Dünya Basını
Terry Eagleton yazdı: Grevciler kimi kandırıyor?

Çevirmenin notu: Britanya, Fransa ve Almanya gibi Avrupa’nın müreffeh ülkelerinde yoğun grevler var. İlk adım, enflasyonun geçen yıl çift haneye ulaştığı Britanya’da atıldı ve çoğu sağlıkçılardan oluşan kamu emekçilerinin büyük kısmı greve çıktı. Şimdi Britanya genelinde öğretmenler, sağlıkçılar, demiryolu ve otobüs görevlileri ve üniversite çalışanları aynı anda grevde; BBC’ye göre iş bırakanların sayısı yaklaşık 500 bin. Haliyle bundan günlük hayatın akışı da etkilendi. Oxford akademisyeni ve New Statesman, Red Pepper ve The Guardian gibi gazetelerin yanı sıra New Left Review dergisinde yazan Terry Eagleton, eleştirel bir dile grevleri yorumluyor. Eagleton, bildik ironik üslubuyla Britanya tarihinde işçi sınıfına, grevlere ve ‘toplumsal kargaşa’ya yönelik tepkileri ele alıyor, aslında tarihte ‘kargaşa’ yaratanın işçilerden çok mülk sahibi sınıflar olduğuna dikkat çekiyor: işçiler, kendilerini korumak için daha çok ‘devlete’ ihtiyaç duyarken, ‘anarşi’yi, dizginsiz piyasayı savunanlar Davos elitleridir. Britanya’yı bir süredir sarsan grevlerde medyadan sınıf aristokrasisine kadar tüm unsurlar ‘halkın grevlerden rahatsızlığı’nı dillerine dolarken, Eagleton ‘halk’ın gerçek tanımını hatırlatıyor.
Grevciler kimi kandırıyor?
Terry Eagleton — UnHerd
14 Mart 2023
Grev dalgası istikrarlı bir şekilde devam ediyor. Fizyoterapistler bile işleri olan ülkeyi ayağa kaldırma görevlerini yerine getirmek yerine diz çöktürmekle tehdit ediyor. Sırada vaazlarını terk edecek, cüppelerini yırtacak ve büyükannenizi gömmeyi reddedecek olan papazlar var. Elbette ki tüm bunların büyük bir rahatsızlık barındırdığını belirtmek gerek. Mesela dondurucu soğukta elinizde bir pankartla saatlerce ayakta durmanız ve bunu yaparken kaybedeceğiniz ücreti hesap etmeniz gerekebilir. Ancak insanlar yine de bunu yapıyor, zira toplu taşımaya paranız yetmediği için yürümek zorunda kalmak ya da çocuklarınıza iyi bir kahvaltı hazırlamak için ikinci bir işe girmek daha zahmetli.
Medyanın halk olarak tanımladığı kesimde ise daha az rahatsızlık söz konusu ama bu genelde uzun süreli olmaz. Pek çok çok temizlikçi ve reyon görevlisi yıllarca yoksul kalmanın vereceği sıkıntıya katlanmak durumunda kalırken bazı borsacılar sadece iki ya da üç günlük tren seferi iptallerine öfkeleniyor. Göründüğü kadarıyla halk, hemşirelerden, postacılardan, demiryolu işçilerinden, küçük avukatlardan ve benzerlerinden oldukça farklı, efsanevi bir varlık. Bu insanlar toplumsal karmaşaya neden olurlar ve bu nedenle halkın mensubu olamazlar. Halklar da bu tür aksaklıkların failleri değil, nesneleri olurlar. Bir CEO halktan ama bir ambulans şoförü değil.
Grevler, bunları başlatanları zarara uğratan iki ucu keskin bıçaklardır. Bir yönetici bir çalışanı işten çıkardığında ya da disiplin cezası verdiğinde sadece çalışan zarar görür, oysa grev yapan işçiler halihazırda kıt olan kaynaklarını artırmaya çalışmak için azaltmak zorunda kalabilirler. Grevler de tamamen olumsuz stratejiler ve sendikalar da büyük ölçüde defansif organlar. Ellerinde yabalarla derebeyinin kalesine yürüyen köylülerden çok uzaktayız. Patronların çalışanları üzerinde güç kullanmasının bir dizi işe yarar yöntemi mevcut: Onları kovmak, ücretlerini kesmek, çay molalarını yasaklamak, daha uzun çalışma saatleri dayatmak, işlerini hızlandırmak vs. Buna karşılık sendikaların tek alternatifi emeklerini geri çekmek ki bu da pek devrimci bir eylem sayılmaz. Sivil itaatsizlik uygulayanlar gibi yapabilecekleri tek şey duruş sergilemek ve “yeter” diye haykırmak, o zaman da ülkeyi fidye için rehin alan yıkıcılar ve holiganlar olarak lanse edileceklerinin farkında olurlar.
Davranışları sadece ilkesiz değil, aynı zamanda yurtseverlikten uzak. Onlarınki bizzat topluma karşı bir saldırı ve pankart taşırken toplumun devamlılığının sağlanması da zor bir mesele. Tezgahınızdan uzaklaşmak zorbalık ve şantajcılıktır. Hazine’ye saldırmak ya da tüccar bankerleri kaçırmak yerine sadece kolunuzu bağlayıp oturarak, olsa olsa kârlarını tehlikeye atmış olduğunuz varlıklı seçkinler için birer nefret objesi haline gelirsiniz. Charles Dickens, 19. yüzyılın ortalarında sanayi grevini yakından gözlemlemek için Preston’a gitmiş ve greve katılan işçilerin makullüğü ve nezaketinden hayranlıkla bahsetmişti. Daha sonra Viktorya dönemi Britanya’sında sendikacılığın en dehşetli karikatürlerinden birini içeren Zor Zamanlar adlı bir roman yazmıştı.
