GÖRÜŞ
Stratejik planlama, kalkınma – 2
Yayınlanma
Yazar
Hazal YalınSosyalizmin kapitalist tedbirleri almaktan kaçınmadığı bilinir; aynı şekilde, kapitalizmin de ilk defa sosyalizm tarafından uygulanan tedbirleri kaçınılmaz olarak aldığı bilinir. Birincisi, sosyalist iktidarın sosyal refahı yükseltmek için başvurduğu tedbirlerdir; ikincisi ise sosyalizmle rekabet halindeki kapitalizmin yapısal krizini hafifletmek için uygulamak zorunda olduğu tedbirlerdir. Dolayısıyla, kapitalist dünyada emekçiler hangi sosyal ve siyasi haklara sahiplerse bunu sosyalizm mücadelesine ve sosyalizme borçludurlar. Ama beri yandan bu tedbirler sadece mücadelenin ve rekabetin sonucu ortaya çıkan taviz niteliği taşısalar bile krizin şiddetini zayıflatmaktan başka kalkınmayı da hızlandırıcı bir işlev görmüşlerdir. Bu nedenle özellikle 1950’lerden 1980’lerin başına kadar bağımsızlığını yeni kazanmış ve korumaya çalışan eski sömürgelerde sosyalizmin kalkınmacı bir ekonomi olarak kavranmasına etki etmiştir.
Demek ki sosyalist tedbirler kapitalizm için de uygulanabilir nitelik taşırlar. Çok temel bir nedeni vardır bunun: sosyalizm en nihayetinde kapitalizmin emek-değer kanununa uygun işler.
Bu tedbirlerin başında planlama gelir; ne var ki diğerlerinin sayılması gerekse pek az insan fikir belirtebilir. Bunun bir nedeni, sosyalizmin artık çok uzak geçmişte kalmış gibi görünmesi ve emekçilerin sosyal ve siyasi haklarının artık büsbütün yok edilmeye çalışıldığı bir Schwab distopyası çağında yaşıyor olmamız. Diğer bir nedeni ise bu çağın klişeler çağı olmasıdır; geçmişle en çok hesaplaşması gereken solun tutumu da bu klişelerin ötesine geçemiyor.
Güney Rusya’da iç savaş tarihi uzmanlarından Olga Morozova bir yerde, iç savaşta kızılların aslında sanıldığı kadar kızıl, beyazların da sanıldığı kadar beyaz olmadıklarını yazmıştı. Doğrudur bu; iç savaş boyunca sayısız başka unsur rol oynamış, savaş ağalığına yakınsayan veya düpedüz savaş ağalığı olan eğilimler ortaya çıkmıştır. İdealize edilen tarih gerçekle tamamen örtüşmez.
Stalin dönemi ekonomisi için de buna çok benzer bir durum var. Genel algı şu yönde: Stalin dönemi, ekonominin tamamen merkezileştiği, özel girişimciliğe yönelik her tür eğilimin şiddetle bastırıldığı, ekonominin (iddia sahibinin meşrebine göre) tamamen dogmatik veya tamamen doktriner temelde örgütlenmeye çalışıldığı bir dönemdir.
Bu yanlış. Stalin dönemi iktisat siyaseti, tarımda hızla kollektivizasyon ve şehirde hızla sanayileşmenin kaçınılmazlığına rağmen (kaçınılmazdı, çünkü savaş kaçınılmazdı) son derece esnek temeller üzerine kurulmuştu ve dogmatiklik şöyle dursun, doktriner olmaktan bile kaçınıyorlardı. Falih Rıfkı daha 1932’de görmüştü bunu:
“Realitenin katı toprağına basmaktan çekinmeyen Moskova idealistlerinin ne Alman makinesini, ne İngiliz parasını, ne de sağ usulleri kullanmakta taassup gösterdikleri yoktur. Orduyu dağıtmak için köylülerdeki toprak mülkiyeti hırsını kullandıkları gibi küçük tarlayı kolektif çiftlikler içinde kaynattıktan sonra işin aksadığını görür görmez gene çiftçi ferde mahdut da olsa serbest ekiş ve serbest satış hürriyetini daha yakında vermişlerdir.”
Atılımın tetikleyicisi 1927-1932 kredi reformuydu. Reform şunları öngörüyordu: 1) Devlet Bankası’nın düzenleyici rolünün güçlendirilmesi ve bütün kredi kuruluşlarının yöneticisi haline getirilmesi; 2) bütün diğer bankaların işlevlerinin yeniden belirlenmesi ve her müşterinin faaliyetinin niteliğine uygun olarak her biri ayrı bir uzmanlık alanında faaliyet gösteren tek bir bankayla ilişkilendirilmesi ve bu bankaların projenin her aşamasını sürekli denetlemesi; 3) büyük sermaye yatırımlarına uzun vadeli krediler sağlanması, bunu sağlamak için kaynakların (kredi, işgücü, girdi, vb.) net bir şekilde ayrılması.
Demek ki kredi reformu planlama üzerine kuruluydu; ancak sorun şuydu: ülkede kaynak yok veya çok sınırlı; bu durumda uzun vadeli planlama nasıl yapılabilir? Sovyet planlamacıları bu aşamada gerçek bir devrim yaptılar, kaynağı marksizme uygun olarak yeniden tanımladılar. Kaynak, halihazırda mevcut bulunan para, mamul, işgücü, girdi, vb.nden ibaret değildi; kaynak, planlamanın doğası itibariyle gelecekten de üretilebilirdi — bu, bugünlerde anaakım dışında profesyonel ve amatör iktisatçı çevrelerinde sıkça tartışılan bir sorunun çözülmesi anlamına geliyordu: para nasıl yaratılır? Para krediyle yaratılır. Kredi geleceğe dönük kaynaktır, ama başarılı olacağı kesin bir planlama, bu geleceğe yönelik kaynağın bugün de kullanılmasına imkân sağlar.
Bu aşamada ikinci bir soru ortaya çıktı: eğer krediyle yaratılan kaynak, o kaynağı kullanan işletmeler tarafından nakde çevrilirse ne olacak? Bu, kaçınılmaz olarak para emisyonunun ve enflasyonun artması anlamına gelir (1989’da Gorbaçov yönetimi tam da bunu yaptı). Stalin dönemi iktisatçıları (ve dönemin arşiv belgelerinden biliyoruz ki bu temel kararların hepsi de Stalin’in tayin edici olduğu tartışmalarda alındı) son derece parlak bir çözüm buldular — ve bu çözüm bir kez daha tamamen marksizm çerçevesindeydi: iki katmanlı bir para-kredi sistemi. Sistem nakdi ve fiktif paranın tamamen ayrılmasına dayanıyordu; nakdi para bir “pusula” olarak son tüketicinin ücret, alım gücü, ihtiyaç, ülkedeki ve bölgedeki tüketim mamulleri üretimi kapasitesine uygun şekilde planlanarak basılacak ve dolaşıma girecek, ancak fiktif para, hesap parası, dolaşımın tamamen dışında tutulacak ve sadece sermaye yatırımlarının planlama, uygulama, hesaplamasında kullanılacak. Yabancıların büyük sermaye yatırımları ise imtiyazlar pahasına özendirilecek; ancak bu yatırımların yüksek kârlar karşılığında yabancı mülkiyetine girmemesi esas alınacak.
