Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Rus Valday Kulübü yöneticisi: Erdoğan’dan önceki duruma dönmek mümkün değil

Yayınlanma

Şu cümleyi üzerinde uzunca düşünüp birkaç defa karaladıktan sonra, ifadedeki sertliğe rağmen yazmak gerek: Türkiye’de ortalama entelektüel Rusya konusunda büyük ölçüde cahil.

Herhangi bir ülkeden herhangi bir “uzmanın” herhangi bir ifadesi ancak şu soruların cevapları bilindiği takdirde önem taşır: kim, neci, kimin adına, neyi temsil ediyor? Oysa aslında kimsenin ne olduğunu bilmediği bir adamın (Amerikan “think-tank”çi? Birileri adına lobici mi? Temsil ettiği kuruluş ne? Resmi olarak tanınmış mı? Hangi gözlemleri ve analizleri doğrulanmış?) sözleri, Türkiye’de “Rus uzman” diyerek, ve böylece Kremlin’in görüşlerini yansıtıyormuş izlenimi verilerek manşetlere çekilebiliyor ve ortalama entelektüel de buna inanabiliyor.

Oysa bakılması gereken, kim olduğu, neci olduğu, ne adına konuştuğu bilinen (neyin tarafında olduğu tali önem taşır) entelektüellerin görüşleri olmalıdır.

* * *

Dün kişisel blogumda yayınladığım uzunca bir notla, “Süleymancıların” faaliyetlerinin (bunu genel olarak Türkiye kökenli tarikatlara genişletmek mümkün) Rusya’da giderek artan bir tehdit algısı oluşturduğuna değindim. Aynı yerde şuna da dikkat çektim:

Rusyalı entelektüele göre: “Erdoğan ile ’nispeten kötü sayılmayacak ilişkilerimiz’ var, ama seçimleri ‘batı ülkelerinin desteklediği Kılıçdaroğlu’ kazanabilir. Bu durumda batının desteklediği islamcı radikalizmin doğurduğu ‘güvenlik sorunu’ artabilir.”

Bu fikir ilk bakışta mantıklı görünür; ancak iki temel açmazı var. Bu açmazlardan ilki, entelektüelin dar görüşlülüğünü yansıtıyor, zira bugün “nispeten kötü sayılmayacak” ilişkilerin sürdüğü mevcut hükümet seçimleri kazanırsa ilişkilerin aynı tempoda devam edeceği varsayılıyor. Oysa bu tamamen temelsiz bir iddia; aslında Türkiye’nin içinde bulunduğu derin iktisadi kriz yüzünden tam tersini iddia etmek de mümkün. Yani gelecekteki belirsizlik, sadece iktidar değişikliği halinde yeni hükümetin doğuracağı bir belirsizlik değil; bu belirsizlik zaten mevcut.

Entelektüel ise günü değişmez sayıyor, geleceği ıskalıyor.

Bu dar görüşlülük Rusyalı entelektüelle sınırlı kalsaydı makul karşılanabilirdi.

Muhalefet bloğunun seçimi kazanmaya en yakın olduğu noktada, halkın hiç değilse tarafsızlık ve çatışmanın dışında kalma arzusunu, bu alabildiğine sağduyulu ve öngörülü arzuyu hiçe sayarcasına verdiği demeçler, makul olmanın çok ötesinde. Türkiye halkı, bugünkü dahil üç çeyrek asırdır bütün iktidarların sömürge ilişkilerini devam ettirmesi yüzünden bağımsızlığa değer vermesi gerektiğini az çok unutmuş olabilir, ama kanlı bir kavganın orta yerinde onu ateşe atabilecek girişimleri sezgileriyle bilir ve karşı durur. Muhalefet bloğu ise adeta, olası seçim olayları halinde şimdiden batıdan itibar ve destek garantisi sağlamaya çalışıyor. Bu, apaçık ki, akıl ve izan sınırlarının çok ötesinde bir beklentidir.

Kişisel görüşüm şudur:

Kremlin seçim ilanından bu yana Ankara hükümetine psikolojik destek anlamına gelebilecek, Ankara hükümetinin oya çevirebileceği hiçbir girişimde bulunmadı. Mevcut ilişkilerin istikametini Ankara hükümetine fiili destek çabası değil, kendi programı, kendi kabul ettiği milli menfaatler tayin etti.

Rusya basınında ifade edilen endişelerin bir bölüğünü Kremlin’in de paylaştığı kabul edilebilir; buna rağmen pragmatist yaklaşımını sürdürdü ve hatta mevcut hükümet için değil seçim sonrası kurulacak hükümet için avantaja çevrilebilecek tavizler de verdi.

* * *

Aşağıdaki mülakat dün (12 Mayıs) “Argumentı i faktı” dergisinde yayınlandı. Mülakatı veren Fyodor Lukyanov, “Valday Uluslararası Tartışma Kulübü Bilimsel Faaliyet Müdürü” sıfatını taşıyor. Valday, ortalama bir dış haberler okurunun bildiği gibi, Rusya’da başta Putin ve Lavrov olmak üzere karar alıcı makamlardaki önemli devlet adamlarının görüş belirtmek için sık sık kürsülerine çıktığı bir kuruluştur ve Lukyanov da bu toplantılarda genellikle moderatördür.

Lukyanov, taşıdığı sıfatın da gösterdiği önemden başka, sıra dışı bir entelektüeldir, zira Türkiye meselelerinde Rusya entelektüeline has siyasi dar görüşlülükten uzaktır.

Rusya’da Türkiye ile ilgili düşünce kuruluşlarının ve uzmanların güncel siyasi görüşleri çoğunlukla ciddiye almaya değmeyecek kadar öngörüsüzdür. Bunların gayet sağlam tarih bilgisine rağmen Türkiye siyaseti karşısında bu derece cahil ve üstelik çokbilmiş olmaları, yeni bir şey değil. Okumaya ve anlamaya çalışan biri olarak, Türkiye ile ilgili siyasi öngörüsü doğrulanan pek az uzman görüşü hatırlıyorum.

Bununla birlikte bütünüyle pragmatizmin yön verdiği Kremlin siyaseti bu uzman görüşlerinden etkilenmez. Rusya’da adı sanı çok duyulmuş kuruluşlar dahil Türkiye’ye dair Kremlin’e izafe edilen beklentiler hemen her defasında yanlışlanmıştır. Bu yüzden ben, Türkiye ile ilgili “uzman” görüşlerini çevirmekten genellikle kaçınırım ve bunlara ancak Kremlin’in siyasetiyle, açıklamalarıyla, eylemleriyle örtüştüğü ve doğrulandığı ölçüde önem veririm.

* * *

Bu söylediklerim, Lukyanov’un görüşlerini bütünüyle paylaştığım anlamına gelmiyor. Ancak her şeye rağmen ayık ve objektif bir analiz örneği, dahası ne idüğü belirsiz bir “Rus uzman” değil. Dolayısıyla ihtilaflar üzerinde durmaya gerek yok.

***

Kılıçdaroğlu Alevi olduğunu söyledi. Geleneksel olarak bunun Türkiye’de başkanlık adayı için daha ziyade bir engel olduğu düşünülür. Neden böyle ve bu durumda Kılıçdaroğlu neden bu konuda açık açık konuştu?

