Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Terry Eagleton yazdı: Grevciler kimi kandırıyor?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Britanya, Fransa ve Almanya gibi Avrupa’nın müreffeh ülkelerinde yoğun grevler var. İlk adım, enflasyonun geçen yıl çift haneye ulaştığı Britanya’da atıldı ve çoğu sağlıkçılardan oluşan kamu emekçilerinin büyük kısmı greve çıktı. Şimdi Britanya genelinde öğretmenler, sağlıkçılar, demiryolu ve otobüs görevlileri ve üniversite çalışanları aynı anda grevde; BBC’ye göre iş bırakanların sayısı yaklaşık 500 bin. Haliyle bundan günlük hayatın akışı da etkilendi. Oxford akademisyeni ve New Statesman, Red Pepper ve The Guardian gibi gazetelerin yanı sıra New Left Review dergisinde yazan Terry Eagleton, eleştirel bir dile grevleri yorumluyor. Eagleton, bildik ironik üslubuyla Britanya tarihinde işçi sınıfına, grevlere ve ‘toplumsal kargaşa’ya yönelik tepkileri ele alıyor, aslında tarihte ‘kargaşa’ yaratanın işçilerden çok mülk sahibi sınıflar olduğuna dikkat çekiyor: işçiler, kendilerini korumak için daha çok ‘devlete’ ihtiyaç duyarken, ‘anarşi’yi, dizginsiz piyasayı savunanlar Davos elitleridir. Britanya’yı bir süredir sarsan grevlerde medyadan sınıf aristokrasisine kadar tüm unsurlar ‘halkın grevlerden rahatsızlığı’nı dillerine dolarken, Eagleton ‘halk’ın gerçek tanımını hatırlatıyor.


Grevciler kimi kandırıyor?

Terry Eagleton — UnHerd

14 Mart 2023

Grev dalgası istikrarlı bir şekilde devam ediyor. Fizyoterapistler bile işleri olan ülkeyi ayağa kaldırma görevlerini yerine getirmek yerine diz çöktürmekle tehdit ediyor. Sırada vaazlarını terk edecek, cüppelerini yırtacak ve büyükannenizi gömmeyi reddedecek olan papazlar var. Elbette ki tüm bunların büyük bir rahatsızlık barındırdığını belirtmek gerek. Mesela dondurucu soğukta elinizde bir pankartla saatlerce ayakta durmanız ve bunu yaparken kaybedeceğiniz ücreti hesap etmeniz gerekebilir. Ancak insanlar yine de bunu yapıyor, zira toplu taşımaya paranız yetmediği için yürümek zorunda kalmak ya da çocuklarınıza iyi bir kahvaltı hazırlamak için ikinci bir işe girmek daha zahmetli.

Medyanın halk olarak tanımladığı kesimde ise daha az rahatsızlık söz konusu ama bu genelde uzun süreli olmaz. Pek çok çok temizlikçi ve reyon görevlisi yıllarca yoksul kalmanın vereceği sıkıntıya katlanmak durumunda kalırken bazı borsacılar sadece iki ya da üç günlük tren seferi iptallerine öfkeleniyor. Göründüğü kadarıyla halk, hemşirelerden, postacılardan, demiryolu işçilerinden, küçük avukatlardan ve benzerlerinden oldukça farklı, efsanevi bir varlık. Bu insanlar toplumsal karmaşaya neden olurlar ve bu nedenle halkın mensubu olamazlar. Halklar da bu tür aksaklıkların failleri değil, nesneleri olurlar. Bir CEO halktan ama bir ambulans şoförü değil.

Grevler, bunları başlatanları zarara uğratan iki ucu keskin bıçaklardır. Bir yönetici bir çalışanı işten çıkardığında ya da disiplin cezası verdiğinde sadece çalışan zarar görür, oysa grev yapan işçiler halihazırda kıt olan kaynaklarını artırmaya çalışmak için azaltmak zorunda kalabilirler. Grevler de tamamen olumsuz stratejiler ve sendikalar da büyük ölçüde defansif organlar. Ellerinde yabalarla derebeyinin kalesine yürüyen köylülerden çok uzaktayız. Patronların çalışanları üzerinde güç kullanmasının bir dizi işe yarar yöntemi mevcut: Onları kovmak, ücretlerini kesmek, çay molalarını yasaklamak, daha uzun çalışma saatleri dayatmak, işlerini hızlandırmak vs. Buna karşılık sendikaların tek alternatifi emeklerini geri çekmek ki bu da pek devrimci bir eylem sayılmaz. Sivil itaatsizlik uygulayanlar gibi yapabilecekleri tek şey duruş sergilemek ve “yeter” diye haykırmak, o zaman da ülkeyi fidye için rehin alan yıkıcılar ve holiganlar olarak lanse edileceklerinin farkında olurlar.

Davranışları sadece ilkesiz değil, aynı zamanda yurtseverlikten uzak. Onlarınki bizzat topluma karşı bir saldırı ve pankart taşırken toplumun devamlılığının sağlanması da zor bir mesele. Tezgahınızdan uzaklaşmak zorbalık ve şantajcılıktır. Hazine’ye saldırmak ya da tüccar bankerleri kaçırmak yerine sadece kolunuzu bağlayıp oturarak, olsa olsa kârlarını tehlikeye atmış olduğunuz varlıklı seçkinler için birer nefret objesi haline gelirsiniz. Charles Dickens, 19. yüzyılın ortalarında sanayi grevini yakından gözlemlemek için Preston’a gitmiş ve greve katılan işçilerin makullüğü ve nezaketinden hayranlıkla bahsetmişti. Daha sonra Viktorya dönemi Britanya’sında sendikacılığın en dehşetli karikatürlerinden birini içeren Zor Zamanlar adlı bir roman yazmıştı.