Sonuç, tarih boyunca bir benzeri daha olmayan muazzam büyüme oranlarıdır. Kitapta (“Rusya…”) 2002 tarihli bir makaleye dayanarak göstermiştim bunları; buradaysa eski uzakdoğu bakanı ve şu anda Kamu Odası başkan yardımcısı olan Galuşka’nın son derece önemli çalışmasına (Кристалл роста; “Büyümenin Kristali”) dayanarak göstermek gerek: 1921-1926 (NEP birinci dönem) yıllık ortalama büyüme yüzde 14,8, 1927-1928 (NEP ikinci dönem) yüzde 6,7’dir. Bu oran 1929-1940 arasında (kredi reformu ve beş yıllık planlar) yüzde 14,5, savaş yıllarında yüzde 3,7 küçülmenin ardından 1946-1955 arasında ise yüzde 13 olmuştur. Savaş yılları dışında 1929-1955 ortalaması yüzde 13,8’dir. Arkasından hızla düşmeye başlamıştır: 1956-1965 arasında yüzde 7,8, 1966-1985 arasında 5,3. 1986-1991 arasında yüzde 0,3.
1955 itibariyle Sovyetler Birliği’nin dış borcu yoktu. Altın rezervleri 2 bin tonun üzerindeydi (2050 ton). Tarımda makineleşmede dünyada birinci, sanayide Avrupa’da birinci ABD’nin ardından dünyada ikinciydi. Faşizme karşı büyük zaferi hiç saymıyorum.
Bütün bu başarılar sadece 1927-1932 kredi reformunun sonucu değildi; son derece esnek olan bu sistemin başka karakteristik yanları da var. Üç başlıkta ele alacağım: 1) ülke içinde iki katmanlı para sistemine benzer bir uluslararası kliring ruble sisteminin kurulması; 2) teşvikler; 3) sanayide arteller ve tarımda küçük üretim.
1) Kliring ruble.
Bu, 1949’da kurulan Karşılıklı Ekonomik Yardımlaşma Konseyi’nin (Comecon) temelini teşkil ediyordu. Tıpkı içeride iki katmanlı para sistemi gibi dış ticarette de uluslararası ticaret hesaplamaları için nakde çevrilemeyen kliring rubleye geçilmişti. Bir yılın bakiyesi ertesi yıl nakit ödemeyle değil emtiayla karşılanıyordu; bakiye fazlası biriktiğinde de bunlar kliringden düşülüyor ve devlet kredisi olarak yeniden formüle ediliyordu. Bir Comecon ülkesinden emtia almak için mutlaka aynı miktarda emtia satmak gerekiyordu; böylece dış ticaret açıkları sıfırlanmış oluyordu.
Bu, Keynes’in 1944’te Bretton Woods konferansı sırasında önerdiği (ve doğal ki kabul edilmeyen) “bancor” formülüne şaşılacak kadar benzer. Kabul edilmemesinin nedeni, sömürge ve bağımlı ülkelerin dış ticaret açıklarının emperyalizm açısından avantajlı olmasıdır; kliringe dayanan “bancor” formülü dünya ekonomisinin dolarizasyonuyla çelişiyordu.
BRICS’in her ne kadar buna benzer bir formülü öngörüyor olsa da yakın zamanda dolarizasyonu ortadan kaldırıp dış ticaret açıklarını kapatacak uluslararası bir sistem kurması mümkün değil. Ama Avrasya Ekonomik Birliği tam bu yönde çalışıyor. Demek ki kliring parası, kapitalizmle yapısal olarak çelişen bir uygulama değil.
2) Teşvikler.
Maliyetin azami ölçüde düşürülmesi (kreditör bankanın proje üzerinde sürekli denetimi) ve emek üretkenliğinin azami ölçüde yükseltilmesi sistemin işlemesi için temel önem taşır. Emek üretkenliğinin artırılması birbiriyle bağlantılı iki şeyle ilişkilidir: devrimci heyecan ve bu heyecanın tayin edici olduğu teşvikler. Bir kez daha Falih Rıfkı’nın son derece doğru olan gözlemlerine bakalım:
“Rusya’da beş senelik plan davasını iktisadi bir dava, bir sistem davası kanunları ile değil, istiklal muharebesi kanunları ile muhakeme etmek daha doğru olur. Sakarya kazanılmak için Türkiye insanlarından istediğimiz fedakarlık ne ise Dinyeper barajı, Harkov traktör ve kamyon fabrikası yapılmak için Moskova’nın Rusya insanlarından istediği fedakarlık odur, belki daha fazlasıdır.”
Stalin döneminde ücret farklılıklarının kimi zaman astronomik ölçeklere vardığı bilinir. 1955’te çalışanların (43,6 milyon) yüzde 11,1’i aylık 300 rubleden az kazanıyordu, yüzde 16,1’inin ücretleri ise 1000 rubleden fazlaydı. Bu son kategoriden 300 bin kişi ayda 3 bin rubleden de çok alıyordu. Bu farklılıkları azaltmak Hruşçov döneminin önceliklerinden biri olmuştur, ve bu düpedüz yıkıcıdır.
Ücret farklılıklarını tetikleyen uygulamalardan biri parça başı ücrettir; bu, ürün miktarından başka kalitesini de denetlemeye imkân verir. Diğer bir neden uzman emeğinin ödüllendirilmesidir. Ücret eşitlikçiliği eğilimi ise çıktı yerine genel ücret kalemleri belirleyerek hem uzmanın nitel farklılığını sona erdirmiş, hem çıktı miktarını hem de ürün kalitesini düşürmüştür. Stalin dönemi iktisat siyaseti, ücret farklılıklarını plan hedeflerine ulaşmak için kaçınılmaz ahlaki rüşvet sayıyordu; bu farklılıklar üretim araçları üzerinde mülkiyet ve kontrol kurmaya izin vermediği sürece olumlulukları olumsuzluklarından çoktu. Milli ekonomide alabildiğine esnek (az sonra bu esnekliğin ana bileşenlerine geleceğim) ama mutlak merkeziyetçilik ise mülkiyet ve kontrol devrine izin vermiyordu. Sonraki dönemin yıkıcılığı, teşviklerin azaltılmış, parça başı yerine genel ücret kategorilerinin geçirilmiş olmasından başka milli ekonomide merkezi idarenin parçalanmasıyla da üretim araçlarının kontrolünün yerel idarelere devrine yol açmıştır.