Aleviler şiiliğe yakın dini-kültürel bir azınlık. Türkiye nüfusunun yaklaşık yüzde 5’ini teşkil ediyorlar, ancak nüfusun kalan büyük bölümü sünni müslüman.

Erdoğan ve AKP’nin temel argümanı kendilerinin Türk halkı, konsolide bir güç oldukları şeklinde. Kılıçdaroğlu ise öyle görünüyor ki başka bir şeyi ortaya koymak, Türkiye’nin çok renkli olduğunu göstermek gerektiğini düşündü. Türkiye’de sadece Türkler değil; Aleviler, Kürtler de var, oysa bunlar Erdoğan’ın anlatısına göre neredeyse düşman, Türkiye’de yaşayan başka halklar.

Bu milli faktör seçim sonuçlarında güçlü bir etkide bulunur mu?

İzlenimim, şu an bu faktörün çok önemli bir rol oynamadığı şeklinde. Türkiye’de tamamen başka bir gündem var ve bu da öncelikle Erdoğan’ın iktidarda çok uzun süre kalmış olmasıyla ilişkili.

Erdoğan’dan birçok insan yoruldu. Onun katkılarını kabul edenler bile. “Daha ne kadar,” deniyor. Bu anlamda, seçimlerde kullandığı her zamanki yöntemleri, yani karşısında birleşmek gereken bir takım dış düşmanlar arayışı, sıkı taraftarları arasında olmayanlar için işlemiyor.

Erdoğan’ın seçmeni kim, Kılıçdaroğlu’nun seçmeni kim?

Erdoğan’ın geleneksel seçmen kitlesi kırsal alanlar ve küçük şehirler, küçük ticaret (Türkiye ekonomisinin temelini teşkil ediyor) ve kendilerini İslam’ın kurallarını uygulayan insanlar olarak tanımlayan inananlar. Erdoğan’ın sağlam seçmen kitlesinin nüfusun yüzde 30-40 kadarı olduğu düşünülüyor.

Daha önce İstanbul da elindeydi, çünkü ora doğumlu. Ayrıca bir süre belediye başkanıydı. Şu an İstanbul’u önemli ölçüde kaybetmiş durumda. 2019 seçimlerinde AKP adayına karşı şimdi Türkiye’deki en popüler siyasetçi olan Ekrem İmamoğlu kazandı. Ama İmamoğlu’na karşı ceza davası var, bu yüzden cumhurbaşkanlığı yarışına giremiyor. Seçimlere girebilmiş olsaydı Erdoğan’ın hiçbir şansı olmayacağı düşünülüyor.

Muhalefetin arkasında daha laik ve daha az İslami oryantasyonu olan kesim var. Bu büyük şehirler, bu kapsamda son seçimlerde muhalefete oy veren her iki başkent, İstanbul ve Ankara. Ülke nüfusunun yaklaşık yüzde 15’ini oluşturan Kürtler. Erdoğan’ın onlarla ilişkisi çok karmaşık. Onlara yaslandığı bir dönem de oldu, ama sonra keskin bir şekilde döndü, Kürtler de ona ihanet ettiler. Çok sayıda olmaları ve elit içinde de bulunmaları yüzünden bu seçimlerde önemli bir faktör.

Muhalefet bu defa birleşmeyi başardı. Üstelik ilk defa. Bu nedenle mevzu şimdi ilk defa muhalefetin zafer şansı olması haline geldi. Erdoğan bütün önceki kampanyalarda onları parça parça etmişti. Seçimlerden sonra dağılırlar mı? Bu başka bir mesele, ama seçimlere kadar konsolide halde kaldılar. Toplamda sağlam bir yüzde 40-45’leri var.

Peki adaylar arasındaki mücadele kimin için? Türkiye’deki mütereddit seçmen kim?

Erdoğan’dan hayal kırıklığına uğrayanlar, henüz fikrini netleştirmeyenler. Geçtiğimiz günlerde bir araştırma vardı; Türkiye’deki seçim kampanyalarının tecrübesine göre seçmenlerin görece yüksek bir yüzdesi destekleyeceği adaya seçim sandığında karar veriyor. Yani eline pusula geçmeden kime oy vereceklerini söyleyemiyorlar. Eğer seçimde kesin bir lider varsa bu insanlar genelde farklı bir şeye karar vermiyor. Ama şimdi Erdoğan ve Kılıçdaroğlu’nun burun buruna gittikleri bir durumda son andaki etkiye açık olan bu “bilmez” seçmenler, öyle görünüyor ki, kimin başkan olacağına karar verecekler.

Erdoğan kaybederse ne olacak? Yenilgiyi kabul eder mi?

Erdoğan kuşkusuz yenilgiyi kabul edecek birine benzemiyor. Birçok Türkiyeli gözlemciyle görüştüm; ortak görüş: evet, elbette, son ana kadar dövüşecek. Özellikle de eğer fark küçük olursa. Yeniden sayım isteyecek, kanuni yollara sarılacak. Ama Türkiye gene de bir diktatörlük değil ve epey güçlü kurumlar var. Eğer kaybettiği anlaşılırsa (yeniden sayımdan sonra) kendisini desteklemesi için kimi organları (orduyu veya polisi) harekete geçirmeyi başaramaz. Bunlar buna kalkışmazlar.

Kılıçdaroğlu kazanırsa ne olacak? Rusya ile ilişkilerde nasıl yansır? Önce işbirliği istediğini yazdı, ama sonra ansızın, sanki gökten yıldırım düşmüş gibi neredeyse bize tehditte bulundu.

Dünkü tweet, izahı epey güç bir şey. Buna neyin neden olduğu, neden ihtiyaç duyulduğu tamamen belirsiz. Sanki başka bir adaya karşı yapılan sızıntıya bir tepki; o aday da bunun ardından katılmaktan vazgeçti. Ama bu reddediş Kılıçdaroğlu’nun yararına, bu yüzden neye böyle hiddetlendiği ve neden doğruca Rusya’yı hedef aldığı, anlaşılmaz. Öyle görünüyor ki bilmediğimiz faktörler rol oynadı.

Buna kadar tablo epey öngörülebilirdi. Elbette, Erdoğan’ın gidişi ilişkilerin atmosferinde belirgin değişikliklere işaret edecek; bunun nedeni de ilişkilerin şu anda epey kişiselleşmiş olması. Putin ve Erdoğan karakter olarak birbirlerine çok uyuyorlar. Kılıçdaroğlu ise tamamen başka bir karakter, başkanımızla samimi bir dostluğa yönelik bir ön gerekliliği de yok.

Artı, Kılıçdaroğlu’nun ABD ve AB ile bütün ilişkileri normalleştirmek istediğine dair bütün açıklamalar da elbette Rusya ile bağlardan bir geri dönüşün muhakkak olduğunu gösteriyor.

Diğer bir mesele, bu geri dönüşün ne kadar büyük olacağı. Objektif durum şu: Rusya ve Türkiye’nin son yıllarda çok sayıda ortak veya tezat menfaati ortaya çıktı; ama birbirine bağlı. Bunları alıp gömmek (mesela Suriye ve Ortadoğu’da) çok riskli; diğer hallerde ise anlamsız ve Türkiye’nin menfaatlerine (öncelikle iktisadi anlamda) zarar verir. Bu yüzden geri yuvarlanmada ciddi, sabit sınırlar var.

