını kullanmak zorunda kalması olabilir ki bu da Pekin’in “ABD tarafından kesintiye uğratılmaya açık olarak algıladığı” bir durum.

Katinas, “Çin’in enerji güvenliğine odaklandığı göz önüne alındığında, ülkenin Rus gazına olan bağımlılığını kayda değer ölçüde artırmak isteyip istemediği epey şüpheli. Ancak ithalat için ek bir seçeneğe sahip olmak, küresel gaz piyasasında aksaklıklar yaşanması durumunda avantaj sağlayabilir,” diye konuştu.

Çin’in sahip olduğu çok sayıda etki aracına rağmen, Sibirya’nın Gücü-2’nin akıbeti belirsizliğini koruyor. Ukrayna’da savaşın patlak vermesinden bu yana Pekin’in yeni sınır ötesi enerji altyapı projeleri ve Rusya’nın enerji sektörüne yatırım yapma konusunda temkinli davrandığını belirten Downs, “Dolayısıyla Çin’in bu boru hattıyla ilgili karar verme konusunda zaman lüksü var,” dedi.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Pezeşkiyan’ın hedefi sandığa gitmeyenler, silahı ise “korku”

Yayınlanma

İran’da 14. dönem Cumhurbaşkanlığı Seçimleri’nin ikinci turuna kalan adayların seçim kampanya süreci yeniden başladı.

İran devlet televizyonuna göre, 5 Temmuz’da yapılacak cumhurbaşkanı seçiminin ikinci turu için yarışacak reformistlerin adayı Mesud Pezeşkiyan ile muhafazakarların adayı Said Celili’nin kampanya süreci 3 Temmuz’da sona erecek.

Aşağıda çevirisini okuyacağınız analiz adayların birbirlerine yönelik suçlamalarına ve seçim kampanyalarında kullandıkları argümanlara odaklanıyor:

***

İran’da reformcuların cumhurbaşkanlığı seçimini kazanmak için sosyal yardım ve korku faktörüne güveniyor

Amwaj.media

Reformist Mesud Pezeşkiyan ve muhafazakâr Said Celili, 28 Haziran’daki cumhurbaşkanlığı seçiminde hiçbir aday oyların çoğunluğunu alamadığı için ikinci turda karşı karşıya gelecek.

Pezeşkiyan’ın kampanyası şimdi ilk turu boykot eden seçmenlerle iletişim kurmaya ve katılımı artırmak için olası muhafazakâr yönetimin tehlikelerini vurgulamaya hazırlanıyor. Celili’nin ekibi ise reformist rakibini plansız olarak göstermeye çalışıyor.

Sonuçlar: 28 Haziran seçimleri, muhafazakâr eski Cumhurbaşkanı Reisi’nin geçen ay bir helikopter kazasında hayatını kaybetmesiyle tetiklendi. İran anayasasına göre erken seçimlerin 50 gün içinde yapılması gerekiyor.

Milletvekili Pezeşkiyan ve eski nükleer baş müzakereci Celili, İran’da 28 Haziran’da yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda yeterli oyu alamadıkları için 5 Temmuz’da karşı karşıya gelecekler.

-Pezeşkiyan 10,5 milyon (yüzde 42,5) oy alırken, Celili 9,5 milyon (yüzde 38,6) oy aldı.

-Başlangıçta seçimin favorisi olarak görülen muhafazakâr Meclis Başkanı Muhammed Bakır Kalibaf ise 3.4 milyondan az (yüzde 13.8) oy alarak üçüncü oldu.

-Muhafazakâr eski adalet bakanı Mustafa Purmuhammedi ise kullanılan oyların yüzde 1’inden azını alarak (yaklaşık 200.000) sonuncu oldu.

Katılım oranı: Kamuoyu yoklamaları, 2021 seçimlerinde seçmen katılımının bir önceki rekor düşük seviye olan yüzde 48,8’den daha yüksek olacağını öngörmesine rağmen, seçime katılım sadece yüzde 39,9 oldu.

Rekor düşük katılım oranı, 2020’de başlayan ulusal seçimlere düşük katılım eğilimini tersine çeviremedi. Seçmen ilgisizliği ve reform yanlısı adayların neredeyse tamamının seçime katılımının engellenmesi bu eğilimi tetikledi.