3) Arteller ve ev arazileri
Stalin dönemi iktisat sisteminin en önemli halkalarından biri artellerdir. Artel, aslında bildiğimiz kooperatiftir; bunlar üretim ve dolaşımda tayin edici rol oynarlar. Birincisi, belli miktarda (artel ortaklarının sayısıyla sınırlandırılmış) ücretli emek çalıştırma hakları vardır. İkincisi, arteller ürettiklerini “pazarda oluşan fiyatlardan” satabilirler (1933 parti MK kararnamesinden bu ifade). Üçüncüsü, arteller üretim için gerekli hammaddeleri neredeyse sınırsız temin etme hakkına sahiptir. Girdiler ilgili devlet fiyatlarıyla alınır. Dördüncüsü, “artel kendi döner sermayelerini ve mülklerini bağımsız olarak yönetir” (aynı kararnameden). Beşincisi, doğrudan banka kredisi alabilirler. Altıncısı, artelden alınacak kira ve vergi bakanlık kararnamesiyle belirlenir, ancak bunların artelin işletme sermayesine zarar vermemesi gözetilir. Yedincisi, arteller merkezi bir Sovyet halinde birleşir ve Arteller Birlik Sovyeti başkanı protokolde bir bakanla eşdeğerdir. Ve en önemlisi şudur (aynı kararnameden alıntılıyorum): “zanaat artelinin üretici inisiyatifini geliştirmeye yönelik tedbirler tüketim malları üretiminde artan büyüme için son derece önem taşır”.
Bu sayede devlet mesela oyuncak, don, ayakkabılık, hatta çoğu zaman kazak, av tüfeği, hatta radyo, fotoğraf makinesi vb. üretimiyle uğraşmamıştır; bu üretimler artellere havale edilmiştir. 1933’te Gosplan (Devlet Planlama) 9.490 kalem emtia üretimi planlamış, oysa artellerin katkısıyla 33.444 kalem emtia üretilmiştir. 1950’lerde ise artellerin üretim çıktısı toplam emtia fiyatlarının ancak yüzde 9’unu oluşturuyordu; ancak emtia çeşitliliğinin yüzde 80’i artellerden geliyordu.
Benzer bir durum tarımda da gözlenir. Rusya’da sanayileşmenin en büyük yükünü kırın omuzladığı ve zaman zaman son derece ağırlaşan şartlar içinde yaşadığı bilinir; ama tarım üretimi sadece kolhozlar ve sovhozlardan ibaret sanılır. Sovhozlar, tamamen devlet mülkiyetinde çiftlikler; kolhozlar ise kooperatif çiftlikler. Dolayısıyla kolhozlar, sanayideki artelleri andırır. Ama bunun dışında bir de ev arazileri vardır ki, özel olarak incelemeye değer.
Ev arazileri uygulamasına 1935’te Stalin’in önerisiyle geçildi. Buna göre kolhoz üyesi ailelerine bölgeye göre 1 hektara kadar ev arazisi verilmesi karar altına alındı; bu aileler ayrıca 2-3 sığır, 2-3 domuz, 25 koyun ve keçi, 20 arı kovanı alabileceklerdi. 1938 itibariyle bu ev arazilerinde toplam hububat üretiminin yüzde 22’si, toplam sebze ve bakla üretiminin yüzde 67’si yapılıyordu. Bu, kolhozlara girmek için bir teşvik uygulamasıydı; ama üretimdeki muazzam artış tarım için vazgeçilmez kılıyordu. Kanun, toprakta çalışmak isteyen işçiler için de 0,125 hektardan 0,25 hektara kadar arazi tahsisini öngörüyordu. 1950’lerde yumurta üretiminin yüzde 84’ü, patatesin yüzde 72’si, sütün yüzde 67’si, etin yüzde 52,3’ü, sebzenin yüzde 48’i bu ev arazilerinde üretiliyordu. Demek ki ülkeyi hububat değilse bile (onda temel üretim birimi sovhozlardı) belirtilen kalemlerde özel ev arazileri besliyordu. Ürün kolhoz pazarında satılıyordu, başka deyişle fiyatlar burada belirleniyordu. Pazarın alıcıları arasında şehir idareleri, fabrika yönetimleri, vb. de vardı.
Sonuç
Rusya’da ısrarla küçük ve orta ölçekli işletmelerin geliştirilmesine yapılan vurgunun tarihi arka planı, budur.
Hruşçov döneminde ve sonrasında bu iktisadi sistemin neresinden ve nasıl iğdiş edildiğine değinmeyeceğim, bu zaten yazının çerçevesini aşıyor. Ancak planlama, stratejik planlama ve küçük ve orta ölçekli işletmelerin teşviki siyasetine yönelik tartışmalar, ancak bu tarihi arka plan üzerinde anlam taşıyabilir.
İlginizi Çekebilir
-
Moskova Borsası, Kazakistan’dan çekiliyor
-
Türkiye’den Rusya, Çin, Hindistan ve Japonya’dan ithal edilen çeliğe ek vergi kararı
-
Rusya’dan ülkeden ayrılmaya karar veren yabancı şirketlere yeni vergi yükü
-
Türkiye ile Rusya’dan uluslararası gaz merkezi için yeni adımlar
-
Putin ve İran’ın yeni Cumhurbaşkanı Pezeşkiyan ilk kez bir araya geldi
-
Rusya, Gürcistan’a vizesiz rejimi genişletti
GÖRÜŞ
İran misillemesi şaka değildi: Artık her şey olabilir
Yayınlanma
20 saat önce11/10/2024
Yazar
Hasan Ünalİran’ın beklenen misillemesi 1 Ekim günü beklenmedik bir şekil ve içerikle geldi. Türk medyasının ve özellikle siyasal/selefi İslamcıların alay ederek ciddiye almadıkları, adeta dalga geçtikleri misillemede İran İsrail’i Fettah adını verdiği hipersonik füzelerle vurdu. Bu yazının kaleme alındığı an itibariyle gerek Amerikan ve Batı basını gerekse İsrail Tahran’ın misillemesinin İsrail’e ciddi zarar verdiği konusunda hemfikir görünüyorlardı.
SİYASAL/SELEFİ İSLAMCILARI MEMNUN ETMEK MÜMKÜN DEĞİL
Türkiye’de ise durum farklı. Özellikle siyasal/selefi İslamcılar hala her şeyin Tahran ile Tel Aviv arasındaki bir danışıklı dövüş olduğunu anlatmaya çalışıyorlar. Orta Çağ mezhepçiliğinin yüzyılımızda o zamandan hiç de az olmayacak derecede etkin olabildiğini görmek gerçekten çok şaşırtıcı. Hamas için yanıp tutuşuyor gibi görünen bu mezhepçi siyasal/selefi İslamcı gruplar kullandıkları ifadelerde Hamas liderlerinden İsmail Heniye için şehit olarak bahsetmeye özen gösterirken Hizbullah lideri Nasrallah’ın adını ya anmamayı veya en kibarından öldürüldüğünü veya ‘elimine edildiğini’ söylemeyi tercih ediyorlar.
Hatta pek çok siyasal/selefi İslamcı Nasrallah için ‘Müslüman katili’ demeye varacak kadar ağır ifadelerden sakınmıyorlar. Aynı çevrelere göre Tahran’ın misillemesi laf ve propagandadan ibaret ve aslında İran içi boş füzeleri fırlatarak İsrail’e yardım ediyor; çünkü yaptıklarına meşruiyet kazandırıyor ve bu devletin önünü açıyor.