Öte yandan yönünü batıya geri çevirmenin önünde de ciddi sınırlar var, çünkü Erdoğan’dan önceki duruma dönmek mümkün değil. Türkiye başka, batı başka, dünya başka, Ortadoğu tamamen bambaşka. Türkiye’nin yeni batı yanlısı bir liderin yönetiminde güvenle güney kanadında batının sadık müttefiki yuvasına yürüyeceğini düşünmek de mümkün değil, zira eski pozisyonu yeniden kazanmaya imkân verecek hiçbir şey yok.

Bence Rusya’ya yönelik tutumda bir soğukluk ve temkinlilik dönemi olacaktır. Kılıçdaroğlu, birkaç gün önce The Wall Street Journal mülakatında, yaptırımlara katılmaya hazır oldukları şeklinde yorumlanabilecek bir cümle söyledi. Arkasından dış siyaset danışmanı, Kılıçdaroğlu’nun bunu kastetmediğini açıkladı. Türkiye’nin hiçbir yaptırım getirmeyeceğini, ama batının yaptırımlarının etrafından dolanmak için kullanılmasına da izin vermeyeceğini. Öyle görünüyor ki bu, Kılıçdaroğlu’nun zaferi halinde kaçınılmaz bir sonuçtur. Ama bence gene de bir orta yol yürütmek için Türkiye’nin yeterince gücü var. Erdoğan yönetiminde Türkiye’nin rol ve ağırlığı nitel olarak değişti. Bunu alıp eski statüye geri dönmeye ne toplum izin verir ne de sağduyu. Bu milli menfaatlerine uygun değil.

Rusya ile ilişkilerden geri yuvarlanmak Almanya’nın da menfaatine değildi, ama bu onların bize yönelik siyasetinde köklü bir değişiklik yapmalarına engel olmadı.

Almanya’nın böyle bir egemenliği yoktu. Batı Almanya savaşta bozguna uğradıktan sonra Amerikan merkezli sisteme entegre edildi ve ardından bu rotada sıkı bir gözetim altında tutuldu. Bu Amerikan rotası birkaç defa değişti. Biri 70’lerde, diğeri 2000’lerde, üçüncüsü de şimdi. Washington’un müttefiklerinden ne istediğinin kavranışı dalgalıydı. Rusya ile yapıcı iktisadi ilişkiler olmasının ve hatta Rusya’nın kimi menfaatlerinin bir tür kondüktörü olmanın caiz sayıldığı sırada harikaydı. Bu şimdi bitti; Almanya çok aktif bir şekilde yeni bir modele entegre oldu; bunun nedeni kısmen, başka bir şeyi akıllarından bile geçirememeleri. Çağdaş Almanya’nın aksi takdirde egemen bir siyaset yürütebileceğini [mümkün] görmüyorlar.

Türkiye ise başka bir durum. Daha Erdoğan’dan önce, “soğuk” savaşın bitişinden sonra, Türkiye kendisine yeni bir yer aramaya başlamıştı. “Turan”, Türk dünyası; bunlar Erdoğan’dan önce. Erdoğan iktidarında bütün bunlar çok güçlü bir şekilde aktive oldu. 20 yıl önce ABD’nin Irak’a saldırısına katılmayı reddetmişlerdi. Bu, kendi menfaatlerini gözeteceklerine dair çok ciddi bir işaretti. Bence bu tecrübe varken kim gelirse gelsin eğer tam bir kukla değilse (durumun böyle olduğunu düşünmüyorum), birincisi mevcut, ikincisi de adeta fethedilmiş olan imkânlardan vazgeçmek aptallıktır.

Erdoğan pervasız davranıyordu. Türkiye’nin egemenliğini batıya meydan okurcasına gösteriyordu. Ama her zaman böyle değildi. 2007’ye kadar AB’nin yakınlaşma şartı olarak koyduğu talepleri gayet iyi niyetle yerine getiriyordu. Ama sonra kimsenin Türkiye’yi almayacağını kavradı; öyleyse karşılarında bir komedi vardı. Bu yüzden bence herhangi bir batılı ülkeyle benzetme söz konusu olamaz. Bu tamamen başka bir durum.

Erdoğan kazanırsa ne olacak? İlişki paradigması herhangi bir şekilde değişir mi?

Hayır, bence paradigma değişmeyecektir. Ben bu paradigmanın bizde çok kesin çizgilerle geliştirildiğini düşünüyorum. Çok sıkı ilişkiler; bunların temelinde birbirimiz karşısında gidecek bir yerimizin olmadığı, bağlı olduğumuz ve öyle kalacağımız, çelişkileri (Belki de çok yapıcı ve verimli olabilecek bir) işbirliğine engel olmayacak şekilde resmileştirmek gerektiği kavrayışı var.

Bence Erdoğan kazanırsa ilişkiler güçlenir bile, zira bu zafere Rusya tarafının katkısı da görünüyor. Kılıçdaroğlu’nun bizi suçladığı şeyden söz etmiyorum; iktisadi, siyasi adımlarımızdan söz ediyorum. Doğalgaz ödemesinin ertelenmesi, Erdoğan’a nezaket olarak kendisinin iyi bir müzakereci olduğunu göstermek için hububat anlaşması. Bu nedenle, iktidarda kalırsa ilişkilerin kötü olmayacak şekilde gelişeceğini düşünüyorum. Dolayısıyla, eğer o olmazsa elimizdeki pek çok kişisel başarı da gidecektir.

DÜNYA BASINI

ABD’deki Yahudileri ‘ideolojik mezarlıklara’ davet ettiler

Yayınlanma

İsrail’deki üniversite rektörlerinin ABD’deki kampüslerde sergilenen “şiddet, antisemitizm ve İsrail karşıtlığı” gerekçesiyle Yahudileri kendi üniversitelerine davet etmelerine deneyimli İsrailli gazeteci Gideon Levy’den sert tepki gösterdi. Rektörleri ikiyüzlülük ve kendini bilmezlikle suçlayan Levy’nin dikkat çekici yazısı şöyle:

***

İsrail Üniversiteleri ABD’li Yahudilere İnsan Hakları ve Özgürlük Hakkında Hiçbir Şey Öğretemez

Gideon Levy

İşte ikiyüzlülük ve kendini bilmezlik konusunda bir rekor daha: İsrail’in üniversite rektörleri mektup yayınlayarak ABD’deki kampüslerde sergilenen şiddet, antisemitizm ve İsrail karşıtlığından rahatsızlık duyduklarını ve Yahudilerin ve İsraillilerin buradaki üniversitelere kabul edilmelerine yardımcı olmayı taahhüt ettiklerini belirttiler. Başka bir deyişle: Ariel Üniversitesi’ne gelin. Bu çalıntı topraklarda, apartheid bölgesinin kalbinde, yurttaşlık, insan hakları ve özgürlük eğitimi alacaksınız. Her İsrail üniversitesinde olduğu gibi Ariel’de de özgürlük ve eşitliğin ne olduğunu göreceksiniz. Burada ayrıca Amerika’da zulüm gören Yahudiler için dünyanın en güvenli yerinde Ariel’de sığınak bulacaksınız.