Kimse emeğini esirgeme hakkına itiraz etmiyor; ancak etkili olmaya başladığında insanlar Telegraph’a mektup yağdırıyor. Grevcilerin davalarını daha etkili kılmak için yaptıkları hamleler —mesela farklı mücadeleleri ilişkilendirmek ya da belirli önemli anlarda greve gitmek— maratonda başka bir koşucuyu geçmenin kötü bir davranış olması gibi, haksız bir avantaj elde etmek olarak kabul ediliyor. Buna karşın Margaret Thatcher’ın yaptığı gibi madenci grevine hazırlık için kömür stoklamak basit bir sağduyu. Elbette ideal olanı hiçbir etkisi olmayan bir greve gitmek; tıpkı hiç ağlamayan bir bebeğe ya da hem lezzetli hem de zayıflatan bir çikolataya sahip olmak gibi.

Aynı anda hem teoride bu kadar saygı gören ama pratikte de bu kadar nefret edilen çok az vatandaşlık hakkı var. Bir televizyon muhabirinin sorduğu ilk soru “Anlaşmazlığın sebebi ne?” değil, “Bunu nasıl durdurabiliriz?” oluyor. Grevlerin, tıpkı tuz ya da sigara gibi kötü olduklarına dair yerleşik bir kanı var; bu kanı, grevlerden zaman zaman ısıtıcıyı tekrar açacak kadar fayda sağlayabilecek kişiler tarafından paylaşılmıyor. Grevleri yasaklayamazsınız zira bunu faşist toplumlar yapar ama hazmedemezsiniz de. Elli yıl evvel sendikaları çok güçlü olmakla suçlamak alışılmış bir şeydi, fakat birbirini izleyen hükümetler sendikaları yasal olarak el ve ayaklarından bağladıkça, onları taciz etmek için kullanacakları bu bahaneden kendilerini mahrum bıraktılar. Zaten bu hiçbir zaman makul bir argüman olmadı, sendikaların kas gücü sermayenin gücüyle kıyaslanamaz bile.

İngiliz işçi sınıfı hareketinin tarihi bir yıkım ve vandalizm tarihi değil. 19. yüzyıldaki en büyük toplumsal protesto hareketi olan Çartistler, parlamenter sistemde bir dizi makul reform yapılması için yasalar çerçevesinde çalıştılar; bu reformların neredeyse tamamı, o dönemde kibirli bir şekilde reddedilmiş olmasına rağmen bugün yürürlükte. Birkaç on yıl sonra Süfrajetler, hapishanede dövülmelerine, coplanmalarına ve zorla beslenmelerine rağmen militanlıkta işçi hareketini geride bıraktılar. 1926’daki genel grev sadece dokuz gün sürdü. Peterloo katliamından 1898 liman işçileri grevine(*) kadar İngiliz devletinin böyle bir suskunluğu olmadı. Bundan ziyade zaman zaman patlak veren devlet şiddeti ile beraber sonuncusu günümüze kadar ulaşan yasakçılık, polis ve asker şiddeti, hapis, nakil ve baskıcı yasalardan oluşan kirli bir tarih var.

Yine de sendikacılığın esasen arkaik —grev mazisinden kalan utanç verici kalıntı, modernleşmenin önünde bir fren, sınıf savaşının eski kötü günlerine bir geri dönüş— olduğu hissi devam ediyor (daha yüksek ücretler talep etmek sınıf savaşı, reddetmek ise böyle bir şey değil). Buradaki fikir, sendika patronlarının tüm palavralarına rağmen özünde muhafazakâr yaratıklar oldukları. Fakat bir doz muhafazakârlık tam da ihtiyacımız olan şey. Alman filozof Walter Benjamin devrimin kontrolden çıkan bir tren değil, imdat freninin çekilmesi olduğunu söylemişti. Burada Benjamin, kontrolden çıkan ve hayatı fazlaca mahvetmeden önce dizginlenmesi gereken şeyin küresel kapitalizm olduğunu kastetmişti. Viktorya dönemi Britanya’sında işçi sınıfı militanları sıklıkla anarşistlikle suçlanırdı, ancak hakikat bunun tam tersi.

Çağrıda bulundukları şey çocukları, yoksulları ve tekstil işçilerini korumak için devletin daha az değil, daha fazla müdahalesiydi. Gerçek anarşistler, her yıl Davos’ta toplananlar da dahil hiç kimsenin yönetimde olmadığı piyasa odaklı bir topluluk (Davos’un aynı zamanda Thomas Mann’ın herkesin ölüm döşeğinde olduğu bir sanatoryumda geçen Büyülü Dağ romanının mekânı olması da uygun). İklim değişikliği söz konusu olduğunda korumacı olanlar Sol, vandal olanlar ise Evrenin Efendileri. Kapitalizm, eğer yanına kâr kalacaksa ve bunu yapmak kendisi için kârlı olacaksa, toplum karşıtı davranışlarda bulunabilir. Bunu boş bir slogan olarak gören herkes, gezegenin devam eden yıkımından bahsetmek yerine devlete ait gıda bankalarına bir bakmalı. Hâlâ kontrolden çıkan trenin frenine basmış değiliz.