-Muhafazakârların parlamentoyu ılımlılardan ve Reformistlerden geri aldığı 2020 yasama seçimlerinde oy kullanma hakkına sahip seçmenlerin yüzde 42’sinden biraz fazlası oy kullandı.

-Reisi’nin genel olarak “tek atlı yarış” olarak görülen seçimi kazandığı 2021 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde seçmenlerin yüzde 48,8’i oy kullandı ki bu o zamana kadar bir cumhurbaşkanlığı oylaması için en düşük katılım oranıydı.

-Bu yıl mart ayında yapılan parlamento seçimlerinin ilk turunda da seçmenlerin yaklaşık %41’i oy kullanmıştı.

Yankıları: Pezeşkiyan için kampanya yürüten eski Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif (2013-21) katılımın düşük olmasını halkın “yönetim şeklimizden memnun olmamasına” bağladı ve geçmişteki eksiklikler için özür diledi.

-Siyaset sosyoloğu Mehran Solati, 30 Haziran’da reform yanlısı Hammihan gazetesine verdiği demeçte, özellikle etnik azınlıkların çoğunlukta olduğu sınır illerindeki düşük katılımın, ülkenin seçimler konusunda “derinleşen öfke ve artan bir hayal kırıklığı” ile karşı karşıya olduğunu gösterdiğini söyledi.

Muhafazakâr Kayhan gazetesi ise katılımın düşük olmasından ılımlı Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani (2013-21) hükümetinin ekonomik performansını sorumlu tuttu.

-Kayhan, ekonominin durumu nedeniyle halkın hayal kırıklığına uğradığını ve Ruhani’nin halefi, son cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin (2021-24) Ruhani’nin kendisine bıraktığı ekonomiyi düzeltmek için yeterli zamanı olmadığını iddia etti.

-Muhafazakâr gazete 28 Mayıs’ta Reisi’nin çabaları sayesinde seçime katılımın “gözle görülür şekilde yüksek” olacağını öngörmüştü.

Pezeşkiyan’ın ekibi, 5 Temmuz’da yapılacak ikinci tur öncesinde kampanya çalışmalarına başlarken, ilk turda sandığa gitmeyenlere ulaşmaya çalışıyor.

-Zarif, Reformcu kampa bağlı kampanyacılara yaptığı bir konuşmada, halkın “yalan bombardımanına” tutulduğu için “doğrudan insanlarla konuşmalarını” önerdi. Pezeşkiyan için kampanya yürütenler 30 Haziran’da Tahran’ın farklı bölgelerinde bir araya gelerek sıradan İranlıların sorularını yanıtladılar.

Pezeşkiyan 30 Haziran’da, 5 Temmuz’daki zaferinin mecazi bir tren kazasını önlemek için gerekli olduğunu ima ederek dikkatleri üzerine çekti.

-Reformist aday, bir çiftçinin, rayları tıkayan kayalara çarpmadan önce gelen trenin sürücüsünü durdurmak için kıyafetlerini ateşe verdiği bilinen bir grafiği paylaştı. “Fedakâr çiftçi” hikayesi -1961 yılının bir Kasım gecesi yaşanan Rizali Khajavi’nin gerçek eylemlerini konu alıyor- İran ilkokullarında vatanseverlik ve görev bilinci örneği olarak öğretiliyor.

-İran’ı trene ve 28 Haziran seçimlerini boykot eden seçmenleri de yolcularına benzeten Pezeşkiyan, ülkenin “İran’ın geleceği tehlikede olduğu için” yolcuları uyarmak amacıyla “fedakâr çiftçi” gibi insanlara ihtiyaç duyduğunu söyledi.

-Pezeşkiyan’ın paylaşımına tepki olarak Khajavi’nin oğullarından biri internette bir video yayınlayarak kendisinin ve ailesinin Celili’ye oy vereceğini söyledi.

Reformcu adayın destekçileri de muhafazakâr bir cumhurbaşkanının iktidara gelmesinin kötü sonuçlar doğurabileceği korkusundan faydalanarak destek toplamaya çalışıyor.

-Eski Bilgi ve İletişim Teknolojileri Bakanı (2017-21) ve Pezeşkiyan’ın kampanyasının destekçisi olan Muhammad Cevad Azar Cahromi 29 Haziran’da olası bir Celili yönetimini Taliban tarafından yönetilen bir hükümete benzetti.