Sayın rektörler, sırça köşkte oturan komşusuna taş atmamalı. Eğer Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Yahudi akademisyenlere bir sığınak sunmayı amaçlıyorsanız, sunacak pek bir şeyiniz yok. Columbia kampüsündeki en fırtınalı gün, Yahudiler için İbrani Üniversitesi yolundan daha güvenli. Arap öğrenciler üniversitelerinizde Columbia’daki Yahudi öğrenciler kadar rahat hissetmiyor. Columbia’daki tehlikenin yakınlığını da sorgulamak mümkün.

Columbia Üniversitesi öğrencisi Noa Orbach 26 Nisan tarihli Haaretz İbranice baskısında “İsrailli Yahudi bir öğrenci olarak kişisel güvenliğime yönelik hiçbir korku ya da tehdit hissetmiyorum” diye yazdı. İsrail, dünyada Yahudileri bekleyen tehlikeleri abartmayı ve bunların içinde debelenmeyi seviyor. Bu da Yahudilerin İsrail’e göçüne yol açıyor ki bu İsrail’in bir sığınak olduğu masalı için iyi. Dünyada antisemitizm olmadığından değil, ama her şey antisemitizmse ancak İsrail aklanmış demektir.

Biraz mütevazılık da size zarar vermez, sayın rektörler. Akademileriniz şu anda Amerika Birleşik Devletleri’ndeki kampüslerde yaşananlara imrenebilir. Yurttaşlık bilincine ve siyasi katılıma sahip bir kampüs işte böyle bir şeydir. İsrail’in kasvetli, sıkıcı kampüslerindeki ideolojik mezarlıkların aksine canlı, aktif, isyankâr bir kampüs böyle görünür. Doğru, İsrail karşıtı protesto, Haaretz’de anlatılandan daha az olsa da yer yer antisemitizm ve şiddet içerdiği doğru. Ancak kayıtsız, doygun, uyuşuk bir kampüs ile çalkantılı, ilgili, radikal bir kampüs arasında bir seçim söz konusu olduğunda, ikincisi daha umut verici.

Burada sadece Amerika Birleşik Devletleri’ndeki gibi militan öğretim üyeleri ve öğrencilerin hayalini kurabilirsiniz. Gelecek nesli ancak onlar güvence altına alabilirler. İsrail kampüslerinin çorak arazisinde hiçbir sosyal veya politik umut yeşermeyecek.

Amerika’daki öğrenciler, protestoları çalkantılı hale gelse ve kontrollerini kaybetseler bile, katılım ve ilgi gösteriyorlar. Uzak bir kıtadaki savaşa karşı yapılan gösterilerin İsrail’deki bir üniversitede patlak verme ihtimali yok. İyi bir günde burada harç ücretleri ya da yedek öğrencilerin durumları nedeniyle protestolar patlak verecektir. Daha da iyi bir günde bir avuç Filistin asıllı İsrailli öğrenci üniversite kapısında duracak, Nakba gününü sessizce anacak ve onlarca silahlı polis etraflarını saracak.

Üniversite yöneticileri de savaş başladığından beri daha da yoğunlaşan kurumlarındaki cadı avını gizliyorlar. Hayfa Üniversitesi öğrenci birliği, patlak vermesinden birkaç gün sonra, Filistinlilere desteğini ifade etmeye cesaret eden öğrencileri uzaklaştırmak için harekete geçeceğini duyurdu. “Bize göre ifade özgürlüğü şu anda gölgede kalmış durumda” diye yazdılar. Akademide McCarthycilik böyle başladı ve Profesör Nadera Shalhoub-Kevorkian’ın uzaklaştırılması ve tutuklanmasıyla doruğa ulaştı. Akademinin önemli bir parçası olduğu, İsrailli bir mühendisin sosyal medyada Kur’an ayetlerine atıfta bulunduğu için işten atıldığı (Haaretz, 30 Nisan) dönemin ruhu, üniversite rektörlerini Amerika’da olup bitenler kadar rahatsız etmiyor.

ABD’deki protesto İsrail’i endişelendirmeli. Protestoların bir kısmı İsrail’e karşı nefrete ve onu yok etme çağrısına dönüştü. Her zaman olduğu gibi meselenin kökenine inmeliyiz. Amerika’daki öğrenciler Gazze’deki korkunç savaşın dehşetini, kayıtsız İsrailli meslektaşlarından çok daha fazla gördüler. Eğer savaş, işgal ve apartheid olmasaydı, bu protesto patlak vermezdi.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Stephan Walt: Gazze’deki eylemleri İsrail’i parya devlete dönüştürüyor

Yayınlanma

Yazar

Amerikalı siyaset bilimci Stephan M. Walt’un aşağıda çevirisini okuyacağınız makalesinde ABD’nin Orta Doğu’da izlediği stratejinin neden başarısız olduğuna yanıt arıyor. Bu başarısız strateji nedeniyle bölgenin bugün yangın yeri olduğuna dikkat çekiliyor:

***

Amerika Orta Doğu’daki yangını körükledi

İsrail giderek büyüyen bir tehlikeyle karşı karşıya ama sorumluluk Tahran’dan çok Washington’da.

STEPHEN M. WALT

İran’ın, Suriye’nin başkenti Şam’daki konsolosluğuna yönelik İsrail saldırısına insansız hava aracı ve füze saldırılarıyla misilleme yapma kararı, Biden yönetiminin Orta Doğu’yu ne kadar kötü idare ettiğini ortaya koyuyor.

Hamas’ın 7 Ekim 2023’te İsrail’e yönelik saldırısının arifesinde bölgenin “on yıllardır olmadığı kadar sakin” olduğuna kendini ikna eden ABD’li yetkililer, o zamandan bu yana kötü bir durumu daha da kötüleştirecek kararlar verdiler.

Kendilerini teselli için söylenebilecek en iyi şey, çok sayıda arkadaşları olduğu; Trump, Obama, Bush ve Clinton yönetimleri de çoğunlukla işleri yüzlerine gözlerine bulaştırdılar.

Yönetimin Hamas’ın 7 Ekim’deki vahşi saldırısına verdiği yanıtın üç ana hedefi vardı.

İlk olarak İsrail’e kararlı destek vermeye çalıştı: retorik olarak destekleyerek, düzenli olarak üst düzey İsrailli yetkililere danışarak, soykırım suçlamalarına karşı savunarak, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde ateşkes kararlarını veto ederek ve sürekli ölümcül silah tedarik ederek.

İkinci olarak Washington Gazze’deki çatışmanın tırmanmasını önlemeye çalıştı. Son olarak da hem Filistinli sivillerin zarar görmesini engellemek hem de ABD’nin imaj ve itibarına gelebilecek zararı en aza indirmek için İsrail’i itidalli davranmaya ikna etmeye çalıştı.

Çelişkili hedefler

Bu politika başarısız oldu çünkü amaçları, doğası gereği çelişkiliydi. İsrail’e koşulsuz destek vermek, liderlerini ABD’nin itidal çağrılarına kulak vermeye teşvik etmedi, bu yüzden onları görmezden gelmeleri şaşırtıcı değil.