Toplumsa kargaşanın başlı başına kötü bir şey olduğuna dair tuhaf bir inanç var. Miss World yarışmasını düzenleyenler, birkaç yıl önce yarışmayı gürültülü bir şekilde kesintiye uğratan feministler hakkında bu görüşü benimsemişlerdi, her ne kadar protestoları gösterinin tek ilgi çeken kısmı olsa da. 1989’da Tiananmen Meydanı’nda bir tankın önünde duran ve kendisini bir anda küresel bir ikona dönüştüren genç adam, tıpkı bugün İran’daki genç kadınlar gibi, politik açıdan yıkıcı bir davranış sergiliyordu. Manchester’da öğrenciyken kollarına sarı yıldızlar dikilmiş Yahudi kadın ve erkeklerin Oswald Mosley ve Britanya Faşistler Birliği’nin kentin çoğunlukla siyahların yaşadığı bir bölgesinde yaptığı yürüyüşü engellemek için yola yattıklarını görmüştüm. Toplumsal kargaşa yalnızca tolere edilebilir değil, aynı zamanda zaruri.

Bununla beraber Shakespeare’in Budala figüründe olduğu gibi ehlileştirilebilir. Budalalar ve soytarılar, kraliyet büyüklerine kabul edilemez gerçekleri söylemek için vardır, fakat bunları daha tatlı hale getirmek için bilmece paradoksla sararlar. Onların rolü, etraflarındaki herkesin nasıl rol yaptığını göstermektir. Aradaki fark, Budala rol yaptığını bilirken diğerlerinin bilmemesidir. Ancak başkalarıyla alay etmek ve onları azarlamak resmi görevinizin bir parçasıysa bu daha tolere edilebilir hale gelir. On İkinci Gece’de Olivia, “Yol verilmiş bir Budala’dan zarar gelmez,” der. Denildiği gibi, siz sadece işinizi yapıyorsunuz. Toplumsal sistem sarsılır ama isyana sürüklenmez. İsyanın bu kurumsallaşmış biçimi İngiliz siyasetinde parlamentodaki İşçi Partisi ya da daha genel olarak Majestelerinin Uslu Muhalefeti şeklinde yaşamaya devam ediyor.

Sendikalar sömürüye karşı bir savunmadan daha fazlası. İşçi hareketi geleneksel olarak kendisini rekabetten ziyade işbirliğine, bireysellikten ziyade dayanışmaya dayalı, şu anda sahip olduklarımıza alternatif bir yaşam biçimi sunuyor olarak görür. Eğer meşguliyeti şimdiyleyse aynı zamanda farklı türden bir geleceğin habercisidir. Grevleri nasıl durduracağız? Kaynakların grevleri gereksiz kılacak türden yeniden dağıtılmasıyla. Aksi takdirde kişisel servet ve kamusal sefaletin aynı eski antitezini sürdürmeye devam edeceğiz.


(*) Peterloo katliamı: 16 ağustos 1819 günü, parlamenter reform talebiyle Manchester’da bir araya gelen işçilere süvariler saldırmış ve 15 kişiyi öldürmüştü; 1889 Londra liman işçileri grevi (Terry Eagleton tarihleri karıştırıyor olmalı), Friedrich Engels’in de büyük bir coşkuyla karşıladığı, İngiliz emek hareketinde bir dönüm noktası olarak kabul edilen, yaklaşık 100 bin işçinin zaferle sonuçlanan eylemi.

DÜNYA BASINI

Avrupa’nın depremi: Popülist bir geri tepme

Yayınlanma

Avrupa’nın depremi

Štefan Auer
Prospect
15 Haziran 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Deprem epey uzun zamandır bekleniyordu. Geniş ölçekte tahmin de ediliyordu. Fakat yaşananlar yine de pek çok kişiyi şaşırttı. Avrupa entegrasyonuna şüpheyle yaklaşan siyasi güçlerin Avrupa Parlamentosu seçimlerinde elde ettiği olağanüstü başarı kıtayı önemli ölçüde değiştireceğe benziyor. AB’nin en üst düzey görevleri için kaotik bir müzakere ve at pazarlığı dönemine girilirken, Avrupa’nın on yıl sonra nerede olacağını tahmin etmek, on gün içinde nasıl bir şekil alacağını tahmin etmekten belki de çok daha kolay görünüyor.

Ayrı kimliklere sahip halklar Avrupa siyaset sahnesine çıkma tehdidinde bulundukça daimî bir birliğin fikri dahi ortadan kalkıyor. “Halklar” ifadesini kasti olarak çoğul olarak kullanıyorum zira birçok Avrupa yanlısı akademisyen ve yorumcunun kabul etmeyi reddettiği bir gerçeği en baştan söylemek istiyorum: Avrupa, ulus devlete benzer bir siyasal yapı teşkil etmiyor. Bunun yerine, 27 ayrı demosu olan 27 üye devletten oluşuyor. Bu durum, Oxfordlu akademisyen Kalypso Nicolaidis tarafından savunulan öncü bir kavram olan “demoikrasi”den farklı bir anlama geliyor. Nicolaidis Avrupa’yı “hem devletler hem de yurttaşlar olarak anlaşılan, birlikte yöneten ama tek olmayan bir halklar birliği” olarak görmek istiyor. Ancak böyle bir Avrupa, nihai otorite sorununu göz ardı ettiği için özellikle kriz zamanlarında işleyemez hale geliyor. Böylesi bir siyasal yapıda egemen kim olacaktır? İstisnaya kim karar verecektir? Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron bu sorulara yanıt olarak gerçek anlamda egemen bir Avrupa’nın yaratılmasını savunuyor. İşte tam da bunun için Macron ve Alman mevkidaşı Şansölye Olaf Scholz mayıs ayında “Avrupa’mız ölümlüdür” ve “Bu zorluğun üstesinden gelmeliyiz” diye yazmışlardı.