-Siyasi yorumcu Muhammed Ali Ahangaran 29 Haziran’da Pezeşkiyan’a oy vermenin işleri “mutlaka” daha iyi hale getirmeyeceğini, ancak “seçimi boykot etmenin ya da Celili’ye oy vermenin kesinlikle felaket getireceğini” yazdı.

Bu arada Celili’nin destekçileri 69 yaşındaki Pezeşkiyan’ın sağlığını ve cumhurbaşkanı olmak için gereken özelliklere sahip olup olmadığını sorguladı.

-Muhafazakâr milletvekili ve Celili’nin destekçisi Hamid Rasaee 30 Haziran’da “söylentilere” dayanarak Pezeşkiyan’ın hastalığı nedeniyle Celili ile televizyonda yapılacak bir tartışmaya katılmayacağını söyledi ve Pezeşkiyan’ın dört yıl boyunca ülkeyi yönetecek kadar sağlıklı olup olmadığını sordu. Pezeşkiyan’ın tartışmadan çekildiğine dair resmi bir açıklama yapılmadı.

-Muhafazakâr bir milletvekili ve eski bir televizyon sunucusu olan Emirhüseyin Sabeti, Pezeşkiyan’ı ülkenin sorunlarını ele alacak bir “planı olmamakla” suçladı. Sabeti ayrıca reformist adayın yarışı kazanması halinde benzin fiyatlarının sekiz kattan fazla artacağını iddia etti.

Adaylar: Eğitimli bir kalp cerrahı olan Pezeşkiyan, Batı ile ilişki kurma ve temel sosyal ve kültürel özgürlükleri güvence altına almak için mücadele etme mottosuyla yarışıyor.

– Tecrübeli milletvekili, yolsuzlukla mücadele etme sözü verdi ve İran’ı yıllardır kara listesinde tutan hükümetler arası kara para aklama karşıtı bir kuruluş olan Mali Eylem Görev Gücü (FATF) ile işbirliğinden yana konuştu.

-Pezeşkiyan, Dini Lider Ayetullah Ali Hamaney tarafından belirlenen politikalardan övgüyle bahsetti. Bu nokta, İslam Cumhuriyeti’ni eleştirenler tarafından Pezeşkiyan ve muhafazakâr rakibi Celili’nin birbirinden farkı olmadığı iddia etmek için sıklıkla referans gösteriliyor.

Celili aşırı muhafazakârlar arasında popüler ve Reisi yönetimindeki pek çok kişinin desteğine sahip.

-Muhafazakâr Celili 2007-2013 yılları arasında Yüksek Ulusal Güvenlik Konseyi (YGK) sekreteri olarak görev yaptı ve bu dönemde Batı ile nükleer müzakereleri de yürüttü. Müzakereler hiçbir yere varmadı.

-Batı ile ilişkilerin geliştirilmesine karşı olan ve 2015 nükleer anlaşmasına da şiddetle karşı çıkan Celili şu anda Hamaney’in YGK’deki kişisel temsilcisi olarak görev yapıyor.

Öngörü: İki cumhurbaşkanı adayı 5 Temmuz’da yapılacak ikinci tur öncesinde televizyonda yayınlanacak iki münazarada karşı karşıya gelecek.

-Celili, Kalibaf’ın oylarının kendi lehine döneceğini umuyor ancak meclis başkanının destekçilerinin Celili’nin davasına ne kadar bağlı olduğu konusunda soru işaretleri var. Şimdiden, en azından bazı oyların Pezeşkiyan’a gideceğine dair işaretler söz konusu

-İkinci turu kazanmak için Pezeşkiyan’ın katılımı artırmak için elinden gelen her şeyi yapması gerekiyor. Kampanyası, kısmen kullanılmayan her oyun Celili’ye oy vermek anlamına geldiğini savunarak ilk turu boykot edenleri kazanmaya odaklanacak.

-Sosyal medyadaki söylem, Reformist adayın Celili gibi muhafazakâr birinin cumhurbaşkanı olmasından endişe duyan seçmenlerden fayda sağlayacağını gösteriyor. Ancak bu korku faktörünün seçmen ilgisizliğini yenmeye yetip yetmeyeceğini zaman gösterecek.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Sergey Glazyev ile mülakat: Devasa sermaye kaçışı devam ediyor

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Ukrayna’daki savaşın Rusya’nın ya da Rus sermayesinin Batı’dan büyük ölçüde kopuşunu beraberinde getirdiği doğru. Fakat bu kopuşun niteliklerine dair tartışılacak çok fazla noktanın olduğu da doğru. Bu kopuş henüz nihai aşamasına ulaşabilmiş değil. Ve Rusya’nın sermayedarları ve politikacıları, 90’lardan kalma köhnemiş fikir ve anlayış biçimlerini terk etmiş değiller, Glazyev bu konuda haklı.