Gazze yerle bir edildi, en az 33 bin Filistinli (12 binden fazlası çocuk) öldü ve ABD’li yetkililer oradaki sivillerin kıtlık koşullarıyla karşı karşıya olduğunu artık kabul ediyor.

Yemen’deki Husi milisleri ateşkes talep ettiklerini iddiasıyla Kızıldeniz’deki gemileri hedef almaya devam ediyor; İsrail ile Hizbullah arasındaki düşük seviyeli çatışma sürüyor; ve işgal altındaki Batı Şeria’da şiddet keskin bir şekilde arttı.

İran’ın 1 Nisan’da konsolosluğunun bombalanmasına misilleme olarak 13 Nisan’da İsrail’e insansız hava aracı ve füze saldırıları düzenlemesi daha geniş çaplı bir savaş ihtimalini gündeme getirdi.

Amerikalılar İran’ın kötülüğün vücut bulmuş hali olduğunu duymaya alışkın olduklarından, bazı okuyucular tüm bu sorunlardan Tahran’ı sorumlu tutmaya meyilli olabilirler.

Örneğin daha geçen hafta New York Times’ın baş haberinde İran’ın Batı Şeria’da huzursuzluk yaratmak amacıyla bölgeye silah “yağdırdığını” duyuruldu.

Bu görüşe göre İran zaten alevler içinde olan bir bölgeye benzin döküyor. Ancak bu hikâyede çok daha fazlası var ve bunların çoğu ABD’yi kötü gösteriyor.

Açık konuşayım: İran, yönetimi altında yaşayan ve ABD yaptırımlarının olumsuz etkilerine katlanmak zorunda olan milyonlarca İranlı için üzülsem de hiçbir sempati duymadığım acımasız bir teokratik rejim tarafından yönetiliyor. Bu rejimin bazı eylemleri -örneğin Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline verdiği destek- son derece sakıncalı.

Ancak Batı Şeria’ya (ya da Gazze’ye) küçük silahlar ve diğer silahları sağlama çabaları özellikle dehşet verici mi? Ve İsrail’in yakın zamanda konsolosluğuna yaptığı saldırıya (İran’ın iki generali öldürdü) karşılık verme kararı şaşırtıcı mı?

Savaş içinde işgal

Cenevre Sözleşmelerine göre “savaş sonucu işgal” altında yaşayan bir halkın işgalci güce karşı direnme hakkı var.

İsrail’in 1967’den beri Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ü kontrol ettiği, 700 binden fazla yasadışı yerleşimciyle bu toprakları sömürgeleştirdiği ve bu süreçte binlerce Filistinliyi öldürdüğü göz önüne alındığında bunun “savaş içinde işgal” olduğuna dair şüpheler azalıyor.

Elbette direniş eylemleri yine de savaş kanunlarına tabi ve Hamas ve diğer Filistinli gruplar, İsrailli sivillere saldırdıklarında bu kanunları ihlal ediyorlar. Ancak işgale karşı direnmek meşru ve İran bunu Filistin davasına olan derin bağlılığından değil de kendi çıkarları gereği yapmış olsa bile, kuşatılmış bir halka yardım ille de yanlış sayılmaz.

Benzer şekilde, İsrail’in konsolosluğunu bombalaması ve iki İranlı generali öldürmesinin ardından İran’ın misilleme yapma kararı, özellikle de Tahran’ın defalarca savaşı genişletme arzusu olmadığının sinyallerini verdiği göz önüne alındığında, özündeki saldırganlığın kanıtı olmaz.

Nitekim misilleme İsrail’e önemli ölçüde uyarıda bulunacak şekilde yapıldı ve Tahran’ın savaşı daha fazla tırmandırmak istemediğinin mesajını vermek üzere tasarlanmış gibiydi. ABD ve İsrailli yetkililerin güç kullandıklarında genellikle söyledikleri gibi, İran sadece “caydırıcılığı yeniden tesis etmeye” çalışıyor.

ABD’nin on yıllardır Orta Doğu’ya silah “yağdırdığını” unutmayalım. İsrail’e her yıl, milyarlarca dolarlık sofistike askeri teçhizat sağlıyor ve ABD’nin desteğinin koşulsuz olduğuna dair defalarca güvence veriyor.

Bu destek, İsrail’in Gazze’deki sivil nüfusu bombaladığı ve aç bıraktığı süreçte dahi sarsılmadı ve İsrail, ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ın son ziyaretini Batı Şeria’da 1993’ten bu yana en geniş Filistin topraklarına el koyma kararını açıklayarak karşıladığında da bundan etkilenmedi.

Ekvator’un Quito’daki Meksika Büyükelçiliği’ne yönelik son saldırısını bile kınayan Washington, İsrail İran konsolosluğunu bombaladığında gözünü kırpmadı.

Bunun yerine üst düzey Pentagon yetkilileri destek gösterisi için (Batı) Kudüs’e gitti ve Başkan Joe Biden İsrail’e olan bağlılıklarının “sarsılmaz” olduğunu vurguladı.

Gücün kötüye kullanılması

İsrailli yetkililerin ABD’den gelen tavsiyeleri görmezden gelebileceklerine inanmaları şaşırtıcı mı?

Kontrolsüz güce sahip devletler bunu kötüye kullanma eğiliminde olur ve İsrail de istisna değil. İsrail, Filistinlilerden çok daha güçlü ve İran’dan da daha yetenekli olduğu için, onlara karşı herhangi bir bedel ödemeden hareket edebilir ve genellikle de öyle yapıyor.

Onlarca yıldır cömert ve koşulsuz ABD desteği, İsrail’in istediğini yapmasına olanak sağladı. Bu da hem politikasının hem de Filistinlilere yönelik davranışlarının zaman içinde giderek daha aşırı hale gelmesine katkıda bulundu.

Sadece Filistinlilerin Birinci İntifada (1987-1993) sırasında olduğu gibi etkili bir direniş sergileyebildikleri nadir durumlarda eski Başbakan Yitzhak Rabin gibi İsrailli liderler uzlaşma ihtiyacını kabul etmek ve barış yapmaya çalışmak zorunda kaldılar.

Ne yazık ki İsrail çok güçlü, Filistinliler çok zayıf ve ABD’li arabulucular İsrail’in lehine tek taraflı olduğu için Rabin’in haleflerinden hiçbiri Filistinlilere kabul edebilecekleri bir anlaşma önermeye yanaşmadı.

İran’ın Batı Şeria’ya silah sağlamasına hâlâ kızgınsanız, durumun tersine dönmesi halinde ne hissedeceğinizi kendinize sorun. Mısır, Ürdün ve Suriye’nin 1967’deki Altı Gün Savaşı’nı kazandığını ve milyonlarca İsraillinin kaçtığını düşünün.

Galip Arap devletlerinin daha sonra Filistinlilerin “geri dönüş hakkını” kullanmalarına ve İsrail/Filistin’in bir kısmında ya da tamamında kendilerine ait bir devlet kurmalarına izin verdiklerini düşünün.