Ne var ki bu zorluğun üstesinden gelemediler ve bana kalırsa Avrupa’nın geleceğini şekillendirecek bir konumda da olmayacaklar. Scholz’un iktidardaki Sosyal Demokrat Partisi (SDP) oyların yalnızca yüzde 14’ünü alarak aşırı sağcı ve Avrupa şüphecisi Almanya için Alternatif’in (AfD) ardından üçüncü sırada yer aldı. Fransa’da da Macron’un Rönesans partisi sadece yüzde 15 oy alabildi ki bu oran Marine Le Pen’in Ulusal Birlik (RN) partisinin yarısından daha az bir oy almış olduğu anlamına geliyor. Ancak pek çok açıdan, bu Avrupa seçimleri değil, 27 (ayrı) ulusal seçim demek. Hukukçu Alberto Allemano’nun da ifade ettiği gibi, bu seçimlerde “insanların ulusal adaylar çıkaran, ulusal gündemler sunan ulusal partilere oy verdiğini gördük.”

Allemano teşhislerinde haklı olsa da reçetelerinde yanılıyor. Zira halen Avrupa’nın daha da Avrupalılaştırılması çağrısında bulunuyor. “Seçimleri gerçekten Avrupa düzeyinde yaparsanız, bir Avrupa demosu yaratacak ve bu da bir Avrupa demokrasisinin doğmasına yol açacaktır. Mükemmel olmayacak, tartışmalar devam edecek, ancak insanlar seslerini duyuracak ve Avrupa giderek daha demokratik hale gelecek”, argüman bu şekilde ilerliyor. Oysa bunlar bir işe yaramaz. Avrupa’da demokrasiyi kurtarmak için, siyasal yapılar daha fazla Avrupalılaştırılmamalı, tersine ulusallaştırılmalıdır. Zaten bu durmak bilmeyen Avrupalılaşma süreci bizi şimdi bulunduğumuz yere getirdi: Yalnızca liberalizme karşı değil, demokrasiyi mümkün ve sürdürülebilir kılan temel ilke ve değerlere karşı popülist bir geri tepme.

Önümüzdeki yıllarda bu seçimler Avrupa için önemli bir dönüm noktasını teşkil edecek ve AB’nin kendini uluslarüstü, yarı egemen bir federasyona dönüştürme hedeflerinin sonunu işaret edecek gibi görünüyor. Gittiğimiz Avrupa, sadece Brexit referandumundan önce David Cameron’ın talep ettiğine değil, aynı zamanda mevcut Avrupa Birliği’nin oluşturulmasına karşı çıkan Margaret Thatcher’ın savunduğuna da çok daha yakın olacak. Cameron hem AB dışından hem de içinden gelen göçün daha fazla kontrol edilmesini istemişti, Thatcher ise bilindiği üzere ulus devletler Avrupa’sı için mücadele etmişti. Kendisinin 1988’de Bruges’deki [Avrupa Birliği’ne binlerce bürokrat yetiştirmiş olan] Avrupa Koleji’nde yaptığı bir konuşmada ifade ettiği gibi, “Avrupa, birbirini daha iyi anlayan, birbirini daha çok takdir eden, birlikte daha çok şey yapan fakat ortak Avrupa çabamız kadar ulusal kimliğimizi de yücelten bir milletler ailesi olsun”.

Thatcher’ın mesajı bugün Birlik genelinde -memnuniyetsizliklerini ana akım uzlaşıya karşı çıkan sağ ya da sol partilere oy vererek ifade eden- seçmenler arasında yankı bulacaktır. Bu, seçmenlerin tek tek üye ülkelerdeki kaygıları arasındaki büyük farklılıkları küçümsemek anlamına gelmiyor. Ama Avrupa her zaman farklı halklar için farklı anlamlar ifade etmiştir, ki bu kurucu altı ülke olan Belçika, Fransa, Batı Almanya, İtalya, Lüksemburg ve Hollanda için dahi geçerlidir. Sadece Fransa ve Almanya arasındaki farklılıkları düşünün. Fransız elitleri Avrupa projesini Fransa’yı büyütmek için bir araç olarak görürken, birçok Alman için Avrupa’nın amacı İkinci Dünya Savaşı esnasında barbarlığa sürüklenen uluslarının itibarını yeniden kurabilmekti. Tam da bu doğrultuda Almanya, gücünü gizleyebilmek amacıyla Avrupa’yı kullandı.

Fransa’daki seçim sonrası gelişmeler, eğer ihtiyacımız varsa, iç politikanın ne denli merkezi olduğunu bize yeniden hatırlatıyor. Sayısız iç soruna rağmen Macron epey yakın bir zamana kadar Avrupa’nın lideri olarak görülüyordu. Partisinin Avrupa Parlamentosu oylamasındaki kötü performansının ardından erken seçim çağrısında bulunması, onun sonunu hızlandıracaktır. Marine Le Pen’in Ulusal Birlik’i Fransa Ulusal Meclisi’nde salt çoğunluğu elde etmesi de ya da buna yaklaşması durumunda, Macron’un sosyal tabanı büyük ölçüde eriyecektir. Bu da demek oluyor ki artık Fransa ve -daha önemlisi- Avrupa açısından güvenilir bir lider olarak görülmeyecektir.