Glazyev: Devasa sermaye kaçışı devam ediyor

Yuriy Pronko

Tsargrad

29 Haziran 2024

Rusya, Avrupa’dan ithalatı Çin ve Hindistan’dan gelen mallarla tamamen ikame edebilir mi? Neden hala Boeing’lerle uçuyoruz? 1998’deki temerrüt bize nasıl fayda sağladı? 300 milyar doları kaybetmemek için ne yapmamız gerekiyor? Rusya Bilimler Akademisi’nden Sergey Glazyev anlattı.

Yeni Volga modelinin halka tanıtımı sırasında pek de duygusal olmayan Başbakan Mihail Mişustin yetkililere şunu sormuştu: Direksiyonunuz Çin üretimi mi? Ve otomobil markasının neden hem Rusça olmayıp hem Kiril alfabesiyle yazıldığını anlamıyorum. Gerçekten ithal ikamesi mi yapıyoruz yoksa Çin, Batı’nın yerini mi aldı?

Bu duruma göre değişiyor. Çin bugün her şeyi üretiyor. Hindistan da öyle. Ve bu iki dev ile ticaretteki büyüme şaşırtıcı: Yaptırımlara rağmen yıllık yüzde 25 ila 30. Avrupa’dan yapılan ithalatı tamamen Çin ve Hindistan’dan yapılan ithalatla ikame edebiliriz. Bu arada, Çin ile ticaret AB ile ticaretten daha iyi değil, aksine daha kötü bir yapıya sahip.

Hammadde payı AB’ye kıyasla daha büyük, nihai ürün payı ise daha küçük. AB’nin hammadde sağlayan uzantısı olduğumuzdan daha büyük ölçüde Çin’in hammadde sağlayan uzantısı haline geliyoruz. Bu eğilimin üstesinden gelmek için nihai ürün üretimini ve iş birliğini artıracak kredilere ihtiyacımız var. Çin ile birlikte katma değerli zincirlerin oluşturulmasını teşvik etmeliyiz. Farklı sektörlerde durum oldukça farklı. Otomotiv sektöründe, uzun yıllar süren endüstriyel montajın ardından, Batı’dan ithal edilen bileşenleri Doğu’dan gelenlerle ikame etmemiz gerekiyor.

Hayali başarılar

Ancak bu gerçek bir ithal ikamesi midir?

Yetkililerimiz Kaluga oblastında Volkswagen’in üretimini kurduklarıyla övünürken —zira her şey robotlara dayanıyordu— 300 istihdam yaratmıştı. Peki Avtovaz’da kaç kişinin işine son verildi? Nerede tam bir iş birliği zincirimiz var?

Ürettiğimiz nihai ürünlerle, neredeyse tüm teknolojik zincir boyunca ilgilenmemiz gerekiyor. İthal bileşenlerden makine yapımında elde ettiğimiz başarıların hayali başarılar olduğunun farkına varmamız gerekiyor. Rusya ve Avrasya Ekonomi Birliği (AEB) içinde yer alan yerli katma değer zincirlerimize dayalı daha derin ithal ikamesi fırsatlarını zorluyoruz.

Devlete ait bir şirket olmasına rağmen Aeroflot neden tamamen Rusya üretimi Tu-214 uçağı almaya ikna edilemiyor? Ya da Tamamen Rusya üretimi İl-76 satın almaya? Üç yerine iki pilotu olması gerektiği, motorunun daha az ekonomik olabileceği hakkındaki tüm iddialar saçmalık. Kendi üretimimiz uçaklara; Tu-204, 14, Tu-334, İl-96, İl-112’ye geçmemiz gerekiyor. An-70 ve An-124, Ukrayna ekipmanına sahip olmasına rağmen An-124 bile üretilebilir. Bunların hepsini kendimiz yapabiliriz.

Batı’nın servis vermediği ve motorları arızalanan Boeing’ler ise kaldırılmıyor.