Kimse emeğini esirgeme hakkına itiraz etmiyor; ancak etkili olmaya başladığında insanlar Telegraph’a mektup yağdırıyor. Grevcilerin davalarını daha etkili kılmak için yaptıkları hamleler —mesela farklı mücadeleleri ilişkilendirmek ya da belirli önemli anlarda greve gitmek— maratonda başka bir koşucuyu geçmenin kötü bir davranış olması gibi, haksız bir avantaj elde etmek olarak kabul ediliyor. Buna karşın Margaret Thatcher’ın yaptığı gibi madenci grevine hazırlık için kömür stoklamak basit bir sağduyu. Elbette ideal olanı hiçbir etkisi olmayan bir greve gitmek; tıpkı hiç ağlamayan bir bebeğe ya da hem lezzetli hem de zayıflatan bir çikolataya sahip olmak gibi.
Aynı anda hem teoride bu kadar saygı gören ama pratikte de bu kadar nefret edilen çok az vatandaşlık hakkı var. Bir televizyon muhabirinin sorduğu ilk soru “Anlaşmazlığın sebebi ne?” değil, “Bunu nasıl durdurabiliriz?” oluyor. Grevlerin, tıpkı tuz ya da sigara gibi kötü olduklarına dair yerleşik bir kanı var; bu kanı, grevlerden zaman zaman ısıtıcıyı tekrar açacak kadar fayda sağlayabilecek kişiler tarafından paylaşılmıyor. Grevleri yasaklayamazsınız zira bunu faşist toplumlar yapar ama hazmedemezsiniz de. Elli yıl evvel sendikaları çok güçlü olmakla suçlamak alışılmış bir şeydi, fakat birbirini izleyen hükümetler sendikaları yasal olarak el ve ayaklarından bağladıkça, onları taciz etmek için kullanacakları bu bahaneden kendilerini mahrum bıraktılar. Zaten bu hiçbir zaman makul bir argüman olmadı, sendikaların kas gücü sermayenin gücüyle kıyaslanamaz bile.
İngiliz işçi sınıfı hareketinin tarihi bir yıkım ve vandalizm tarihi değil. 19. yüzyıldaki en büyük toplumsal protesto hareketi olan Çartistler, parlamenter sistemde bir dizi makul reform yapılması için yasalar çerçevesinde çalıştılar; bu reformların neredeyse tamamı, o dönemde kibirli bir şekilde reddedilmiş olmasına rağmen bugün yürürlükte. Birkaç on yıl sonra Süfrajetler, hapishanede dövülmelerine, coplanmalarına ve zorla beslenmelerine rağmen militanlıkta işçi hareketini geride bıraktılar. 1926’daki genel grev sadece dokuz gün sürdü. Peterloo katliamından 1898 liman işçileri grevine(*) kadar İngiliz devletinin böyle bir suskunluğu olmadı. Bundan ziyade zaman zaman patlak veren devlet şiddeti ile beraber sonuncusu günümüze kadar ulaşan yasakçılık, polis ve asker şiddeti, hapis, nakil ve baskıcı yasalardan oluşan kirli bir tarih var.
Yine de sendikacılığın esasen arkaik —grev mazisinden kalan utanç verici kalıntı, modernleşmenin önünde bir fren, sınıf savaşının eski kötü günlerine bir geri dönüş— olduğu hissi devam ediyor (daha yüksek ücretler talep etmek sınıf savaşı, reddetmek ise böyle bir şey değil). Buradaki fikir, sendika patronlarının tüm palavralarına rağmen özünde muhafazakâr yaratıklar oldukları. Fakat bir doz muhafazakârlık tam da ihtiyacımız olan şey. Alman filozof Walter Benjamin devrimin kontrolden çıkan bir tren değil, imdat freninin çekilmesi olduğunu söylemişti. Burada Benjamin, kontrolden çıkan ve hayatı fazlaca mahvetmeden önce dizginlenmesi gereken şeyin küresel kapitalizm olduğunu kastetmişti. Viktorya dönemi Britanya’sında işçi sınıfı militanları sıklıkla anarşistlikle suçlanırdı, ancak hakikat bunun tam tersi.
Çağrıda bulundukları şey çocukları, yoksulları ve tekstil işçilerini korumak için devletin daha az değil, daha fazla müdahalesiydi. Gerçek anarşistler, her yıl Davos’ta toplananlar da dahil hiç kimsenin yönetimde olmadığı piyasa odaklı bir topluluk (Davos’un aynı zamanda Thomas Mann’ın herkesin ölüm döşeğinde olduğu bir sanatoryumda geçen Büyülü Dağ romanının mekânı olması da uygun). İklim değişikliği söz konusu olduğunda korumacı olanlar Sol, vandal olanlar ise Evrenin Efendileri. Kapitalizm, eğer yanına kâr kalacaksa ve bunu yapmak kendisi için kârlı olacaksa, toplum karşıtı davranışlarda bulunabilir. Bunu boş bir slogan olarak gören herkes, gezegenin devam eden yıkımından bahsetmek yerine devlete ait gıda bankalarına bir bakmalı. Hâlâ kontrolden çıkan trenin frenine basmış değiliz.