Ayrıca bir milyon kadar İsrailli Yahudi’nin Gazze Şeridi gibi dar bir bölgeye hapsolmuş vatansız mülteciler haline geldiğini varsayın. Ardından, bir grup eski Irgun savaşçısının ve diğer radikal Yahudilerin bir direniş hareketi örgütlediğini, bölgenin kontrolünü ele geçirdiğini ve yeni Filistin devletini tanımayı reddettiğini düşünün.

Dahası, dünyanın dört bir yanındaki destekçilerinden yardım almaya devam ettiler ve yeni kurulan Filistin devletinin sınır yerleşimlerine ve kasabalarına saldırmak için kullandıkları silahları sokmaya başladılar. Sonra da Filistin devletinin abluka ve bombardımanla karşılık verdiğini ve binlerce sivilin ölümüne neden olduğunu varsayın.

Bu koşullar altında sizce ABD hükümeti hangi tarafı desteklerdi? Gerçekten de ABD böyle bir durumun ortaya çıkmasına izin verir miydi? Cevaplar çok açık ve ABD’nin bu çatışmaya nasıl tek taraflı yaklaştığına dair çok şey söylüyorlar.

Yarardan çok zarar

Buradaki trajik ironi, ABD’de İsrail’i eleştirilerden korumak ve ne yaparsa yapsın İsrail’i desteklemek için birbiri ardına yönetimleri zorlamak konusunda en ateşli olan kişi ve kuruluşların, aslında yardım etmeye çalıştıkları ülkeye büyük zarar vermiş olmaları.

“Özel ilişkinin” son 50 yılda nereye vardığını bir düşünün. İki devletli çözüm başarısız oldu ve Filistinlilerin geleceği sorunu, büyük ölçüde lobinin ABD başkanlarının İsrail’e anlamlı bir baskı yapmasını imkânsız hale getirmesi nedeniyle çözülemedi.

İsrail’in 1982’de (Batı Şeria’daki İsrail kontrolünü pekiştirmek için aptalca bir planın parçası olarak) Lübnan’ı akılsızca işgal etmesi, bugün İsrail’i kuzeyden tehdit eden Hizbullah’ın ortaya çıkmasına neden oldu.

Başbakan Binyamin Netanyahu ve diğer İsrailli yetkililer, Hamas’ı gizlice destekleyerek Filistin Yönetimi’ni zayıflatmaya ve iki devletli bir çözüme doğru ilerlemeyi engellemeye çalıştılar ve böylece 7 Ekim trajedisine katkıda bulundular.

İsrail’in iç siyaseti ABD’ninkinden daha kutuplaşmış durumda (ki bu da bir şey ifade ediyor) ve lobideki çoğu grubun her fırsatta savunduğu Gazze’deki eylemleri İsrail’in parya bir devlete dönüşmesine yol açıyor. Birçok Yahudi de dahil genç Amerikalılar arasındaki destek azalıyor.

Ve bu üzücü durum İran’ın Filistin davasını savunmasına, nükleer silaha sahip olmaya yaklaşmasına ve ABD’nin onu izole etme çabalarını engellemesine olanak sağladı.

Eğer Amerikan İsrail Halkla İlişkiler Komitesi (AIPAC) ve müttefikleri kendi kendilerine düşünebilselerdi İsrail’in kendisine yaptıklarına yardım ettikleri için utanç duyarlardı.

Buna karşılık, İsrail’in bazı eylemlerini eleştiren bizler -sadece yanlış bir şekilde antisemit, Yahudi düşmanı ya da daha kötüsü olarak karalanmak üzere- aslında hem ABD hem de İsrail için daha iyi olacak politikalar öneriyorduk.

Tavsiyelerimize uyulmuş olsaydı, İsrail bugün daha güvende, on binlerce Filistinli hâlâ hayatta, İran nükleere sahip olmaktan daha uzak, Orta Doğu neredeyse kesinlikle daha huzurlu ve ABD’nin insan hakları ve kurallara dayalı bir düzenin ilkeli savunucusu olarak hâlâ itibar görüyor olurdu.

Son olarak, eğer bu topraklar yaşayabilir bir Filistin devletinin parçası olsaydı İran’ın Batı Şeria’ya silah sağlamasının çok bir gerekçesi kalmaz ve İranlı liderlerin daha güvende olmak adına kendi nükleer caydırıcı güçlerine sahip olmayı düşünmeleri için daha az neden olurdu.

Ancak ABD’nin Orta Doğu politikasında daha köklü bir değişim olmadıkça, bu umut verici olasılıklar ulaşılamaz olmaya devam edecek ve bizi buraya getiren hataların tekrarlanması muhtemel.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Karl Polanyi’nin başarısız devrimi

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: 1944’te Karl Polanyi, adını bugüne kadar taşıyan Büyük Dönüşüm’ü çıkardı. Otobiyografik olmasa da kitap Polanyi’nin yaşamından derin izler taşıyor. Viyana ve Budapeşte’de pek çok kişi gibi, o da büyük bir medeniyetin çöküşüne doğrudan tanıklık etti. Birinci emperyalist paylaşım savaşı sırasında Rusya cephesinde Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ordusunda görev yaptı. Sosyalist bir Yahudi olarak, sonrasında Avrupa’nın yıkılmasına neden olan zulümlerden kaçmak zorunda kaldı. O dönem, bize beşeriyetin en marazlı dönemi olan 20. yüzyılın en önemli siyasi ve iktisadi hikayelerinden biri olan Büyük Dönüşüm’ü verdi.


Karl Polanyi’nin başarısız devrimi

Liberal dünya düzeni bir kez daha çöküşte

Thomas Fazi

Unherd

27 Nisan 2024

Yirminci yüzyıl düşünürleri arasında, Karl Polanyi kadar etkileyici ve kalıcı bir iz bırakmış olan pek az isim bulunur. İktisat tarihçisi Charles Kindleberger, Polanyi’nin başyapıtı olan Büyük Dönüşüm için şu sözleri dile getirmişti: “Bazı kitaplar yok olmayı reddeder, suyun altına gömülürler ancak tekrar yüzeye çıkarlar ve orada kalmaya devam ederler.” Bu ifade, Polanyi’nin eserinin ne denli derin ve kalıcı bir etki bıraktığını vurgular. Üstelik, Polanyi’nin ölümünden 60 yıl, kitabın yayımlanmasından ise 80 yıl geçmiş olmasına rağmen, bu söz bugün bile güncelliğini koruyor. Zira toplumlar, kapitalizmin sınırlarıyla mücadele etmeye devam ederken, Büyük Dönüşüm muhtemelen şimdiye kadar kaleme alınmış en keskin piyasa liberalizmi eleştirisi olarak varlığını sürdürüyor.