Tu-214’lerimizi satın alma yükümlülüklerini yerine getirmek yerine, bir şeyler icat etmeye başladılar. Batı ile karşı karşıya geldiğimiz bir durumda, şirketleri hesaba almayıp büyük kararlar almalıyız. Kendi uçaklarımıza geçelim. Onları işletmek daha pahalı olabilir, bakımlarını yapmak daha zor olabilir.

Batı tarafından ambargo geldiğinde ve bize uçak parçaları vermeyi kestiklerinde, havacılık idaremizin kafası karıştı. Zira hem bakım hem de satın alma her şeyi yurt dışına yaptırıyorlardı. Nereden ne alacaklarını bile bilmiyorlardı. Batı ekipmanları üzerinde asalak bir yaşam sürüyorlardı ve bu da yönetimimizin tamamen gevşemesine yol açtı. İthal ekipman satın almakla değil, ülke içinde üretimi organize etmekle meşgul olunmalı.

Bu insanlar bir şeyleri değiştirebilecek kapasitede mi?

Yönetici pozisyonlarına sadece bir cepten diğerine nasıl para aktarılacağını bilen ne üzerine ihtisas yaptığı belli olmayan yöneticileri değil, mühendisleri terfi ettirmeliyiz. Yerli üretimin çıkarları, ikinci el bir Amerikan motoru nasıl alınır, Afrika üzerinden nasıl ithal edilire odaklanan konjonktürün çıkarlarından daha yüksek olmalı. Artık uzun vadeli stratejik kararlar alma zamanı. Yerli teknolojik tabana dönme zamanı.

Buna yönelik bir potansiyel olduğunu düşünüyor musunuz?

Potansiyel var. Bu da 2021 yılında yılda en az yüzde 5 oranında büyümemizi sağlıyor. Son iki yılın dinamikleri, sektörün üretim fırsatlarındaki artışa kolayca yanıt verdiğini gösteriyor.

1998 yılında Primakov-Geraşçenko’nun politikası sayesinde, eylül ayından itibaren temerrütten sonra, ithal ikamesi temelinde sanayi üretiminde patlayıcı bir büyüme yaşandı. Daha sonra ithalatın fiyatı hızla yükseldi ve Merkez Bankası enflasyon oranının altında bir oranda kredi verdi. Model mükemmel bir şekilde işledi. Sanayi her ay yüzde 2 oranında büyüdü. Dokuz aylık çalışma sonunda sanayi üretimindeki büyüme yüzde 20 oldu. Belki bugün böyle bir büyüme yok. Ama üretimde yüzde 10’a kadar büyümeyi sürdürebiliriz.

Dünyadaki en yüksek emek sömürüsü

Ve bunun için beyinlerimiz var mı?

Hem beynimiz hem de insanımız var. Ve sanayi bölgelerimizin bu deneyimi, hükümet yerli ürünlere olan talebi artırmaya başlar başlamaz, sanayinin hemen karşılık verdiğini gösteriyor. Belki işgücü piyasasında lokal açıklar var. Ancak bununla ciddi bir şekilde ilgilenmemiz gerekiyor. Uzmanlar, teknik uzmanlar, mühendislik personeli yetiştirmemiz gerekiyor. Ve ücret artışları kaçınılmaz. Ücretlerin GSYİH’deki payının diğer ülkelere kıyasla bir buçuk kat daha düşük olduğunu unutmayalım.

Üretimi ücretlere böldüğümüzde, işçilerimizin her bir ruble ücret başına Avrupa ya da ABD’ye kıyasla üç kat daha fazla üretim yaptığı ortaya çıkıyor. Dünyadaki en yüksek emek sömürüsüne sahibiz. İnsanlar “oh be ücretler artmaya başladı” derken, 1990’ların başında ücretlerin kat kat düştüğünü unutuyorlar. Ve daha fazla da artmadı.

Ücret artışlarının altına girmek zorundasınız. Bu normal bir olgudur. Bu, işgücü verimliliğindeki büyümeyi geriletiyor. Fakat bunun olmaması için otomasyona, robotlaşmaya yatırım yapmamız gerekiyor. Eğer yeterli sayıda işçimiz yoksa, istihdam edilen bin kişi başına düşen robot sayısı bakımından neden dünyada son sıralardayız?