Buna karşılık, İtalya Başbakanı Giorgia Meloni’nin İtalya’nın Kardeşleri partisi (Fratelli d’Italia – FdI) ulusal oylardaki en büyük payı (yüzde 29) topladı. Bu durum, Avrupa Parlamentosu’ndaki parti grubunun toplam büyüklüğüne (ana akım merkez sağ parti, bir merkez sol parti ve Macron’un Renew Europe partisinden sonra dördüncü sırada yer almasına) rağmen Meloni’nin demokratik itibarını ve demokratik referanslarını daha da güçlendirdi. Böylece Avrupa yenilenecek fakat Meloni ve takipçilerinin bir süredir savunduğu doğrultuda. Yani, Avrupa’yı egemen kılmak yerine, üye devletler ulusal egemenliklerini Avrupa’dan geri kazanmaya çalışacaklar. Hem kolektif olarak hem de tek tek ulus devletler olarak, göç üzerinde daha fazla kontrol sağlamanın yanı sıra ulusal ekonomileri üzerinde (bir miktar) kontrol sağlamak için bastıracaklar.

Brüksel ve diğer Avrupa başkentlerinde Donald Trump’ın olası yeniden iktidarının hayaleti dolaşıyor. Ukrayna’daki durum ise vahametini koruyor. Rusya’nın ülkeyi yok etme konusundaki arzusu azalmış görünmüyor. Ancak yetkilerin bir kısmının kurucu üye devletlere geri verildiği bir Avrupa, Ukrayna için her zaman kötü haber demek değil. Bir bütün olarak AB, zor durumdaki bu ülkeye sürekli bol kepçeden söz verip ama vaat ettiğinin çok altında verdi. Ukrayna’nın kararlı destekçileri genellikle üye devletler ve AB dışındaki ülkeler, yani ABD ve İngiltere olmuştur. Dolayısıyla önümüzdeki süreçte de bu ülkelerin rolü hem NATO içinde hem de NATO’nun dışında daha da önemli hale gelecektir.

Peki ya egemen Avrupa? Hatırlayın, dünyada kendi çıkarlarını önceleyecek ve savunacak bir Avrupa? Bağımsız, özerk, dirençli, ABD ve Çin de dahil olmak üzere diğer büyük güçlerden bağımsız bir Avrupa? İşte o Avrupa zaten hiçbir zaman gerçekleşmemiş bir gelecek düşüydü. Gücünü ve güvenilirliğini yeniden kazanmak için Avrupa’nın kendi vatandaşlarına karşı daha duyarlı olması gerekiyor. Bunun da ulus-devletler düzeyinde başarılması, oluşmakta olan uluslarüstü bir yönetimden çok daha olasıdır.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

WSJ: Biden yönetimi Gazze’de savaş sürerken kuzeydeki sorunu aşmayı umuyor

Yayınlanma

ABD, Gazze’deki başarısız ateşkes diplomasisinden sonra şimdi de gerilimin iyice tırmandığı Lübnan cephesinde yine başarısız olacağı baştan belli bir diplomasi yürütüyor. İsrail ile Hizbullah’ın topyekûn savaşa girmesini engellemek için İsrail, Lübnan ve bölgedeki diğer ülkelerle temasta. Washington, Hizbullah defalarca ilan etmesine rağmen Gazze’deki kriz devam etse de İsrail-Hizbullah krizini çözebileceğini düşünüyor. Tıpkı Kızıldeniz’de bombalayarak Husileri durdurabileceğini umduğu gibi…

***

Biden yönetimi, İsrail ile Hizbullah arasındaki daha geniş bir savaşı önlemek için çabalıyor

Beyaz Saray’ın diplomatik atağı, Gazze’de ateşkes sağlanması için haftalarca süren başarısız baskıların ardından geldi

Michael R. Gordon

ABD’li yetkililer, Biden yönetiminin İsrail ile Hizbullah arasında Lübnan’ın güneyinde giderek kötüleşen sınır çatışmalarını azaltma çabasının, ABD’nin Gazze’de ateşkes sağlamakta karşılaştığı güçlükler nedeniyle büyük zorluklarla karşılaştığını söylüyor.

İki cephe arasındaki bağlantılar, İran’ı da içine çekebilecek ve çatışmaları Gazze’nin çok ötesine taşıyabilecek geniş çaplı bir savaşı önlemeye çalışan Beyaz Saray’ın karşı karşıya olduğu diplomatik çıkmazın altını çiziyor.

Beyaz Saray, İsrail’in kuzey sınırındaki gerilimin azaltılmasının Gazze’de sağlanması zor bir ateşkese bağlı olamayacağı konusunda ısrar ediyor ve Hamas’a güneydeki çatışmaları durdurmayı kabul etmesi için haftalarca süren başarısız baskının ardından kuzeydeki gerilimi yatıştırmak için büyük bir diplomatik çaba sarf ediyor.

Ancak ABD tarafından “terörist” olarak tanımlanan ve Hamas’ın önemli bir müttefiki olan Hizbullah’ın son haftalarda İsrail’in kuzeyine yönelik roket ve insansız hava aracı saldırılarını yoğunlaştırması, tehdidi sona erdirme ve kuzeye tahliye edilmek zorunda kalan 70.000 kadar vatandaşını geri gönderme sözü veren İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu hükümeti üzerindeki baskıyı arttırdı.

Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah, bu ayın başlarında Beyrut’tan yaptığı bir televizyon konuşmasında İsrail’i “ülkede hiçbir yer roketlerimizden korunamaz” diye uyardı.

Biden yönetiminden üst düzey bir yetkili çarşamba günü gazetecilere yaptığı açıklamada “Nasrallah’ın mantığı… her şeyin Gazze’ye bağlı olduğu ve Gazze’de ateşkes sağlanana kadar İsrail’e ateşin durmayacağıdır. Açıkçası bu mantığı tamamen reddediyoruz” dedi.

ABD özel temsilcisi Amos Hochstein’ın Hizbullah’ın sınırdan geri çekilmesini de içeren bir anlaşma yapma çabaları şu ana kadar sonuçsuz kaldı.

İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant bu hafta Beyaz Saray, Dışişleri Bakanlığı ve Pentagon yetkilileriyle üst düzey görüşmeler için Washington’da bulunduğu sırada Hochstein ile Lübnan konusunda iki kez görüştü.

Gallant, salı günü gazetecilere yaptığı açıklamada, “İsrail kuzeydeki güvenlik durumunu değiştirecek bir çözüm bulmak istiyor. Savaş istemiyoruz ama her türlü senaryoya da hazırlıklıyız. İsrail sınırında Hizbullah birliklerini ve askeri oluşumlarını kabul etmeyeceğiz. Kuzey toplumlarımıza yönelik tehditleri kabul etmeyeceğiz” dedi.

Hochstein geçen hafta üst düzey yetkililerle görüşmek üzere Lübnan’a yaptığı ziyaret sırasında Netanyahu ile de görüştü.

İsrail ve Hizbullah, İran’a bağlı milislerin Filistinli hareket Hamas’ın Gazze’de savaşa yol açan saldırılarını desteklediği 7 Ekim’den bu yana karşılıklı ateş açıyor. Hem Hizbullah hem de İsrail düşmanlıklarını daha büyük bir çatışmaya dönüştürme konusunda isteksiz davranırken, her ikisi de çatışmayı tırmandırabileceklerinin sinyallerini veriyor.

Bu ayın başlarında Hizbullah, Hayfa’daki İsrail limanı üzerinde uçan bir keşif uçağına ait olduğunu söylediği bir video yayınladı. Bir başka Hizbullah insansız hava aracı da aşağı Celile üzerinde İsrail güçleri tarafından düşürüldü.

İsrail güçleri ise Hizbullah komutanlarına karşı hava saldırıları düzenliyor. Geçen hafta İsrail ordusu Hizbullah’a karşı olası bir askeri operasyon planını onayladı ancak operasyon için hükümetin onayı gerekiyor.

İsrail için Hizbullah’a karşı savaşmak, Gazze’de Hamas’a karşı yürüttüğü savaştan çok daha zorlu bir görev olacak. Uzmanlar Lübnanlı grubun 150.000’den fazla roket ve füzeden oluşan bir cephaneliği olduğunu ve bunların bir kısmının İsrail’in füze savunma sistemlerine rağmen Tel Aviv ve İsrail’in diğer şehirlerine ulaşabileceğini tahmin ediyor.

İsrail ordusuna göre Hizbullah çatışmanın başlamasından bu yana İsrail’e 5.000’den fazla roket, tanksavar füzesi ve patlayıcı insansız hava aracı fırlattı. Grubun açıklamalarına dayanan bir çeteleye göre Ekim ayından bu yana en az 338 Hizbullah savaşçısı öldürüldü. Lübnanlı yetkililere ve Birleşmiş Milletler İnsani İşler Koordinasyon Ofisi’ne göre en az 95 Lübnanlı sivil de öldürüldü.

İsrail’in kuzey sınırına odaklanan ve kâr amacı gütmeyen bir araştırma merkezi olan Alma Araştırma ve Eğitim Merkezi’ne göre, evlerinden olan binlerce kişiye ek, çatışmalar nedeniyle en az 17 İsrail askeri ve dokuz sivil öldürüldü.

Üst düzey ABD’li yetkililer Hizbullah, İsrail ve İran’ın Gazze’deki yıkımı gölgede bırakacak kapsamlı bir savaş istemediklerine inandıklarını söylerken, bazıları da iki taraf arasında tırmanan gerilimin kontrolden çıkmasından korkuyor.

Trump döneminde Dışişleri Bakanlığı’nın Orta Doğu’dan sorumlu üst düzey yöneticisi olarak görev yapan David Schenker, “Yeni bir Hizbullah-İsrail savaşının yıkıcı sonuçlarından ve İran’ın da savaşa katılma ihtimalinden endişe duyan Biden yönetimi, nihayetinde kaçınılmaz olabilecek bir çatışmayı ertelemek için büyük diplomatik çaba sarf ediyor” dedi.

ABD’li yetkililer diplomatik çabalarının durmadığı konusunda ısrarlı.

Üst düzey bir yönetim yetkilisi gazetecilere yaptığı açıklamada “Devam eden bir diplomatik sürecimiz var. İsrailliler, Lübnanlılar ve diğerleriyle oldukça yoğun istişarelerde bulunuyoruz” dedi.