Toplumsa kargaşanın başlı başına kötü bir şey olduğuna dair tuhaf bir inanç var. Miss World yarışmasını düzenleyenler, birkaç yıl önce yarışmayı gürültülü bir şekilde kesintiye uğratan feministler hakkında bu görüşü benimsemişlerdi, her ne kadar protestoları gösterinin tek ilgi çeken kısmı olsa da. 1989’da Tiananmen Meydanı’nda bir tankın önünde duran ve kendisini bir anda küresel bir ikona dönüştüren genç adam, tıpkı bugün İran’daki genç kadınlar gibi, politik açıdan yıkıcı bir davranış sergiliyordu. Manchester’da öğrenciyken kollarına sarı yıldızlar dikilmiş Yahudi kadın ve erkeklerin Oswald Mosley ve Britanya Faşistler Birliği’nin kentin çoğunlukla siyahların yaşadığı bir bölgesinde yaptığı yürüyüşü engellemek için yola yattıklarını görmüştüm. Toplumsal kargaşa yalnızca tolere edilebilir değil, aynı zamanda zaruri.
Bununla beraber Shakespeare’in Budala figüründe olduğu gibi ehlileştirilebilir. Budalalar ve soytarılar, kraliyet büyüklerine kabul edilemez gerçekleri söylemek için vardır, fakat bunları daha tatlı hale getirmek için bilmece paradoksla sararlar. Onların rolü, etraflarındaki herkesin nasıl rol yaptığını göstermektir. Aradaki fark, Budala rol yaptığını bilirken diğerlerinin bilmemesidir. Ancak başkalarıyla alay etmek ve onları azarlamak resmi görevinizin bir parçasıysa bu daha tolere edilebilir hale gelir. On İkinci Gece’de Olivia, “Yol verilmiş bir Budala’dan zarar gelmez,” der. Denildiği gibi, siz sadece işinizi yapıyorsunuz. Toplumsal sistem sarsılır ama isyana sürüklenmez. İsyanın bu kurumsallaşmış biçimi İngiliz siyasetinde parlamentodaki İşçi Partisi ya da daha genel olarak Majestelerinin Uslu Muhalefeti şeklinde yaşamaya devam ediyor.
Sendikalar sömürüye karşı bir savunmadan daha fazlası. İşçi hareketi geleneksel olarak kendisini rekabetten ziyade işbirliğine, bireysellikten ziyade dayanışmaya dayalı, şu anda sahip olduklarımıza alternatif bir yaşam biçimi sunuyor olarak görür. Eğer meşguliyeti şimdiyleyse aynı zamanda farklı türden bir geleceğin habercisidir. Grevleri nasıl durduracağız? Kaynakların grevleri gereksiz kılacak türden yeniden dağıtılmasıyla. Aksi takdirde kişisel servet ve kamusal sefaletin aynı eski antitezini sürdürmeye devam edeceğiz.
(*) Peterloo katliamı: 16 ağustos 1819 günü, parlamenter reform talebiyle Manchester’da bir araya gelen işçilere süvariler saldırmış ve 15 kişiyi öldürmüştü; 1889 Londra liman işçileri grevi (Terry Eagleton tarihleri karıştırıyor olmalı), Friedrich Engels’in de büyük bir coşkuyla karşıladığı, İngiliz emek hareketinde bir dönüm noktası olarak kabul edilen, yaklaşık 100 bin işçinin zaferle sonuçlanan eylemi.
Dünya Basını
Foreign Policy: Çin İran’ı Destekliyor, İsrail’i Kınıyor

Çin İran’ı destekliyor, İsrail’i kınıyor. Pekin’in tepkisi eskisinden daha güçlü ve daha doğrudan.
James Palmer, Foreign Policy dergisinin yardımcı editörü
17 Haziran 2025
Çin, devam eden İran-İsrail çatışmasında tavrını ortaya koydu. Cumartesi günü, Dışişleri Bakanı Wang Yi, İsrailli mevkidaşına yaptığı telefon görüşmesinde, İsrail’in İran’a yönelik saldırılarının “kabul edilemez” ve “uluslararası hukuka aykırı” olduğunu söyledi.
Wang, İranlı mevkidaşına “İran’ın ulusal egemenliğini korumak, meşru hak ve çıkarlarını savunmak ve halkının güvenliğini sağlamak” için destek teklif etti. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping salı günü yaptığı açıklamada bu yorumları yineledi. Çin’in tepkisi, geçen sonbaharda İran ile İsrail arasında yaşanan çatışmaya verdiği tepkiden daha sert ve doğrudan.
Çin, İran’ın da üyesi olduğu Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) aracılığıyla İsrail’in son saldırılarını kınayan bir bildiri yayınlamak da dahil olmak üzere diplomatik kaynaklarını seferber etti. Bu, İsrail ile güçlü silah ticareti bağları olan ve bildirinin hazırlanmasında danışılmayan ŞİÖ üyesi Hindistan’ın tepkisini çekti.