Batı’nın hırsızlığına karşı uyarı

2014’ten bu yana Rusya’nın döviz rezervlerinin çalınabileceği konusunda uyarıda bulunan birkaç uzmandan biri, hatta tekiydiniz. Kenara itildiniz; “orada yasalar var, kimse hiçbir şeye dokunmayacak,” denmişti.

Düşmana döviz rezervlerimizle operasyon yapma fırsatı vermiş olmamız beni çok üzüyor. Ukrayna Silahlı Kuvvetleri bu rezervler karşılığında finanse ediliyor. Batı, rezervlerimize siyasi düzeyde el koymaya hazır. Ancak finansörler hala direniyor ve palyatif çözümler arıyor. Fakat bunun onlar için siyasi olarak çözülmesi gereken bir mesele olduğunu anlamalıyız.

Bu devasa meblağı kayıp mı ettik?

Batı’da iktidarda olanlar bize karşı savaş üzerine bahse girdiler, bu yüzden intihar eğilimlerini değiştiremezler. Bunun iyi bir şey getirmediği hakikatini göze alıyorlar. Avrupa’da giderek büyüyen bir ekonomik ve sosyal felaket görüyoruz. Avrupa rekabet gücünü hızla kaybediyor ama kilit pozisyonlarda Amerikan kuklaları oturuyor. Bir Rusya düşmanı daha NATO Genel Sekreteri seçildi. Bekleyeceğiz, belki birkaç yıl içinde Avrupa ülkelerinde yeniden seçim dalgası başlayacak. Belki Fransa bir ay içinde hükümetini değiştirecek.

Ancak von der Leyen’e Avrupa Komisyonu başkanı olarak beş yıl daha görev süresi tanındı.

Belki de ABD’de kaos öyle bir seviyeye ulaşacak ki, Rusya’ya karşı savaşın durumlarını daha da kötüleştirdiğini fark edecekler. Bu tamamen öznel bir durum. Paramız bize verilmiyor. Onu geri alıp alamayacağımız, bizden kendileri için olumlu şeyler isteyecekleri zaman göreceli bir siyasi soru.

Şu anda bizi yok etmeye çalışıyorlar. Ve cevabın asla kendilerine gelmeyeceğini düşündükleri sürece, yüzsüzce ve dizginlenemez bir şekilde davranıyorlar.

Batı toplumu buna daha ne kadar tahammül edecek?

Batı toplumu Rusya ile dost olmak ve ilişkileri yeniden tesis etmek isteyen siyasetçileri iktidara getirdiğinde bu soru gündeme gelecektir. Zira yaptıkları şey, finans terminolojisinde temerrüt olarak adlandırılır. Batı temerrüde düşmüş durumda, ülkeler kredibil değil. Sadece bize değil, bir dizi başka ülkeye olan borçlarını ödeyemiyorlar.

Onlara iflas etmiş muamelesi yapmalıyız. Ve tüm bu kredi notlarımız Batılı ülkelere karşı temerrüde düşürülmeli. Ahlaki açıdan bakıldığında Batı’nın yaptığı şey soygundur. Finansal açıdan bakıldığında temerrüttür. Siyasi açıdan ise bu onların stratejik hatasıdır.

Rusya’nın bu formülasyondaki durumu değerlendirmeye hazır olup olmadığından şüpheliyim. Maliye Bakanlığı’nın eylemlerine bakıyorum, Merkez Bankası’‘nın söylemlerini işitiyorum. Perde arkasında bile böyle bir şey söylenmiyor. Aynı simalar, Sergei Yuriyeviç, kameraların, sıkı sıkıya kapalı kapılar ardında konuştuğunuz simalar, size “hayır, böyle olmayacak, [bu varlıklar] hiçbir yere gitmedi,” dediler mi?

Bir hatayı kabul etmek cesaret ve nitelik gerektirir. Ne yazık ki Merkez Bankası hem dünyanın hem de bilimin uzun zaman önce terk ettiği ilkel modellere göre yön alan niteliksiz insanlar tarafından yönetiliyor.

Ancak bunun bedeli 300 milyar dolar.

Merkez Bankası şu an bile IMF’nin tavsiyelerine körü körüne bağlı. IMF tarafından kendilerine dolar ve avro dışında rezervlerinizi koyabileceğiniz başka bir varlık olmadığı, zira bu para birimlerinin likit olduğu ve iyi bir faiz oranına sahip olduğu söylendi. Onlar da Washington’dan gelen tavsiyelere uydular.