Mevcut ve eski yetkililere göre ABD’nin gerilimi düşürmek için önerdiği fikirler arasında Lübnan Silahlı Kuvvetleri’nden birkaç bin askerin Hizbullah’ın boşalttığı sınır bölgelerine taşınması ve bu askerlerin sınırdan yedi kilometre geri çekilmesi yer alıyor. Schenker buna ek olarak, halihazırda güney Lübnan’da konuşlanmış olan BM barış gücünün de genişletilebileceğini söyledi. Schenker, Hizbullah’ın geri çekilmesi karşılığında İsrail’in de Lübnan üzerinde savaş uçakları ve insansız hava araçları uçurmayı azaltmayı kabul edeceğini söyledi.

Amerikalı yetkililer, gerilimi azaltma anlaşmasına uyması için Hizbullah üzerindeki baskıyı artırmak amacıyla, diplomatik çabaların başarısızlığa uğraması halinde Washington’un İsrail ordusunu geri çekecek konumda olmayacağı uyarısında bulundu.

Üst düzey bir yönetim yetkilisi “İsrail’i ve ulusal güvenlik çıkarlarını… Hizbullah gibi gruplara karşı savunmasını tamamen destekliyoruz” dedi.

Ancak Genelkurmay Başkanı Hava Kuvvetleri Generali CQ Brown pazar günü gazetecilere yaptığı açıklamada ABD ordusunun İsrail’i Hizbullah’ın büyük bir saldırısına karşı, İran’ın balistik füzeler ve insansız hava araçlarıyla saldırdığı Nisan ayında ülkeyi koruduğu kadar başarılı bir şekilde savunamayacağını söyledi.

ABD ve diğer ülkelerin yardımıyla İsrail, İran ve milis müttefikleri tarafından ateşlenen 300’den fazla insansız hava aracı ile balistik ve seyir füzelerinin neredeyse tamamını durdurdu. Ancak Brown, Hizbullah’ın elinde çok sayıda kısa menzilli roket bulunduğunu, bunların ABD tarafından engellenmesinin zor olacağını ve İran’ın tepkisini tetikleyebileceği uyarısında bulundu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Fyodor Lukyanov ile mülakat: Ermenistan-Türkiye ilişkilerinin normalleşmesi ve hatta belki de daha fazlası mümkün

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Ermenistan ile Azerbaycan arasında sınır belirleme çalışmaları nisan ayı sonunda başladı. Bu bağlamda geçen hafta Gazah bölgesine bağlı Bağanis Ayrım, Aşağı Eskipara, Heyrimli ve Kızılhacılı Bakü’nün kontrolüne geçti. Geçen haftalarda buna tepki olarak Ermenistan’da “Vatan Adına Tavuş” hareketi Tavuş kasabasından Erivan’a yürüyüş başlattı. Devamında Erivan’da oturma eylemleri düzenlendi ve hadise çok sürmedi.

Karabağ artık Ermenistan’ın hakimiyetinden çıktı ve talep ettiği “güvenlik kuşağı” defteri kapandı. Aşağıda tercümesi verilen mülakatta Valday Uluslararası Tartışma Kulübü Araştırma Direktörü Fyodor Lukyanov, Erivan ile Ankara arasında yakın zaman içinde pirüpak bir sayfa açılmasını göz ardı etmediğini söylüyor.


Lukyanov: Ermenistan için Avrupa’daki tek seçenek Türkiye

Hayk Halatyan

Verelq.am

21 Haziran 2024

Ermenistan-Rusya ilişkilerindeki mevcut kriz ne kadar ileri gidebilir? Moskova, Ermenistan’ın Batı ile yakınlaşmasına nasıl bakıyor? Rusya ile siyasi ilişkileri yeniden düşünmek ve aynı zamanda Ermenistan açısından son derece faydalı olan iktisadi ilişkileri sürdürmek mümkün mü? Ermenistan açısından Avrupa entegrasyonu ne kadar gerçekçi?

Russia in Global Politics dergisinin genel yayın yönetmeni, Rusya Dış ve Savunma Politikası Konseyi Başkanlık Divanı Başkanı ve Valday Uluslararası Tartışma Kulübü Araştırma Direktörü Fyodor Lukyanov, bu ve daha fazlasını yanıtladı.

Ermenistan-Rusya ilişkilerindeki mevcut kriz nereye kadar gidebilir? Ve Moskova, Ermenistan’ın Batı ile yakınlaşmasına nasıl bakıyor?

Kriz vektörel. Ermenistan yönetiminin net bir yol seçtiğini ve bunu tutarlı bir şekilde sürdürdüğünü kabul etmelisiniz. Bu sadece pratik yönlerle ilgili değil, aynı zamanda sembolizmle de ilgili. Buça ziyareti ve benzerleri, sinyaller açık. Bu açıdan süreç geri döndürülemez görünüyor.

Konuyla çok ilgili olmasam da Rusya’nın şu anda son derece temkinli davrandığını söyleyebilirim. Diplomatik adımlar atıldı, büyükelçi istişareler için geri çağrıldı, açıklamalar yapıldı. Fakat genel manada Rusya’nın benzer durumlarda —Gürcistan, Moldova ya da başka yerlerde— nasıl tepki verdiğini biliyoruz. Şimdiye dek böyle bir şey görmedik, bu nedenle “aktif gözlem pozisyonunun” bir süre daha devam edeceğini düşünüyorum.

KGAÖ’ye gelince, mesele açık görünüyor: Ermenistan’ın bu örgüte ihtiyacı yok. Halihazırda bu sadece Rusya’nın alanına ait olmanın sembolik bir işaretiydi. Fakat kilit nokta, Rusya’nın Ermenistan’daki askeri üssü olacaktır. Ermeni tarafı üssün geri çekilmesini talep ederse Rusya buna uymak zorunda. Bu muhtemelen Ermenistan ile ilişkilerin kayda değer ölçüde yeniden düzenlenmesine yol açacaktır.