İran, son yıllarda Çin’e yakınlaştı. İki ülke, askeri tatbikatlarda düzenli olarak işbirliği yapıyor ve 2021’de ekonomik, askeri ve güvenlik işbirliği anlaşması imzaladı. İran’ın petrol ihracatının yüzde 90’ından fazlası Çin’e gidiyor. İran, yaptırımları tetiklememek için Batı bankalarını ve nakliye hizmetlerini atlatmak için bir dizi dolanma yöntemi kullanıyor ve yuan cinsinden işlemler yapıyor.
İsrail, İran’ın petrol endüstrisini bozmayı başarırsa, bu Çin için acı verici olabilir. Ancak İran, Çin’in altıncı en büyük tedarikçisi olduğu için Çin bu darbeyi absorbe edebilecektir.
Çin, güçlü açıklamasına rağmen İran’a retorik destekten öteye geçmesi olası değildir. Çin, Orta Doğu meselelerine daha fazla karışmak istememekte, bunun yerine ABD’nin dikkatinin dağılmasını memnuniyetle karşılamaktadır. Washington’daki şahinler, Çin-İran ilişkilerini olduğundan daha güçlü göstermeye çalışmaktadır; ancak İran, Çin’in temel çıkarları açısından nihayetinde marjinal bir ülkedir.
Çin müdahale ederse, muhtemelen İran’a, Tahran’ın geçmişte tehdit ettiği gibi Hürmüz Boğazı’nı gemilere kapatmaması için baskı yapmak olacaktır. Çin’in ana petrol tedarikçisi Rusya olsa da, Çin’in petrol ithalatının yaklaşık yarısı Körfez ülkelerinden gelmektedir. Boğazın kapatılması ve bunun sonucunda enerji fiyatlarında yaşanacak artış, zaten zor durumda olan Çin ekonomisi için acı verici olacaktır.
Çin, 2023’te İran-Suudi Arabistan uzlaşmasında oynadığı arabuluculuk rolünü temel alarak barış elçisi olarak hareket etme umudunu taşıyor olabilir. Ancak İsrail’in Çin’i tarafsız bir arabulucu olarak kabul etmesi zor görünüyor. Çin-İsrail ilişkileri, hem Çin’in Filistin yanlısı tutumu hem de Çin internetinde antisemitizm patlamaları nedeniyle İsrail-Hamas savaşı sırasında bozuldu. Anlaşma için Çin’e başvurmak, huysuz bir ABD başkanını kendinden uzaklaştırma riskini de beraberinde getirecektir.
Çin için İran-İsrail çatışmasının bir avantajı, savunma teknolojisi için yeni pazarlar olabilir. Pakistan, Hindistan ile son çatışmasında beklentileri aştı. Bu başarı, büyük ölçüde Çin sistemlerinin kullanılmasına bağlanıyor: J-10C savaş uçağı, bu çatışmada ilk kez savaşta test edildi ve hava savunma sistemi de çoğunlukla Çin yapımı.
Şu ana kadar İsrail, İran’ın eski hava savunma sistemleri ve hava kuvvetleri üzerinde hakimiyet kurdu ve bu durumu düzeltmek, Tahran’ın biraz nefes alması halinde gündeminin üst sıralarında yer alacak. Orta Doğulu alıcılar önceden J-10’lara şüpheyle yaklaşıyordu, ancak İran mevcut çatışma öncesinde ilgi gösteriyor gibi görünüyordu.
Çin bir zamanlar İran’ın önemli silah ortağıydı, ancak iki ülke 2005’ten bu yana yeni bir anlaşma imzalamadı. Bu durum şimdi değişebilir.
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
Dünya Basını
INSS: İran dış tehdide karşı kenetlenmiş görünüyor

İsrail’in güvenlik bürokrasisine yakınlığıyla bilinen, Tel Aviv Üniversitesi bünyesinde faaliyet gösteren yarı resmî düşünce kuruluşu INSS (Ulusal Güvenlik Araştırmaları Enstitüsü), İsrail-İran savaşının gidişatına dair bir değerlendirme yayımladı. İsrail ordusunda 20 yıldan fazla İran uzmanı olarak görev alan, INSS İran ve Şii Ekseni Araştırma Programı Direktörü Dr. Raz Zimmt tarafından kaleme alınan analiz, Tahran’ın savaşta geldiği kritik eşik, İran’ın nükleer altyapısına ve komuta sistemine verilen zarar, İran yönetiminin dayanıklılığı ve önündeki seçeneklere odaklanıyor.
“İran’a Karşı Kampanya: Durum Değerlendirmesi, İkilemler ve Sonuçlar” başlıklı analizde Zimmt, savaşın nasıl sona erebileceğine dair üç olası senaryo üzerinde duruyor. Analiz, hem İran’ın kırılganlıklarını hem de İsrail’in askeri kazanımlarını sürdürme konusunda karşı karşıya olduğu stratejik riskleri ortaya koyarken, ABD’nin pozisyonunun belirleyici rolüne dikkat çekiyor. INSS, savaşın sona erme biçiminden bağımsız olarak İsrail’in uzun vadeli bir “İran tehdidine” karşı hazırlıklı olması gerektiğini vurguluyor.
Makaledeki değerlendirmelerin büyük ölçüde İsrail’in resmî güvenlik bakış açısını yansıttığı ve ülkede uygulanan askeri sansür nedeniyle, İran saldırılarının İsrail’e verdiği zararın kapsamının olduğundan düşük gösterilmiş olabileceği göz önünde bulundurulmalı.