Uluslararası ilişkiler tahlilleri açısından tam bir kafa karışıklığının yansıması olarak değerlendirebileceğimiz bu çarpık düşüncelerin normalde hiçbir değeri yok; ama bu hezeyanvari laf kalabalığının gözleri önünde örneğin Hamas ile Hizbullah’ın yakın işbirliği içinde olduğunu dahi görmemesi inanılmaz bir durum. Örneğin şehit sıfatı verdikleri Heniye’nin Tahran yani İran yönetimiyle yakın bir işbirliği yürüttüğünü görmezden gelmeleri gibi… İran’ın misillemesi konusunda Atatürkçülüğü sadece kıyafet ve yiyip-içme laikliği olarak gören/anlayan bir grubun da İran’ın ‘başarılı’ olmasından/görülmesinden memnun olmadıkları hatta rahatsızlık duydukları sonucunu çıkarmak mümkün.
İSRAİL’İN YENİLMEZLİK ALGISI BÜYÜK DARBELER ALIYOR
Bu ideolojik ve kafası karışık grupları bir kenara bırakacak olursak, olayları yalın bir gözle takip eden herkesin ilk gördüğü şey İsrail’in yenilmezlik algısının hızla yıpranması olsa gerek. Bir güvenlik devleti olan İsrail’in toprakları bugüne kadar neredeyse hiç bombalanmamıştı. Örneğin Hayfa veya Tel Aviv gibi önemli şehir merkezleri… İsrail her zaman çatışmalar/savaşlar içinde olur, silahlı kuvvetlerini sıklıkla kullanır ama her defasında karşı tarafları topraklarından sürerek atar ve elde ettiği yerlere de yeni yerleşimciler yerleştirirdi. Araplar mülteci olurlar, komşu ülkelerde önce çadırlarda ve sonra onlara yapılan kamplarda perişan bir şekilde yaşarlar ve böylece nesiller boyu mülteciler olarak hayata tutunmaya çalışırlardı.
Oysa şimdi ilk defa İsrail vatandaşları kendi evlerini terk ederek güvenli bölgelere kaçmak zorunda kaldılar. Önce 7 Ekim 2023 Hamas saldırısının hemen ardından başlayan çatışmalar ve İsrail güçlerinin gerçekleştirdiği soykırım sırasında Gazze’ye komşu yerleşim yerlerinde yaşayan İsrailliler hızla kendi bölgelerinden tahliye edilerek daha güvenli bölgelere nakledilmişlerdi. Hizbullah ile başlayan çatışmalar sonucunda ise İsrail’in resmi açıklamalarına göre altmış bin kişi güvenli olmayan kuzey bölgelerinden hızla tahliye edildiler. Hizbullah’ın son iki haftadır İsrail’e karşı giriştiği etkili füze yağmurlarında yavaş yavaş yerleşim yerlerini de vurmaya başlaması bu rakamları daha da yukarılara itmiş olabilir.
Bütün bunlar şunu gösteriyor: İsrail toprakları artık güvenli değil. Oysa koca koca Arap devletlerine karşı giriştiği büyük savaşlarda İsrail onların hava kuvvetlerini havalanmadan etkisiz hale getirip (1967, Altı Gün Savaşı) sonra da başkentleri başta olmak üzere bütün yerleşim yerlerini hava bombardımanına tabi tutabilmişti. Şimdilerde bu algının neredeyse toptan yok olması İsrail’i en zayıf noktasından vurabilir; insan kaynağı eksikliği.
Gazze’de 7 Ekim Hamas saldırısı ile başlayan çatışmalardan bu yana ciddi sayıda İsrail vatandaşının ülkeyi terk etmiş olduğu anlaşılıyor. Meselenin bir başka tarafı da İsrail’e Yahudi göçü yıllar içinde zaten azalmış olsa da bunu iyice azaltıp tamamen durdurabilir; çünkü güvenli olmayan bir bölgeye/ülkeye insanlar canları pahasına gidip yerleşmezler, hatta tam tersine oradan kaçarlar.
Bölgesel politikalar ve algılar açısından da İsrail ciddi bir darbe yemiş durumda. Şöyle ki, Hamas’a karşı yürüttüğü mücadelede savaş amaçlarının (Rehineleri kurtarmak, Hamas’ı tamamen yok etmek vd.) hiçbirisine ulaşamazken sadece sivilleri topluca katletmek suretiyle bir soykırım yapmış olması öte yandan Hizbullah ve İran’a karşı ciddi bir askeri başarı kazanamaması İsrail’in yenilmezliği algısının yok olmasına giden süreci hızlandırıyor. Tereyağından kıl çeker gibi operasyon yapan (Entebbe operasyonu gibi) bir İsrail algısı hızla ortadan kalkıyor.
Örneğin bugüne kadar Hizbullah’a karşı giriştiği hiçbir savaşta zaten başarılı olamayıp sonuçta geri çekilmek zorunda kalan İsrail 17 Eylül’den bu yana Hizbullah’a karşı müthiş psikolojik operasyonlar yapmış (çağrı cihazları ve telsizlerin patlatılması, Nasrallah dahil lider kadrosunun öldürülmesi gibi) olmakla birlikte alanda başarılı görünmüyor. Örneğin Lübnan’a daha doğrusu Hizbullah’a yönelik kara savaşı kelimenin tam anlamıyla başarısız durumda. Şu ana kadar düzenlediği bütün komanda operasyonları Hizbullah tarafından püskürtüldüğü gibi İsrail’in askeri ve toplumsal olarak kaldıramayacağı büyük kayıplara sebep oluyor.
Hizbullah’a karşı Lübnanlı diğer grupları özellikle Hristiyanları kışkırtma girişimleri de şu an itibariyle sonuç vermiş veya verecekmiş gibi görünmüyor. İsrail’in sıklıkla başvurduğu bu yöntem 2006’da da sonuçsuz kalmıştı. O günden bu yana özellikle Suriye savaşında yaşananlar, Hizbullah’ın savaşa aktif bir şekilde katılarak Suriye yönetiminin ayakta kalmasına yardımcı olması bir manada Hristiyan nüfusu da IŞİD ve benzeri cihatçı terör örgütlerinden kurtarmış oldu. Dolayısıyla İsrail bugünlerde aynı kartı oynayarak Hizbullah’ı bir Lübnan iç savaşına çekmek için ciddi gayretler sarf etmesine rağmen başarılı olamayabileceğine işaret ediyor.
İRAN’IN FÜZE SALDIRISI
İran’ın 1 Ekim günü 180 ila 250 füze fırlatarak İsrail’in önemli hava alanlarını, Mossad karargahını vd. ve önemli hedeflerini vurması Hizbullah ve Direniş Ekseni güçlerine büyük moral verirken İsrail’i de büyük bir ev ödevi ile karşı karşıya bıraktı. İran’ın kağıttan kaplan olmadığı ve elindeki hipersonik füze stoklarıyla İsrail’e büyük zararlar verebileceği ortaya çıktı. Geçtiğimiz hafta Kavir çölünde İran’ın bir nükleer bomba denemesi yaptığı haberleri de İsrail açısından üzerinde dikkatle düşünmesi gereken başlık bir daha oluşturmuş gibi duruyor.