1886’da Avusturya’da dünyaya gelen Polanyi, Almanca konuşan bir burjuva ailesinin çocuğu olarak Budapeşte’de büyüdü. Ailesi resmi olarak Yahudi kökenli olmasına rağmen, Polanyi erken yaşlarda Hıristiyanlığa —daha doğrusu Hıristiyan sosyalizmine— yöneldi. Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte, “kızıl” Viyana’ya taşındı ve burada prestijli ekonomi dergisi Der Österreichische Volkswirt’ün (Avusturya Ekonomisti) yayın yönetmenliğini üstlendi. Bu süreçte, Ludwig von Mises ve Friedrich Hayek gibi isimlerin savunduğu neoliberal ya da “Avusturyacı” iktisat ekolünün ilk eleştirmenlerden biri olarak tanındı. Nazilerin 1933’te Almanya’yı ele geçirmesinin ardından Polanyi’nin fikirleri toplumda dışlandı ve sonrasında 1940’ta önce İngiltere’ye, ardından da ABD’ye taşındı. Vermont’taki Bennington Koleji’nde ders verdiği dönemde, Büyük Dönüşüm adlı eserini kaleme aldı.

Polanyi, yaşamı boyunca büyük iktisadi ve sosyal dönüşümlere tanık oldu ve bu dönüşümleri izah etmek için yola çıktı. Avrupa’da 1815’ten 1914’e kadar süren “göreli barış” yüzyılının sonunu ve ardından gelen ekonomik kargaşayı, faşizmi ve savaşı gözlemledi. Kitabın yayımlandığı dönemde bile, bu çalkantılar devam ediyordu. Polanyi, bu çalkantıların izini sürerken, onları tek ve kapsayıcı bir nedene kadar takip etti; 19. yüzyılın başlarında piyasa liberalizminin yükselişi. Bu anlayış, toplumun kendi kendini düzenleyen piyasalar aracılığıyla organize edilebileceği ve bu şekilde organize edilmesi gerektiği inancını temsil ediyordu. Ona göre, bu inanç insanlık tarihinin büyük bir kesiminde ontolojik bir kopuştan ötesi değildi. Polanyi’ye göre, 19. yüzyıldan önce, insan ekonomisi her zaman toplumun içine “gömülüydü”; yerel politikaya, geleneklere, dine ve sosyal ilişkilere bağlıydı. Özellikle toprak ve emek, meta olarak değil, yaşamın kendisinin parçaları olarak ele alınırdı, bir bütünün ayrılmaz unsurları olarak ele alınıyordu.

Ekonomik liberalizm, piyasaların kendiliğinden düzenlendiği fikrini öne sürerek bu düşünceyi alt üst etti. Ancak sadece toplumu ve ekonomiyi yapay olarak iki ayrı alan olarak değil, aynı zamanda toplumun yaşamın kendisinin bu kendiliğinden piyasa mantığına tabi olmasını da savundu. Polanyi’ye göre bu, “toplumun piyasaya yardımcı bir unsur olarak işletilmesinden ötesi değildir. Ekonominin toplumsal ilişkilere gömülü olması değil, toplumsal ilişkilerin iktisadi sisteme gömülü olması söz konusudur”.

Polanyi’nin ilk itirazı ahlakiydi ve sıkı sıkıya Hıristiyan inançlarına dayanıyordu; insanlar, toprak ve doğa gibi yaşamın organik unsurlarını sıradan mallar olarak görmek ve satmak yanlıştır. Bu kavram, insanlık tarihinde toplumları yöneten “kutsal” düzeni ihlal eder. Polanyi, “[Emeği ve toprağı] piyasa mekanizmasına dahil etmek, toplumun özünü piyasa yasalarına tabi kılmak anlamına gelir,” diyordu. Aynı zamanda, “muhafazakâr sosyalist” olarak nitelendirilebilir; zira sadece dağıtım alanında değil, aynı zamanda toplumun yapısına zarar verdiği için piyasa liberalizmine karşı çıkmıştı. Polanyi, piyasa liberalizminin sosyal ve toplumsal bağları parçaladığını, bireyleri atomize ettiğini ve yabancılaşmış bireylerin ortaya çıkmasına neden olduğunu savunmuştu.

Bu, Polanyi’nin argümanının daha uygulamaya yönelik ikinci seviyesiyle ilgili: Piyasacı liberaller, ekonomiyi toplumdan ayırmak ve tamamen kendi kendini düzenleyen bir piyasa oluşturmak istemiş olabilirler ve bunu başarmak için büyük çaba göstermiş olabilirler ama bu projeler her zaman başarısız olmaya mahkûmdu. Bu öylece gerçekleşemezdi. Kitabın girişinde belirtildiği gibi: “Bizim tezimiz, kendi kendini düzenleyen bir piyasanın katı bir Ütopya olduğudur. Böyle bir kurum, toplumun insani ve doğal özünü korumadan uzun süre var olamazdı; insanı fiziksel olarak zarar görür ve çevresini bir çöl haline getirirdi.”

Polanyi’ye göre, insanlar dizginsiz piyasaların yıkıcı sosyal sonuçlarına karşı her zaman tepki gösterecek ve ekonomiyi bir dereceye kadar kendi maddi, sosyal ve hatta “manevi” isteklerine yeniden tabi kılmak için mücadele edeceklerdir. Bu, onun “çifte hareket” argümanının temelidir: Ekonomiyi toplumdan ayırmaya yönelik girişimler, direnişe yol açtığı için, piyasa toplumları sürekli olarak iki karşıt hareket tarafından şekillendirilir. Piyasanın kapsamını sürekli genişletme hareketi ve bu genişlemeye direnen karşı hareket, özellikle emek ve toprak gibi “hayali” metalar söz konusu olduğunda belirgindir.

Bu, Polanyi’nin kapitalizmin yükselişine dair ortodoks liberal açıklamayı parçalayan eleştirisinin üçüncü seviyesine yönlendirir. Esasında, toplumların doğal düzenini bozmaya yönelik bir girişimi temsil eden piyasa ekonomisinin doğal hiçbir yanı yoktur; bu nedenle, asla kendiliğinden ortaya çıkamaz ve kendi kendini düzenleyemez. Aksine, rekabetçi bir kapitalist ekonomiye olanak tanıyan toplumsal yapı ve insan düşüncesindeki değişiklikleri zorlamak için devlete ihtiyaç vardır. Polanyi, devlet ile piyasa arasındaki ilan edilen ayrılığın bir yanılsama olduğunu söylemişti. Piyasalar ve meta ticareti tüm insan toplumlarının bir parçasıdır, ancak bir “piyasa toplumu” yaratmak için bu metaların daha geniş, tutarlı bir piyasa ilişkileri sistemine tabi olması gerekir. Bu da sadece devletin zorlaması ve düzenlemesiyle gerçekleştirilebilecek bir şeydir.

Laissez-faire’in doğal bir yanı yoktu; serbest piyasalar asla yalnızca kendi akışına bırakıldığında ortaya çıkmazdı. Laissez-faire planlanmıştı… [Bu] devlet tarafından dayatılmıştı,” diye yazıyordu. Polanyi, yalnızca piyasanın mantığına dayalı “daimî, merkezi olarak düzenlenen ve kontrol edilen müdahalelerdeki büyük artışa” değil, aynı zamanda piyasanın yıkıcı ve zarar verici etkilerine maruz kalan aileler, işçiler, çiftçiler ve küçük işletmeler gibi kesimlerin sırtladığı sosyal ve iktisadi maliyetlerin doğal bir tepkisi olan —karşı tepkiye— karşı koymak için devletin müdahalesine olan ihtiyaca da işaret ediyordu.