***
İran’a karşı yürütülen savaş: Durum değerlendirmesi, ikilemler ve olası sonuçlar
Dr. Raz Zimmt
İsrail ile İran arasındaki çatışmaların başlamasından üç gün sonra, İran kritik bir dönüm noktasına yaklaşmış durumda. Bu durum, İsrail’in İran’ın stratejik varlık ve kabiliyetlerine ciddi zararlar veren yoğun ve sürekli saldırılarının ardından gelişti. Tahran açısından tablo karmaşık ve çok boyutlu. Bir yandan, İran’ın üst düzey askeri liderliğini hedef alan saldırılarla ciddi bir darbe aldığı görülüyor. Bu saldırı, sadece stratejik bir sürpriz ve ulusal bir aşağılanma olmakla kalmadı, aynı zamanda İsrail’in İran rejiminin güç merkezlerine sızma yeteneğini de bir kez daha gözler önüne serdi. İran Genelkurmay Başkanı, Devrim Muhafızları Ordusu (IRGC) komutanı, istihbarat ve operasyon birimlerinin başkanları ile IRGC Hava-Uzay Kuvvetleri komutanının öldürülmesi, Tahran’ın bu askeri kampanyayı etkin biçimde yönetme kapasitesini geçici olarak sekteye uğrattı.
Son günlerde, İsrail Hava Kuvvetleri İran’ın nükleer programına yönelik saldırılarla operasyonel başarılar elde etmeyi sürdürdü. Bu saldırılar Natanz zenginleştirme tesisine kısmi (tam değil) zarar verirken, nükleer silah geliştirme programıyla bağlantılı olduğu düşünülen ve bu programın gelişiminde kilit rol oynayan ondan fazla bilim insanının hedef alınıp öldürülmesini de kapsıyor. Ayrıca, İran’ın askeri ve güvenlik altyapısı da İsrail tarafından hedef alındı: komuta merkezleri, füze ve hava savunma sistemleri, IRGC’nin istihbarat ağı ve bazı stratejik enerji tesisleri. Saldırıların devam etmesi, İran’ın komuta-kontrol sistemini zayıflatabilir ve rejimin iç sorunları yönetme kabiliyetini giderek aşındırarak genel istikrarını tehdit edebilir.
Öte yandan, İranlı yetkililer sınırlı da olsa bazı kazanımlara işaret edebiliyor. Her ne kadar nükleer program zarar görse de bu zarar henüz kritik düzeyde değil, özellikle de Fordow zenginleştirme tesisinin hâlâ sağlam. Ayrıca rejimin iç istikrarı açısından şu an ciddi ve acil bir tehdit söz konusu değil. İran liderliği dış tehdide karşı birlik, kararlılık ve canlılık mesajı vererek kenetlenmiş görünüyor. Rejime yönelik halkın duyduğu memnuniyetsizlik inkâr edilemez ancak bu aşamada halktan rejime yönelik aktif bir direniş gözlenmiyor. İsrail saldırılarında zarar gören yerleşim bölgelerine ait yıkım görüntüleri ise paradoksal biçimde iç dayanışmayı artırarak milli birlik duygusunu pekiştirmiş görünüyor.
Ayrıca İran, İsrail’in iç cephesine de sınırlı düzeyde zarar vermeyi başardı. Her ne kadar bu zarar kapsam açısından büyük olmasa da İran hükümeti ve medyası bu saldırıların belgelerini kullanarak psikolojik direnç ve uzun vadeli stratejik denge anlatısını güçlendirmeye çalışıyor. Bu söylem, İslam Cumhuriyeti’nin hem direnme hem de zamanla İsrail’e zarar verebilme kapasitesine sahip olduğunu vurguluyor.
İran liderliğinin bu savaş sonrası dönemde bazı temel kazanımları korumayı hedeflediğini değerlendirmek makul olur:
-Rejimin hayatta kalması; iç ve dış tehditlere karşı en öncelikli mesele olarak görülüyor;
-Nükleer programın devamlılığı; rejimin varlığını sürdürmesi için bir tür “sigorta poliçesi” olarak algılanıyor;
-Gelecekteki güvenlik tehditleriyle mücadele edebilmek için gerekli olan füze sistemleri, istihbarat altyapısı ve komuta-kontrol ağları gibi stratejik varlıkların muhafazası.
Tahran’ın bu temel hedefleri sürdürebilme yetisi, önümüzdeki haftalarda savaşın nasıl yönetileceği, ne zaman sona erdirileceği ve savaş sonrası bir düzenlemeye gidilip gidilmeyeceği ya da nükleer stratejide bir değişiklik yapılıp yapılmayacağı gibi kararları belirleyecek.
Şu an itibariyle İran, savaşın yürütülmesine odaklanmış durumda; İsrail saldırılarının etkisini en aza indirirken İsrail’e azami zarar vermeye çalışıyor. Ancak savaş devam edip kayıplar arttıkça, Tahran liderliği önünde birkaç önemli seçenek bulacak:
-Mevcut çatışma biçimini sürdürerek İsrail’i uzun bir yıpratma savaşına çekmek;
-Politik bir düzenlemeyle savaşı sonlandırmaya çalışmak;
-Gerilimi daha da tırmandırarak Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’ndan (NPT) çekilmek ya da gizli bir tesiste nükleer silah geliştirme hamlesine girişerek uluslararası müdahaleyi tetiklemek ve bu yolla savaşı durdurmak.