Öncelikle İran’ın hipersonik füzeler yapabilmiş olması kendisi açısından büyük bir başarı. En başarılı modelleri Rusya tarafından geliştirilen (Sarmat, Kinjal vd.) ve Çin’in de güçlü modellerini geliştirdiği bu füze türlerini İran da yapmış görünüyor. Batı dünyasında henüz test aşamasında kalan bu çok süratli füzelerden büyük bir stok oluşturmuş durumdaki İran’a karşı yapılacak bir misilleme kolay olmayacaktır; çünkü İsrail’in Jericho III füzeleriyle yapacağı saldırılara İran misliyle karşılık verebilir ve bu defa daha güçlü savaş başlıklarıyla göndereceği füzelerle örneğin bütün havaalanlarını yerle bir edebilir. İsrail’in nükleer silah kullanma tehdidine aynı şekilde karşılık verebilir. Türkiye’nin iki misli yüzölçümüne sahip İran’ın bütün bu açılardan İsrail’e karşı oldukça avantajlı olacağını söylemeye bile gerek yok gibi.
AMERİKA DEVREYE GİRMEDEN İSRAİL FAZLA BİR ŞEY YAPAMAZ
İsrail’in Amerika tam olarak devreye girmeden İran’a karşı öldürücü darbeler vurabilmesi hemen hemen imkansız gibi. Birbirinden yaklaşık olarak iki bin kilometre uzaklıktaki iki ülke arasında zaten doğru dürüst bir savaş da olamaz. Kara ve deniz kuvvetlerinin hemen hemen hiç işe yaramayacağı ve İsrail’in güçlü yanı olan hava kuvvetlerinin kolaylıkla operasyon yapamayacağı bir savaş…
Örneğin İsrail hava kuvvetleri tanker uçaklarıyla harekete geçse, bunu anında Rusya gelişmiş radarlarıyla tespit ederek İran’a bildirecektir. İsrail hava kuvvetleri İran’a varmadan en az yarım saat önce İran’ın hipersonik füzeleri İsrail’i bu defa feci şekilde vurup, operasyondaki uçaklara dönüşte ineceği hava alanı bırakmayabilir. Kaldı o kadar uzun bir mesafeyi kat ederek İran’a ulaşacak İsrail uçaklarının hiçbir hava savunmasıyla karşılaşmadan işlerini görüp geri dönecekleri beklenmemelidir. Kısacası Amerika savaşa tam olarak katılmadan İsrail’in mevcut şartlarda İran’a ciddi darbeler vurması beklenmemelidir. Psikolojik ve kısmen de askeri değeri olan suikastler vb. operasyonlara devam etmesi mevcut dengeyi büyük ölçüde değiştirmeyebilir.
Rejim değiştirme amaçlı savaşlardan istediğini alamayan, sadece girdiği ülkeleri yakıp yıkan ve milyonlarca insanı öldüren/ölümüne sebep olan Amerika’nın İran gibi güçlü bir devlete karşı savaşı hem de çok kutuplu bir dünyada göze alması düşünülemez. Bu tür savaşlar Amerikan kamuoyundan destek görmezken, rakibin İran olması da ayrıca düşündürücü olacaktır.
Bütün bu olumsuzluklara rağmen yenilmezlik efsanesi büyük yara almış olan İsrail’in İran’a karşı hiçbir şey yapmadan yediği darbeleri sineye çekmesini beklemek de çok gerçekçi olmayabilir. Seçimlere kadar mevcut Demokrat yönetimden tam destek alması zor görünüyor. Sonrasında tam destek yine kolay olmayabilir. Sınırlı bir operasyon bu durumda daha mantıklı görünüyor ki, savaş istemeyen ve zamanın kendi lehlerine olduğunu düşünen İran ve Direniş Ekseni açısından da böyle bir durum kabullenilebilir; ancak Hizbullah-İsrail savaşının nasıl sona ereceğini öngörmek pek kolay değil.
GÖRÜŞ
İsrail, İran ile vekâlet savaşı yerine doğrudan çatışmaya mı gidecek?
Yayınlanma
6 gün önce06/10/2024
Yazar
Ma Xiaolin4 Ekim’de İsrail ve ABD, 1 Ekim’de İran’ın gerçekleştirdiği ikinci füze saldırısına nasıl karşılık vereceklerini tartışıyordu. Özellikle İran’ın petrol tesislerine saldırı yapılması gündemdeydi. İran ise ABD ve İsrail’e, artık “tek taraflı itidalle” sınırlı kalmayacaklarını ve herhangi bir İsrail saldırısının “olağanüstü bir şekilde misilleme” göreceğini açıkça belirtti. Bunun etkisiyle, uluslararası petrol fiyatları üst üste üç gün artarak Brent petrolünün varil fiyatı 75 dolara, Texas petrolü ise 71 dolara yükseldi; bu durum, ağustos ayından bu yana en uzun süren artış olarak kaydedildi.
İsrail’in askeri araçları artık hızla ilerliyor ve ABD Başkanı Biden’ın öneri ve endişelerini umursamıyor, Orta Doğu’daki durumu sürekli tırmandırarak krizi büyütüyor. Hatta dünya enerji arzını tehlikeye atarak küresel ekonomi için büyük bir bedel ödetmekten çekinmiyor. İsrail, İran ile 45 yıldır süregelen vekâlet savaşını sonlandırıp doğrudan çatışmaya girmeye dahi karar verebilir.
Bu yeni dönemde, bir yıllık barışın eşiğindeki Filistin-İsrail çatışmasında, İran, İsrail’e 200 orta menzilli füze fırlattı ve bu, Doğu Akdeniz’den Basra Körfezi’ne uzanan potansiyel bir bölgesel krizi yeniden gündeme getirdi. İran, büyük bir hava saldırısının, Lübnan Hizbullahı lideri Hasan Nasrallah ile İran İslam Devrim Muhafızları (IRGC) Kudüs Gücü Başkan Yardımcısı Abbas Nilfrushan’ın intikamını almak için yapıldığını iddia etti. 28 Eylül’de İsrail Hava Kuvvetleri, Beyrut’un güneyindeki Hizbullah karargâhına en az 80 adet yer altı bombası atarak birkaç binayı anında yerle bir etti ve Nasrallah ile Nilfrushan’ı öldürdü.
Sonrasında yapılan açıklamalarda, Nasrallah’ın cesedinin sağlam ve belirgin bir yara olmadan bulunduğu, büyük patlamanın yarattığı şok dalgaları nedeniyle hayatını kaybettiği görüldü. Bu durum, İsrail istihbaratının Nasrallah’ın yerini ve hareketlerini son derece doğru bir şekilde bildiğini ve hedefe yönelik yoğun bir bombardıman uygulandığını gösteriyor.
2 Ekim’de Lübnan Dışişleri Bakanı Abdullah Habib, CNN’e yaptığı açıklamada, Nasrallah’ın ölümünün ateşkese olumlu yaklaşmasından sonra gerçekleştiğini belirtti. Habib, ABD Başkanı Biden ve Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’ndaki çağrılarının ardından Lübnan hükümetinin Hizbullah ile ateşkesi müzakere ettiğini, Nasrallah’ın 21 gün boyunca ateşkesi kabul ettiğini ve bu durumun ABD ile Fransa’ya bildirildiğini aktardı. İran ise Nilfrushan’ın Nasrallah’a riskten kaçınması için Tahran’a gitmesi gerektiğini söyleyerek öldüğünü iddia etti.