Her şeyden önce döviz rezervlerine el konulacağı konusunda defalarca uyarıda bulundum, 2014’te bu aşikardı. Gözlerimizin önünde İran’ın, Afganistan’ın, Venezuela’nın rezervlerine el konuldu. Venezuela’nın sadece döviz rezervlerine el koymakla kalmadılar, varlıkları muhalefete aktardılar.

Fakat Rusya’nın sözde muhalefetine 300 milyar verecek halleri yok.

SWIFT ile ilişkimizin kesileceğini 12 yıldan uzun bir süre önce ilk söyleyen bendim. Sonra Merkez Bankası başkanı bana dedi ki: “Merkez Bankası’na atom bombası atılması gibi bir riski göze alamayız”. Ben de “Yaparlar, atom bombasının bununla ne alakası var?” dedim. İran dışarıya kapatıldı ve biz de kapatılacağız.

Şükür ki Devlet Başkanı’nın bankalar arası bir finansal haberleşme sistemi zamanında oluşturuldu. Bu sistem, Devlet Başkanı zamanında talimat verdiği için var. Kendi başlarına ne SPFS’yi ne de Mir kartı asla yapamazlardı. Biz en azından bilişim ve teknik altyapıda, ödeme ve finans sisteminde kendimizi hazırladık.

Rezervleri elden çıkarmış olmamızın stratejik bir hata olduğunu düşünüyorum. Bundan kolayca kaçınılabilirdi. Nereye yatırım yapacağımızı bile düşünmeyebilirdik, yalnızca kendi ürettiğimiz altını satın alabilirdik. Altın ihraç etmeye devam ediyoruz. Farklı para birimlerinde oldukça büyük bir döviz kazancımız var ve bu kazançları altın biriktirmek ve rubleye dönüştürmek için kullanabilirdik. İhracatçılara ruble verip gelirlerini altına çevirebilirdik…

Son olarak, bu parayla altın satın alın. Pek çok ihtimal var, bu yüzden ellerimizi havaya kaldırmamız gerekiyor. Ve hataların tekrarlanmamasını ummalıyız.

Batı basını da neredeyse her gün çıkan makalelerle Merkez Bankası yönetimini övüyor.

Bu yüzden övülüyorlar, zira oradan gelen talimatlarla hareket ediyorlar. Ve ekonomimizin gelişmesini yasaklayarak hareket etmeye devam ediyorlar. Yatırımları engelliyorlar ve dövizi ülke dışına itiyorlar. Orada herhangi bir para birimini doğrudan kote etmelerini sağlamak zor. Yuanın kote edilmesi iyi bir şey. Ama rupi henüz kote edilmedi. Rupi neden kote edilmiyor?

Başbakan Modi’nin Moskova’ya yapacağı ziyaretten sonra belki durum değişir?

Rupinin neden kote edilmediği hiç de açık değil. Çok büyük bir döviz akışı var. İhracatçıların satacak hiçbir yeri yok. Aslında para otoriteleri, aşırı ısınma ve aşırı döviz arzı hakkında her türlü peri masalını uydurarak ekonomimizin kalkınmasını engellemeye devam ediyor.

Dolar ve avro cinsinden değil ama diğer para birimleri cinsinden devasa bir sermaye kaçışı devam ediyor. Ve yıllardır içinde sallanıp durduğumuz kısır döngüyü iktisadi refah döngüsüne dönüştürecek yatırımlardan feci şekilde yoksunuz. Bunun için ucuz kredilere, üretken yatırımları finanse edecek, ülkenin stratejik planları, Devlet Başkanı’nın açıkladığı öncelikler doğrultusunda hedefli kredilere ihtiyacımız var. Hem bilim ve teknoloji politikası hem de kalkınma hızı açısından bu önemli.

Milli ölçütlerimiz siyasi olarak formüle edildi.

Ancak bu talimatlar için para yok. Sadece bütçe var. Ve bütçe iktisadi politikanın ana aracı değildir. Bütçenin başka pek çok görevi vardır. İktisadi politikanın ana aracı kredidir, bütçe değil. Stratejik planların ve ülke liderliği tarafından belirlenen siyasi hedeflerin ana uygulayıcıları bankalar olmalıdır. Bankalar, ekonominin hızla kalkınacağı yönlerde kredi vermelidir, bu yönler görülebilir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English