Savaşı sürdürmek İran’a İsrail’in iç cephesini hedef almaya devam etme fırsatı tanıyabilir, fakat aynı zamanda giderek ağırlaşan bir tahribatı da göğüslemesini gerektirir ki bu da stratejik varlıklar, kritik altyapı ve nükleer kabiliyetlerin başka unsurlarını tehlikeye atabilir. Zamanla bu tür kayıplar, İran’ın savaş sonrası korumak istediği başarıları güvence altına alma kapasitesini zayıflatabilir. Ayrıca İran’ın mevcut füze ateşleme temposunu sürdürebilme kapasitesi belirsizliğini koruyor. Eğer özellikle de İsrail’in operasyonları kabiliyetlerini daha da aşındırdıkça “savaş ekonomisine” geçmeye zorlanırsa İran’ın İsrail’in hava savunma sistemlerine anlamlı bir tehdit oluşturma gücü azalabilir ve bu da yalnızca zaman zaman yapılacak dağınık saldırılara indirgenebilir.
İran’ın savaşı sona erdirme ve müzakerelere dönme yönünde bir karar alması, İsrail’in ateşkese onay vermesine ve muhtemelen ABD’nin Tahran’ın belirli şartlarını kabul etmesine bağlı olacak. Ancak, İran’ın şu anda bu konuda esneklik ve hazırlık gösterme niyetinde olup olmadığı şüpheli. Dışişleri Bakanı Abbas Irakçi her ne kadar genel bir ateşkes olasılığına açık olduklarını dile getirmiş olsa da İran Dışişleri Bakanlığı ABD ile görüşmelere yeniden başlamanın faydasız olduğunu belirtti; çünkü Tahran, İsrail’in bu saldırıları bağımsız olarak değil, ABD’nin işbirliğiyle ya da en azından Washington’un zımni onayıyla gerçekleştirdiğine inanıyor.
NPT’den çekilmek ki bu adım İran Meclisi’ndeki bazı üyeler tarafından halihazırda önerildi, ya da nükleer bir çıkış girişiminde bulunmak, uluslararası müdahaleyi tetiklemek için baskı taktikleri olarak kullanılabilir. Ancak İran’ın bunu gizlice gerçekleştirme kapasitesi oldukça kuşkulu; çünkü nükleer programına yönelik istihbarat sızıntıları ve İran hava sahasında süren yoğun İsrail saldırıları bu olasılığı sınırlandırıyor. Ayrıca böyle bir hamle büyük riskler taşır: Doğrudan ABD askeri müdahalesini kışkırtabilir ki bu, İran’ın kaçınmaya çalıştığı bir senaryo. Bu ayrıca İsrail’in önleyici saldırısı sonrasında elde ettiği uluslararası meşruiyeti de baltalayabilir.
Dünya Basını
Amerikalı profesör Stephen Walt: İsrail Hegemon Olamaz

Uluslararası İlişkiler teorilerinde realist yaklaşımın öne çıkan isimlerinden, Harvard Üniversitesi Profesörü Stephen M. Walt, Foreign Policy için kaleme aldığı makalede İsrail’in neden bölgesel hegemon olamayacağını tartışıyor.
İsrail’in İran’a yönelik kapsamlı saldırısı, bölgesel rakiplerinin her birini ortadan kaldırma veya zayıflatma kampanyasının son turudur. Ekim 2023’teki Hamas saldırısının ardından, Filistin halkını anlamlı bir siyasi güç olarak yok etmeye yönelik acımasız bir kampanya yürütmüştür; bu çaba, önde gelen insan hakları kuruluşları ve çok sayıda akademik uzman tarafından soykırım olarak tanımlanmıştır. Hava saldırıları, tuzaklı cep telefonları ve diğer yöntemlerle Lübnan’daki Hizbullah liderliğini yok etmiştir. Yemen’deki Husilere saldırmış ve Esad sonrası Suriye’de silah depolarını yok etmek ve tehlikeli gördüğü güçlerin orada siyasi etki kazanmasını engellemek için bombalamalar gerçekleştirmiştir. İran’a yönelik son saldırılar ise yalnızca bu ülkenin nükleer altyapısına zarar vermeyi ya da onu yok etmeyi değil, daha fazlasını amaçlamaktadır. En azından, İsrail İran’ın nükleer programı üzerindeki müzakereleri sona erdirmek; üst düzey İranlı liderleri, askeri yetkilileri, diplomatları ve bilim insanlarını öldürerek İran’ın karşılık verme kapasitesini felç etmek; mümkünse ABD’yi savaşa daha fazla çekmek istemektedir. En uç noktada ise rejimi çöküşe sürükleyecek kadar zayıflatmayı ummaktadır.
Tüm bu eylemler en azından kısa vadede kısmen başarılı olduğuna göre, artık İsrail’i bölgesel bir hegemon olarak mı düşünmeliyiz? Eğer böyle bir devlet, “belirli bir bölgede tek büyük güç” olarak tanımlanıyorsa ve “başka hiçbir devlet (veya devletler kombinasyonu) tümüyle bir askeri güç sınavında ciddi bir savunma yapamayacaksa”, İsrail bu tanıma uyuyor mu? Eğer öyleyse, komşularının da tıpkı diğer hegemonlarla karşı karşıya kalanların yaptığı gibi hareket etmesi mi beklenmelidir: “Üstün gücünü tanıyıp, hegemonun hayati çıkarları konusunda ona boyun eğmek”?