Ağaçlar sessiz olmak istiyor ama rüzgar durmuyor. Eğer Lübnan yukarıdaki açıklamayı doğrularsa, Netanyahu hükümetinin Hizbullah’ın ateşkesi kabul ettiğini ilan ettiğini görmek istemediğini, Hizbullah’a karşı başlattığı “Kuzey Seferi”ni durdurmaya niyeti olmadığını ve bu çatışmayı İran’ı da hedef alacak şekilde daha da tırmandırmaya kararlı olduğunu gösteriyor. Hatta savaş Lübnan, Suriye ve İran’ı da kapsayan topyekûn bir savaşa dönüşebilir. 2 Ekim’de İsrail’in Şam’da bir eve düzenlediği hava saldırısında Nasrallah’ın damadı Hassan Karsi öldürüldü. Nasrallah’ın üst düzey Hamas yetkilileriyle evli iki kızı var ve Nasrallah’ın diğer damadının da er ya da geç İsrail’in ölüm listesinde olması muhtemel, çünkü Netanyahu hükümeti Hizbullah’la ölümüne savaşmaya kararlı.
Hizbullah ateşkes teklifini kabul etti ve Nasrallah öldürüldü. Bu garip bir durum mu? Hayır. 31 Temmuz’da Tahran’da İsrail askeri istihbaratı tarafından öldürülen Hamas lideri İsmail Haniye de bir barış lideriydi ve Gazze’de ateşkes istiyordu. Müzakere ortaklarını ortadan kaldırmak, barış görüşmelerinin yolunu kesmek, süper askeri araçlarla savaşmak, ABD’den sonsuz ekonomik ve askeri yardım ithal ederek sıfır toplamlı bir son elde etmek Netanyahu hükümetinin temel mantığı ve formülüdür.
İran’ın saldırısında stratejik vuruş silahları kullandığı ve İsrail’in Demir Kubbe savunma sistemini kısmen deldiği için, her ne kadar kasıtlı olarak zayiat vermekten kaçınsa da, sonuçta İsrail’in stratejik savunma ve caydırıcılık sistemini kırmış ve İran’ın stratejik sürpriz ve caydırıcılık kapasitesini artırmıştır. Bu durum, İsrail’in büyük bir misilleme yapma olasılığını artırıyor. İsrail’in dinlenmeyeceği ve misillemenin 18 Nisan sembolik saldırısını aşacağı, İranlı siyasi ve askeri liderlerin, hükümet ve askeri birimlerin, nükleer ve petrol tesislerinin, önemli liman ve havaalanlarının vb. saldırının hedefi haline gelebileceği ve hatta saldırıyı gerçekleştirmek için savaş uçaklarının İran hinterlandının derinliklerine gönderilmesini göz ardı etmemesi bekleniyor. Kısacası, güç gösterisi topu bir kez daha İsrail’in yarı sahasına atılmıştır ve bu karsr Netanyahu ve savaş kabinesine kalmıştır.
Netanyahu hükümeti, “Korkunç İvan” ve “Çılgın İvan”ın bir bileşimi olan gerçek bir savaş kabinesine dönüştü. “Korkunç İvan”, güvensizlik nedeniyle, yaşlı Veliaht Prens de dahil olmak üzere tehdit olarak algıladığı herkesi öldüren Rus İmparatorluğu’nun 4. İvan’ına atıfta bulunur; “Çılgın İvan” ise Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği denizaltılarının, takip edilme riskini atlatmak için ani manevralar yaparak denizde çarpışma riskini göze aldığı taktikleri ifade eder.
Netanyahu hükümeti Gazze’de ateşkes yerine Direniş Ekseni’nin şartlarını reddediyor ve saldırılarını genişleterek, Hamas’tan daha güçlü ve daha esnek olan Hizbullah’ı yok etmeye çalışıyor. Bu durum, bölgesel çatışmayı Üçüncü Lübnan Savaşı’na veya Altıncı Ortadoğu Savaşı’na taşıma riskini göze alarak, İsrail’i uzun süreli bir savaş durumuna sokmak ve ABD ile İran arasında bir savaşı kışkırtmak pahasına gerçekleştiriliyor.
Amerikan siyasetinin haber ağı “Politico” 2 Ekim’de Biden hükümetinin Netanyahu hükümetine karşı etkisiz hale geldiğini, sadece İran’ın nükleer tesislerine doğrudan saldırmaması için Netanyahu’yu ikna etmeye çalıştığını ancak kararlarını etkileme konusunda pek fazla alanlarının kalmadığını açıkladı. Haberde, iki Amerikalı anonim yetkiliye atıfta bulunarak, Biden hükümetinin Orta Doğu’daki etkisinin giderek azaldığı ve geçen bir yılın ardından, durdurmak için çaba gösterdiği durumu—bölgesel savaşı—artık engelleyemediğini kabul ettiğine dikkat çekildi. Şu anki seçenek, İsrail’in yanıtını sınırlamak, ancak eylemlerini tamamen durdurmak değil.
Haberde ayrıca, Netanyahu hükümetinin defalarca Amerikan önerilerini görmezden gelerek Gazze’deki savaş hedeflerini genişlettiği, bu durumun giderek artan insani kriz nedeniyle Biden hükümetine ciddi iç siyasi baskılar yarattığı belirtildi. Bu da Biden’ın Netanyahu’dan uzak durması için yapılan çağrıların daha da güçlenmesine yol açtı. Biden’ın Netanyahu üzerindeki etkisinin zayıflamasıyla birlikte öfkesinin de arttığı, telefon görüşmelerinin giderek daha fazla “yüksek sesli tartışmalara” dönüşmeye başladığı ifade edildi. Biden, yakın arkadaşlarına Netanyahu’nun ateşkese ulaşma niyetinin olmadığını, aksine çatışmayı uzatarak kendi siyasi geleceğini kurtarmaya çalıştığını ve aynı zamanda Kasım’daki seçimlerde Cumhuriyetçi aday Trump’a yardımcı olmaya çalıştığını söyledi.
Netanyahu’nun Trump ve Yahudi damadı Kushner ile güçlü kişisel bağları ve çıkar ilişkisi olduğu biliniyor. Bazı haberlere göre, Netanyahu, Amerika’da eğitim aldığı dönemde Kushner ailesinin evinde kalmıştı. Trump, 2017’de Beyaz Saray’a girdiğinde, İsrail’e ilk resmi ziyaretini gerçekleştirdi; 20 yılı aşkın süredir iki partili hükümetin kabul ettiği politikaları kırarak, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıdı; İsrail sağının nefret ettiği İran nükleer anlaşmasını (JCPOA) feshetti; Filistin’in temel çıkarlarını feda eden “Yüzyılın Anlaşması”nı sundu ve dört Arap ülkesini “toprak karşılığında barış” ilkesini bir kenara bırakarak İsrail ile ilişki normalleştirmeye ikna etti.