Rusya’nın bu tutumunun nedeni nedir? Ukrayna’da Batı ile yaşadığı çatışma nedeniyle Ermenistan ve Güney Kafkasya’daki nüfuzu için mücadele edecek kaynaklara sahip değil mi? Ya da sadece bu nüfuzu elinde tutmak için bir irade eksikliği mi var? Ermenistan’daki pek çok uzman, Rusya’nın Ermenistan’dan ve bölgeden çekilmeye hazır olduğuna inanıyor.

Rusya’nın çekilmeye hazır olduğunu söylemek abartı olur. Elbette şu anda başka öncelikler daha öncelikli. Bunlar gerçekleşmediği sürece diğer her şey ikinci planda kalır. Dahası, Rusya’da Ermenistan’daki süreçlerin vektörel bir şekilde ilerlediği, ancak henüz sonuçlanmadığı yönünde bir his var gibi görünüyor. Bundan sonra ne olacağı sadece Ermenistan’daki gelişmelere değil, aynı zamanda bölgedeki duruma da bağlı: Türkiye’nin ve Avrupa’nın tutumu vb.

Bence Rusya, krizden henüz ciddi bir şekilde etkilenmemiş olan Ermenistan ile iktisadi ilişkilerin daha önemli olduğunu varsayıyor. Şu anda Rusya için tüm iktisadi ilişkiler önemli. Eğer ABD Dışişleri Bakan Yardımcısının son ziyareti iktisadi iş birliği fırsatlarının keskin bir şekilde azalmasına yol açarsa ve Ermenistan, ABD’nin baskısı altında yaptırımları daha sıkı bir şekilde uygularsa, o zaman elbette çıkar sorunu da ortaya çıkar.

Ermenistan makamlarının ve onlara bağlı uzman çevrelerin açıklamalarında, Rusya ile siyasi ilişkilerin yeniden gözden geçirilebileceği, ancak Ermenistan’ın lehine olan iktisadi ilişkilerin sürdürülebileceği fikri sıklıkla dile getiriliyor. Bu ne kadar gerçekçi?

Bunu tahayyül etmek zor. Diğer ülkelerle benzer bir şey yapmaya yönelik önceki tüm teşebbüsler genelde kötü neticelendi. Öte yandan, Rusya’da belli bir yaklaşım değişikliği var gibi görünüyor. Daha önce soyut jeopolitik çıkarlar her zaman ağır basarken, şimdi en azından somut iktisadi çıkarlarla birlikte değerlendiriliyor. Yakın insani bağlar göz önünde bulundurulduğunda Ermenistan, açık provokasyonlara girişmediği sürece Rusya’nın Ermeni tarafına yönelik sert adımlar atmayacağını göz ardı etmiyorum.

Asıl mesele, Batılı ortakların Ermenistan’dan ne talep edeceği. Eğer Rusya ile iktisadi ilişkilerin gerekliliğini anlıyorlarsa, bu bir şeydir. Fakat Amerikalılar ve Avrupalılar, “Eğer Avrupa rotasını takip ediyorsanız, o zaman tutarlı bir şekilde takip edin,” derlerse, o zaman…

Ermenistan makamlarının ve onlara bağlı uzman çevrelerin aktif olarak sözünü ettiği Ermenistan’ın Avrupa’ya entegrasyonu ne kadar gerçekçi?

Ermeni diasporasının bir seçim faktörü olarak önemli bir rol oynadığı Fransa dışında, Avrupa’daki her muhafazakârın Ermenistan’ın Avrupa’ya entegrasyonuna yönelik adımlar atılması gerektiğini anlamadığını düşünüyorum. Bence mesele daha ziyade Ermeni toplumunun, siyasi zümresinin ve bir bütün olarak Güney Kafkasya’nın dinamiklerinde yatıyor. Kesin olarak söyleyebileceğim bir şey varsa o da son on yıllardaki deneyimlerin coğrafi olarak entegrasyon alanından kopuk bir ülkenin entegre olamayacağını gösterdiğidir. Bu işe yaramaz.

Ermenistan için teorik olarak erişilebilir tek Avrupa seçeneği Türkiye’dir. Bu komşu ülke de uzun süredir AB üyeliğine aday. Yalnızca birkaç yıl önce, bunun herhangi bir ihtimali ortadan kaldırdığını söylerdim. Bugün artık böyle düşünmüyorum, zira Erivan’ın yaklaşımının nasıl kökten değiştiğini görebiliyoruz. Bir zamanlar tamamen düşünülemez olarak kabul edilen şey gerçek oldu. Dağlık Karabağ’dan vazgeçilmesi herhangi bir şoka neden olmadı.

Bu nedenle, Avrupa ile entegrasyona doğru gidişin, Ermenistan söz konusu olduğunda Türkiye ile ilişkilerin normalleşmesi ve hatta belki de daha fazlası anlamına geleceği ihtimalini göz ardı etmiyorum. Esasında Ermenistan, bu iktisadi etki alanına girebilir. Tarihi göz önüne alarak bu tamamen düşünülemez gibi görünse de yakın geçmişte düşünülemez gibi görünen pek çok şey artık gerçeğe dönüştü. Ancak bu Avrupa entegrasyonu ile aynı şey değil.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English