İlk bakışta, bu olasılık gerçek dışı görünüyor. Nüfusu 10 milyondan az olan (ve bunların sadece %75’i Yahudi olan) bir ülke, birkaç yüz milyon çoğunluğu Müslüman Arap ve 90 milyondan fazla Pers’in yaşadığı geniş bir bölgeyi nasıl egemenliği altına alabilir?
Ancak, İsrail’in komşularına kıyasla birçok avantajı olduğunu düşündüğümüzde bu fikir daha makul hale geliyor. Vatandaşları daha iyi eğitimli, son derece vatansever ve genellikle Arap muadillerinden daha etkili liderler tarafından yönetilmiştir. Zengin ve siyasi olarak etkili bir diasporadan cömert ve tutarlı destek alır, geçmişte ise Büyük Britanya ve Fransa gibi büyük güçlerden paha biçilmez yardımlar görmüştür. Çoğu Arap rakibi iç bölünmeler, isyanlar veya darbelerle karşı karşıya kalmış ve Araplar arası rekabetle bölünmüştür.
Ayrıca modern askeri gücün artık sayısal üstünlükten çok teknolojik hakimiyet, eğitim ve yetkin komuta becerilerine dayandığı için, İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) daima karşı karşıya kaldığı güçlerden çok daha yetenekli olmuştur. Savaşlar giderek daha pahalı ve sofistike silahlara bağımlı hale geldikçe bu avantaj daha da artmıştır. Hizbullah ve Hamas zamanla daha yetenekli hale gelmiş olsa da, hiçbiri İsrail’in varlığını tehdit edememiş veya İsrail’in onlara verebileceği zararla boy ölçüşememiştir. İsrail’in geniş nükleer silah cephanesi ve övülen istihbarat yetenekleri, konumunu daha da sağlamlaştırmıştır.
En önemlisi, İsrail Amerika Birleşik Devletleri’nden büyük ve büyük ölçüde koşulsuz destek almaktadır. ABD hükümeti ne yaparsa yapsın İsrail’i desteklemekte ve İsrail’in “niteliksel askeri üstünlüğünü” sürdürme konusunda resmen taahhütte bulunmuştur. Bu yardım olmasaydı, yaklaşık 10 milyon İsrailli kendi topraklarını savunabilir—nükleer silahları olduğunu unutmayın—ama çevre bölgeye hükmetme şansları pek olmazdı.
Tüm bunlar göz önüne alındığında, İsrail’in daha geniş Orta Doğu’yu egemenliği altına alma fikri o kadar da saçma değildir. Ancak İsrail’i gerçek bir bölgesel hegemon olarak görmek bir hata olur.
Birincisi, bölgesel bir hegemon, komşularına kıyasla o kadar güçlüdür ki artık onlardan ciddi bir güvenlik tehdidiyle karşılaşmaz ve yakın zamanda gerçek bir rakibin ortaya çıkacağı konusunda endişelenmesine gerek yoktur. Bu, ABD’nin 20. yüzyılın başında ulaştığı konumdu: Diğer büyük güçler Batı Yarımküre’den çekilmişti ve bölgede hiçbir ülke veya ülke kombinasyonu, Amerika’nın ekonomik gücü ve askeri potansiyelini yakalayamazdı. Küba füze krizi hariç—ki bu da dış bir gücün (Sovyetler Birliği) yarımküreye nükleer başlıklı füzeler göndermesiyle olmuştu—ABD 19. yüzyıl sonundan bu yana yarımküre içinden ciddi bir askeri tehdit yaşamamıştır. Bu ayrıcalıklı konum, Washington’un dış ve savunma politikalarını Avrasya’ya odaklamasını sağlamıştır; amacı başka hiçbir gücün stratejik önemi olan bir bölgede benzer bir konuma gelmesini engellemekti.
Bugün İsrail bu standardı karşılamıyor. Örneğin Husiler hâlâ meydan okuyor ve IDF, Gazze’de büyük bir yıkım gerçekleştirmesine rağmen hâlâ orada bataklığa saplanmış durumda. İsrail, Hizbullah ve Hamas’ı ciddi şekilde zayıflatmıştır ama bunlar devlet dışı aktörlerdi ve hiçbiri İsrail’in varlığına yönelik varoluşsal bir tehdit oluşturmamıştı. Bugün hiçbir Arap devleti ya da koalisyonu İsrail’e denk değil, ancak hem Türkiye hem de İran önemli askeri güçlere ve çok daha büyük nüfuslara sahip; tümüyle bir savaş durumunda kaybetseler bile inandırıcı bir savunma yapabilirler. Bu da İsrail’in onları hesap dışı bırakamayacağı ya da bu devletlerin ona boyun eğeceğini varsayamayacağı anlamına gelir. İran’ın süregelen direnişi bunu açıkça göstermektedir: Son saldırılara karşılık olarak verdiği yanıt maruz kaldığı zarardan az olsa da hiç de önemsiz değildir ve çatışma sona ermemiştir. Tahran’ın, bu son karşılaşmayı kaybetse bile, gönüllü olarak çıkarlarını İsrail’e tabi kılacağına dair hiçbir işaret yoktur. Bu tek başına bile İsrail’in bölgesel hegemon olmadığını gösterir.