Buna karşılık, Netanyahu’nun Amerikan Demokrat Partisi ile ilişkisi oldukça hassas ve çalkantılıdır. Biden kişisel olarak İsrail’e ve Yahudi halkına yakın olsa da, Obama hükümeti Filistin-İsrail arasında denge kurmaya çalışmış, Suudi Arabistan ile İran arasında uzlaşıyı teşvik etmiş, İsrail sağının karşı çıkmasına rağmen İran ile nükleer anlaşmaya varmış ve “Şii hilali”ni İran’ın etki alanı olarak görmüş, 2016’nın sonunda görev süresini tamamlamadan İsrail’in yasa dışı yerleşimlerini kınayan 2334 sayılı kararı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde kabul ettirmişti.
Amerikan seçimlerine bir ay kala, Netanyahu hükümeti Orta Doğu savaşının ölçeğini genişletmeye karar veriyor ve bu durum Biden hükümetini ve Demokratları zor durumda bırakıyor, aynı zamanda Trump ve Cumhuriyetçi Parti’ye oy kazandırma şüphesi doğuruyor. Sorun şu ki, Netanyahu bu kadar ileri gitmeye devam ettikçe, Biden ekibi durmak istese de duramıyor; İsrail’in savaş politikalarını bağımlı bir şekilde takip ediyor, sürekli olarak ona silah sağlıyor ve stratejik destek sunmaya devam ediyor. Amerika’nın İsrail’e güvenlik taahhüdünü sürdürdüğü söylenebilir, ancak aslında Amerika’nın Orta Doğu politikası ve ulusal çıkarları tamamen İsrail’in etkisi altına girmiş durumda.
Netanyahu hükümeti, Biden ekibine biraz saygı gösterip İran’ın nükleer tesislerine saldırmayı engellerse nükleer silahlanma riskini azaltmış olur, ama İran’ın petrol tesislerine saldırmayı, petrol gelirlerini kısıtlamayı ve İran halkı ile hükümetinin arasını açma fırsatını kaçırır mı? İran, dünyada önde gelen petrol üreticisi ülkelerden biridir, ABD yaptırımları ve ambargoları altında olmasına rağmen, günlük gerçek üretimi ve gri ihracatının yaklaşık 2 milyon varil civarında olduğu tahmin edilmektedir. Şu an dünya petrol piyasasında arz fazlası durumu oldukça istikrarlı olsa da, İran’ın petrol tesislerinin tahrip edilmesi, gelecekteki enerji arzında büyük bir daralmaya yol açabilir, özellikle de Rusya’nın birkaç yıl içinde normal petrol ve gaz ihracatına yeniden başlaması beklenmiyor.
Daha da önemlisi, İran İsrail’e karşı tekrar nasıl misilleme yapacaktır? Haniye olayından sonra, İran İsrail’den intikam alacağını açıklamıştı, hatta Macaristan aracılığıyla İsrail’e önceden belirlenmiş hedefleri bildirmişti, fakat ikinci hamle hala gerçekleşmedi. Nasrallah ve Nilfrushan’ın öldürülmesi, İran için eski öcün ödenmeden yeni bir nefretin eklenmesi anlamına geliyordu ve İsrail’in bir adım daha ileri gitmesi, İran için büyük bir aşağılamaydı. Bu nedenle, geri çekilmeye hiç şansı kalmayan Tahran, sert bir şekilde yanıt vermek zorunda kaldı ve ilk kez savunması zor ve siyasi anlamı büyük orta menzilli füzeleri kullandı.
Tabii ki, intikamın gerçek olup olmadığına bakmaksızın, propaganda yerine etkilerine bakmak gerekir. Bu kadar büyük ve sarsıcı bir cezalandırıcı hava saldırısı, İsrail’e hiçbir ciddi zarar vermemiş gibi görünüyor, tek onaylanan ölüm ise İran füzelerinin enkazından ölen Batı Şeria’daki bir Filistinli sivildi. Bu, ne kadar büyük bir ironidir!
İran, İsrail ile askeri mücadelesinin sona erdiğini açıklamış durumda, bu da “barış teklifini” yüksek sesle sunduklarını gösteriyor. Soru şu ki, Netanyahu, İran’ın işi büyütmek istemediğini ve Amerika’nın her halükârda İsrail’i destekleyeceğini artık anlamış durumda, bu nedenle ne zaman saldırılacağı ne kadar küçük ya da büyük olacağı tamamen onun kararına bağlıdır. İsrail ile İran arasındaki çatışma ve düşmanlık yapısal ve uzun vadeli bir sorundur. Ya İsrail, Arap topraklarındaki yasa dışı işgalini sonlandırır, ya da İran “İslam Devrimi”nin ihraç edilmesinden vazgeçer; başka bir barış yolu yoktur.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
GÖRÜŞ
Muhafazakarların kıyamet günü planı: Project 2025
Yayınlanma
6 gün önce06/10/2024
Yazar
Sarp Sinan HacırAmerikan siyasetinin son bir yılına damgasını vuran bir hadise var; Project 2025. Demokratlar sabah bununla kalkıyor, akşam bununla yatıyor. Liberal çevrelerde öyle bir korku unsuruna döndü ki Demokrat seçim kampanyası neredeyse bunun üzerine kuruldu. Joe Biden, “Project 2025’i googlelayın” diye bir tweet attığından bu yana liberal diskurun vazgeçilmezi haline geldi.
Kısaca özetlemek gerekirse Project 2025, başını muhafazakâr düşünce kuruluşu Heritage Foundation’ın çektiği, sayısı 100’ü geçen muhafazakâr organizasyon ve 400 kadar akademisyenin katkılarıyla hazırlanan, sayfa sayısı 900’ü geçen devasa bir başkanlık değişim planı. Demokratlar, bu planla ABD’nin faşizme sürükleneceğini düşünürken Cumhuriyetçiler konunun abartıldığını söylüyor. Peki Project 2025 gerçekten de liberaller için bir kıyamet günü planı anlamına mı geliyor?
Devletin Muhafazakârlaşması
Detaylara girmeden önce böyle bir plana neden ihtiyaç duyulduğunu anlatmak gerekir. Hepimiz bugüne kadar Amerikan devlet yapısını muhafazakâr bildik. Özellikle Ronald Reagan döneminden sonra ABD, Soğuk Savaş’ta Sovyetlerin komünizmine karşı daha sağda bir tutum belirlemişti. Küresel çapta, özellikle de Güney Amerika’da sağ hareketleri desteklemekten geri durmadı. Doğal olarak bu politikanın temsilcisi de Franklin D. Roosevelt sonrası partiler yer değiştirince kendini muhafazakârlığın temsilcisi olarak bulan “büyük eski parti” (GOP) yani Cumhuriyetçilerdi. 60’lar ve 70’ler bu değişimin perçinlendiği bir dönem oldu. Belki de Obama döneminde kadar Amerikan devletinin bürokrasisinden ordusuna bu muhafazakâr tutumun kalıcı olduğunu gözlemledik.
Obama dönemiyle işler değişti. Amerikan devleti modern çağda daha liberal bir tutumun ulusal çıkarları koruyacağına inanarak bir değişim süreci başlattı. Bugün bu sayede istihbarattan orduya tüm kurumlarda LGBT bayraklı ya da Black Lives Matter sembollü paylaşımlar görüyoruz. Bu sırada muhafazakârlar, uzun süredir kendilerine ait olduğuna inandıkları devletin ellerinden kayıp gittiğini izlediler.