Başka bir ifadeyle, özel mülkiyetin korunması, egemen sınıfın farklı üyeleri arasındaki ilişkilerin denetlenmesi ve sistemin yeniden üretilmesi için gerekli hizmetlerin sağlanması için devlet yapılarının desteklenmesi, kapitalizmin gelişmesinin siyasi ön koşuluydu. Ancak paradoksal bir şekilde, piyasa liberalizminin işleyebilmesi için duyulan devlet ihtiyacı, aynı zamanda onun kalıcı entelektüel cazibesinin ana nedenidir. Zira tamamen kendi kendini düzenleyen saf piyasaların var olamayacağı gerçeğinden ötürü, çağdaş liberteryenler gibi savunucuları her zaman kapitalizmin başarısızlıklarının özünde “serbest” piyasaların eksikliğinden kaynaklandığını iddia edebilirler.

Oysa Polanyi’nin ideolojik hasımları olan Hayek ve Mises gibi neoliberaller bile kendi kendini düzenleyen piyasanın bir mit olduğunun gayet farkındaydı. Quinn Slobodian’ın ifadesiyle, amaçları “iktisadi” olanı “siyasi” olandan yapay olarak ayırmak için devleti kullanarak “piyasaları özgürleştirmek değil, onları kuşatmak, kapitalizmi demokrasi tehdidine karşı aşılamaktı”. Bu bağlamda, piyasa liberalizmi ekonomik yanı kadar siyasi bir proje olarak da görülebilir: 19. yüzyılın sonlarından itibaren, genel oy hakkının genişletilmesinin bir sonucu olarak kitlelerin siyasi arenaya girmesine yanıt olarak ortaya çıkmıştı, ki bu, dönemin militan liberallerinin çoğunun şiddetle karşı çıktığı bir gelişmeydi.

Bu proje, sadece ulusal ölçekte değil, aslında zorunlu olan ancak kendi kendini düzenlediği iddia edilen piyasa mantığını uluslararası iktisadi ilişkilere yaymayı amaçlayan altın standardının oluşturulması yoluyla uluslararası düzeyde de devam etti. Bu, ulusa devletlerin —ve yurttaşlarının— iktisadi işlerin yönetimindeki rolünü azaltma çabalarının erken bir küreselci girişimdi. Altın standardı ulusal iktisadi politikaları küresel ekonominin esnek olmayan kurallarına etkin bir şekilde tabi kılmıştı. Ancak aynı zamanda iktisadi alanı, oy hakkının yayıldıkça Batı’da artan demokratik baskılardan korurken emeği disipline etmek için de son derece etkili bir araç sağladı.

Ancak altın standardı, toplumlara ağır deflasyonist politikalar biçiminde o kadar büyük maliyetler yükledi ki, sistem tarafından oluşturulan gerilimler sonunda doruğa ulaştı. Öncelikle 1914’te uluslararası düzenin çöküşüne tanık olduk, ardından Büyük Buhran’ın ardından bir kez daha. Bu son hadise, uluslar küresel “kendi kendini düzenleyen” ekonominin zararlı etkilerinden korunmanın çeşitli yollarını —faşizmi kucaklamak da dahil— ararken dünyanın şimdiye kadar tanık olduğu en büyük anti-liberal karşı hareketini tetikledi. Bu bağlamda Polanyi’ye göre İkinci Dünya Savaşı, küresel ekonomiyi piyasa liberalizmi temelinde düzenleme teşebbüsünün doğrudan bir sonucuydu.

Kitap basıldığında savaş hala devam ediyordu, Polanyi yine de iyimserliğini korudu. Önceki yüzyılda dünyayı sarsan derin dönüşümlerin nihai “büyük dönüşüme” —ulusal ekonomilerin yanı sıra küresel ekonominin de demokratik siyasete tabi olması— zemin hazırladığına inanıyordu. Bu sistemi “sosyalizm” olarak adlandırdı, fakat bu terim, ana akım Marksizm’den kayda değer ölçüde farklıydı. Polanyi’nin sosyalizmi sadece daha adil bir toplumun kurulması anlamına gelmiyordu, aynı zamanda “Batı Avrupa’da her zaman Hıristiyan gelenekleriyle ilişkilendirilen, toplumu belirgin bir şekilde insani bir ilişki haline getirme çabasının devamı” idi. Bu bağlamda, demokratik siyasetin uygulanmasının ön koşulu olarak ulus devlet olan “egemenliğin bölgesel karakterini” de vurguladı.

Polanyi’ye göre, devletin daha büyük bir rol oynaması için kesinlikle baskıcı bir biçimde hareket etmesi gerekmez. Tam tersine, insanları piyasanın acımasız mantığından kurtarmanın “sadece birkaç kişi için değil, herkes için özgürlüğe ulaşmanın” —yani insanların sadece hayatta kalmakla kalmayıp yaşamaya başlamaları için özgürlüğün— ön koşulu olduğunu savundu. İkinci Dünya Savaşı sonrasında benimsenen refah kapitalizmi ve sosyal demokrat sistemler, mükemmel olmasalar da bu yönde atılmış bir adımı temsil ediyorlardı. Emek ve sosyal yaşamın kısmen metalaştırılmasının yanı sıra, toplumları küresel ekonominin baskılarından korurken uluslararası ticareti kolaylaştıran bir uluslararası sistem oluşturdular. Polanyen terimlerle ifade edecek olursak, ekonomi bir dereceye kadar topluma “yeniden gömüldü”.

Ancak, bu durum, kapitalist sınıfın yeni bir karşı hareketini beraberinde getirdi. Seksenli yıllardan itibaren, piyasa liberalizmi doktrini neoliberalizm, hiper-küreselleşme ve ulusal demokrasi kurumlarına yönelik yeni bir saldırı biçimi olarak canlandırıldı, hepsi devletin aktif desteğiyle gerçekleşti. Aynı dönemde, Avrupa’da altın standardının daha radikal bir versiyonu olan avro oluşturuldu. Ulusal ekonomilere bir kez daha deli gömleği giydirildi. Piyasa liberalizminin önceki biçimlerinde olduğu gibi, bu eski-yeni düzen de işçilerin yoksullaşmasına ve endüstriyel kapasite, kamu hizmetleri, kritik altyapılar ve yerel toplulukları mahvetti. Polanyi, bir tepkinin kaçınılmaz olduğunu iddia ederdi ve sahiden de 2010’ların sonlarından itibaren bu tepki geldi ama son on yılın popülist ayaklanmaları da bu düzenin yerine yeni bir düzen getiremedi.

Nihayetinde, bir asır öncesinde olduğu gibi, “uluslararası liberal düzenin” içsel çelişkileri, sistemin bir kez daha çökmesine ve uluslararası gerilimlerin dramatik bir şekilde artmasına neden oluyor. Eğer Polanyi bugün yaşasaydı, muhtemelen kitabını yayınladığı dönemde olduğu kadar iyimser olmazdı. Şu anda kesinlikle bir başka “büyük dönüşümün” içindeyiz ama bu, öngördüğü demokratik, iş birliğine dayalı uluslararası düzenden daha da uzak bir geleceği müjdelemiyor olabilir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English