Ayrıca, son saldırıların tüm gerekçesi İran’ın bir gün nükleer silah edinme ihtimaliydi. Risk, İran’ın İsrail’e nükleer saldırı düzenlemesi değildi—bu intihar olurdu—ama bir İran bombası, İsrail’in bölgede cezasız güç kullanma kapasitesini sınırlardı. İsrailli liderlerin bu ihtimali—daha temkinli hareket etmeye mecbur kalma ihtimalini—bir tehdit olarak görmesi, ABD’nin uzun süredir sahip olduğu türden “serbest güvenlik”ten yoksun olduklarını gösterir.
İsrail’in son savaş alanı başarıları, İsrail’in kontrol ettiği topraklarda nüfusun yaklaşık yarısını oluşturan Filistinliler sorununu da çözmüş değildir. Üstün askeri ve istihbarat kapasitesi, Hamas’ın 2023 Ekim’inde yüzlerce İsrailliyi öldürmesini engelleyememiştir ve buna karşılık İsrail’in 55.000’den fazla Filistinliyi öldürmesi, bu çatışmaya siyasi bir çözüm getirmeye de yardımcı olmamıştır. Aksine, İsrail’in küresel imajını ciddi şekilde zedelemiş ve uzun süredir müttefik olan çevrelerde bile desteği zayıflatmıştır.
En önemlisi, İsrail hâlâ Amerikan desteğine kritik ölçüde bağımlıdır; komşularına saldırmak için ihtiyaç duyduğu uçakların, bombaların ve füzelerin çoğunu ABD sağlar ve sürekli diplomatik koruma sunar. Gerçek bir bölgesel hegemon, komşularına hükmetmek için başkalarına güvenmek zorunda kalmaz ama İsrail kalıyor. ABD desteği onlarca yıldır sarsılmazdı; bunun sebebi güçlü bir yerli çıkar grubunun etkisidir, ancak bu ilişki son yıllarda bazı gerilim işaretleri göstermiştir ve Amerika’nın küresel güç konumu gerilerken sürdürülmesi daha zor hale gelecektir. Eğer bu son çatışma ABD’yi içine çekerse, Trump’ın barışı koruyacağını düşünen MAGA yanlıları da dahil olmak üzere daha fazla Amerikalı, bu “özel ilişki” için ödenen bedelin ne kadar ağır olduğunu fark edecektir.
Son olarak, kalıcı bölgesel hegemonya, komşu ülkelerin hegemonun baskın konumunu kabul etmesini (ve bazı durumlarda memnuniyetle karşılamasını) gerektirir. Aksi takdirde hegemon, sürekli olarak yeni bir muhalefet doğmasından endişe eder ve bunu önlemek için sürekli eylemlerde bulunmak zorunda kalır. Ayrıcalıklı konumunu başkalarına kabul ettirebilmek için kalıcı bir hegemon, belirli bir hoşgörüyle hareket etmelidir; eski ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt’in Latin Amerika’ya karşı “iyi komşuluk” politikasını benimsemesi gibi. Napolyon Fransası, Nazi Almanyası veya İmparatorluk Japonya’sı gibi hegemonyaya aday ülkelerin bir süreliğine baskın konum elde ettiklerini ama bu kazanımları pekiştiremediklerini ve sonunda daha güçlü karşı koalisyonlara yenik düştüklerini hatırlamak gerekir.
Komşulara karşı hoşgörüyle davranmak İsrail’in güçlü yönlerinden biri olmamıştır ve ülkedeki sağcı güçlerin ve dini aşırılık yanlılarının artan etkisi bunu daha da olanaksız kılmaktadır. Tüm bunlar bir araya getirildiğinde, İsrail’in bölgesel hegemon olmaktan çok uzak olduğu açıktır. Liderlerinin bu statüyü elde etmeyi istememesi için hiçbir neden yoktur—kim istemez ki—ama bu konum onlara daima ulaşılmaz kalacaktır. Ve bu da İsrail devletinin uzun vadeli güvenliğinin, komşularıyla, özellikle de Filistinlilerle kalıcı bir siyasi anlaşma yapmasına bağlı olduğunu gösteren bir başka hatırlatmadır. Kalıcı güvenliğin yalnızca güçle değil, esasen siyasetle sağlandığını bir kez daha hatırlatır.
-
Görüş4 gün önce
Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?
-
Dünya Basını2 hafta önce
Trumpizmin gerici ideoloğu: Curtis Yarvin
-
Asya2 hafta önce
Huawei kurucusu: Çiplerimiz ABD’nin bir nesil gerisinde
-
Ortadoğu3 gün önce
İsrail’de hangi ‘halk’ yaşıyor?
-
Diplomasi5 gün önce
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
-
Dünya Basını2 hafta önce
Mevcut jeopolitik değişiklikleri anlamak: Sergey Karaganov ile mülakat
-
Görüş2 hafta önce
Avrupa’nın savunma özerkliği ve Almanya’nın askerî rolü dönüm noktasında
-
Görüş2 hafta önce
Silahlar sustu, şimdi artılar eksiler hanesine bakma zamanı – 3