Ne değişecek?
İşte Project 2025, muhafazakârların devleti liberallerden “geri alma” projesi. Tüm kültürel ve ekonomik politikaların yanında, Project 2025, Trump’ın seçilmesiyle birlikte önceden saflarına kattığı binlerce muhafazakârı Amerikan bürokrasisine yerleştirmeyi planlıyor. Tabii Project 2025, ekonomiden sınır güvenliğine pek çok alanda birçok politika önerisinde bulunuyor. Bunların en önemlilerini şöyle bir sıralayalım.
Öncelikle Project 2025’in en çok konuşulan sosyal vaatlerinden başlamakta fayda var. Özellikle Demokrat Parti Kongresi boyunca en çok dile getirilen mesela ulusal çapta bir kürtaj yasağıydı. Project 2025 böyle bir vaatte doğrudan bulunmasa da bazı kürtaj ilaçlarının pazardan toplatılmasını talep ediyor. Dahası, Sağlık Bakanlığı’nın İncil’i temel alan, aile ve evlilik tanımları üzerinden hizmet sunmaları gerektiğini vurguladığı gibi pornonun yasaklanmasını da istiyor. Yasadışı göçü durdurmak metindeki önemli kısımlardan biri. Project 2025, güney sınırındaki duvarın tamamlanması için yeni bir bütçe ayrılması ve Ulusal Güvenlik Bakanlığının diğer sınır güvenliği kurumlarıyla birleştirilerek daha da güçlendirilmesini ön görüyor.
Project 2025, eğitim alanında da büyük değişimler talep ediyor. Okullardaki “woke” eğitimin çocukları yozlaştırdığını, bu sebeple son yıllarda çokça tartışılan LGBT ve kapsayıcılık temelli eğitimlere denetleme getirmeyi planlıyor.
Gelelim Project 2025’in en önemli kısmına; devlet seviyesinde değişimler. Metindeki en büyük vurgu, devlet kurumlarındaki çürüme üzerineydi. FBI için “kibirli ve hukuk tanımaz bir organizasyon” ifadesi kullanılırken Adalet Bakanlığı’nın Başkan’ın kontrolü altına girmesini ve hatta Eğitim Bakanlığı’nın tamamen kapatılmasını istiyor. Tüm bu vaatleri üst üste sıraladığınızda Demokratların neden gerildiğini anlamak zor değil. Burada devletin sadece muhafazakârlaşması değil, bağımsız Demokratik kurumların da tahakküm altına alınması söz konusu.
Trumpizm’in başka planları var
Peki, Trump ne diyor bu işlere? Cumhuriyetçi Parti’nin lideri ve MAGA hareketinin önderi olarak böylesi muhafazakâr bir planı sevinçle karşılamıştır değil mi? Pek sayılmaz.
Joe Biden başta olmak üzere tüm Demokratlar kendisine Project 2025 üzerinden vurmaya başlayınca Trump, davayı “satıverdi”. “Kim yazmış bilmiyorum, bir alakam yok. Nasıl solda kötü insanlar varsa sağda da aşırıcı kötü insanlar var. Desteklemiyorum” dedi ve çıktı işin içinden. Tabii bunun tek sebebi Demokratların Trump’a Project 2025 üzerinden yüklenmesi değildi, asıl sebep bunun işe yaramasıydı.
ABD toplumunun kendisine oy verenler de dahil olmak üzere ciddi bir kısmı bu kadar muhafazakar değil. Trump, böylesi bir projeyi sahiplenerek seçimin kaderini belirleyecek kararsız seçmeni ötekileştirmek istemedi. Böylece ilk fırsatta Project 2025’i kapının önüne koymayı bildi. Tabii böylesi bir proje ne tamamen çöpe atılacak ne de tamamen uygulanmaya çalışılacaktır. Heritage Foundation benzer bir projeyi Reagan için de hazırlamış, sadece küçük bir kısmını hayata geçirmişti.
Bu nedenle Trump’ın kazanması halinde Project 2025’teki bir takım maddelerin hayata geçirilmeye çalışılacağını tahmin ediyorum. Devlet kurumlarının başında liberallerin bulunması, ABD müesses nizamının tamamen Demokratların yana tavır alması, sadece Cumhuriyetçiler için değil Trump için de çok büyük bir sorun. Bunu 2020 seçimleri öncesinde FBI’ın, oğlunun laptop meselesini Biden’dan yana tavır alarak gerçek olmasına rağmen “Rus manipülasyonu” diye açıklamasından biliyoruz. Muhtemelen yeni bir Trump dönemi FBI ve CIA da dahil olmak üzere bir çok ABD kurumunda reformlar getirecektir.
Ancak Trump’ın Project 2025’i dışlaması projeye pahalıya patladı. Heritage Foundation’ın Project 2025’i yöneten üyesi Paul Dans görevinden istifa etti. Tahmin ederim ki Heritage Foundation içinde ortada bırakıldıkları için Trump’a en azından ufak bir kırgınlık oluşmuştur.
Trump ne kadar davayı “satsa da” Project 2025 Amerikan seçimlerine çoktan damgasını vurdu. Anketler büyük oranda iki taraf lehine de gerçeği yansıtmayan sonuçlar verebiliyorlar ancak hepsinin bir ortak noktası var; parti seçimi konusunda cinsiyet giderek daha da belirleyici bir faktör haline geliyor. Kadınlar Demokratlara erkekler ise Cumhuriyetçilere yönleniyorlar. Project 2025 de buna sebep olan faktörlerin başında geliyor. Bu proje, son 15 yılı kasıp kavuran kültür savaşlarının her gün yenisi açılan cephelerinden sadece bir tanesi. Muhtemelen sonuncusu da olmayacak. Ancak mevcut görüntüye bakılırsa Project 2025 Trump’ın kampanyasına faydadan çok zarar getirdi.
Moskova Borsası, Kazakistan’dan çekiliyor
Polonya’dan Almanya’nın sınır kontrollerini genişletme kararına tepki
Türkiye’den Rusya, Çin, Hindistan ve Japonya’dan ithal edilen çeliğe ek vergi kararı
İtalya’dan UNIFIL pozisyonlarına saldıran İsrail’e karşı sert açıklama
Rusya’dan ülkeden ayrılmaya karar veren yabancı şirketlere yeni vergi yükü
Çok Okunanlar
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
Stephen Walt: Netanyahu, Irak’ı işgal eden George W. Bush ile aynı büyük hatayı yapıyor
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Türk medyası Hizbullah’ı ‘bitirdi’: Ukrayna savaşının başında Rusya’yı da ‘bitirmişti’
-
DÜNYA BASINI7 gün önce
“Şok ve dehşet” zafer demek değil
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
Haaretz: İran’ın benzeri görülmemiş saldırısının ardından İsrail bölgesel bir savaşın içinde
-
ORTADOĞU2 hafta önce
Hizbullah’ın olası yeni lideri: Haşim Safiyuddin kimdir?
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Almanya, doğusunda bir ulus inşa ediyor
-
RUSYA1 hafta önce
Ukrayna, Ugledar’ı kaybediyor: Savaşın seyri nasıl değişecek?
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Nasrallah’ın ardından