Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Hindistan bölgeselciliğinde SAARC out BIMSTEC in

Yayınlanma

Güney Asya Bölgesel İşbirliği Örgütü’nün (SAARC) kuruluşu, Güney Asya’daki bölgeselcilik tarihinde bir başlangıcı simgeliyordu. Ancak örgüt, başından itibaren sorunlarla karşılaştı ve Hindistan’ı diğer alt bölgesel platformları denemeye yöneltti. Şu sıralar, Bengal Körfezi Çok Sektörlü Teknik ve Ekonomik İşbirliği Girişimi (BIMSTEC) aracılığıyla Güney Asya ile Güneydoğu Asya arasındaki bağlantıyı artırma çabalarına öncülük ediyor. Burada, üye olarak Pakistan’ın bulunmadığını not etmek önemli. Bu yılın ilerleyen dönemlerinde (muhtemelen eylülde) grubun şu anki başkanı Tayland’ın ev sahipliğinde düzenlenecek 6. BIMSTEC Zirvesi öncesinde Hindistan, 11-12 Temmuz’da 2. BIMSTEC Dışişleri Bakanları toplantısına ve 6-8 Ağustos’ta türünün ilk örneği olan mega bir BIMSTEC İş Zirvesi’ne ev sahipliği yaptı. Dahası, Güney Asya ile Güneydoğu Asya arasındaki bağlantının temel modu olan deniz taşımacılığı üzerine bir merkez dahil üç BIMSTEC mükemmeliyet merkezi kurmayı planlıyor.

Güney Asya’da Bölgeselciliğin Ortaya Çıkışı – SAARC’ın Oluşumu

Onlarca yıldır, Hint alt kıtasının ülkeleri Güney Asya çatısı altında uyumlu bir bölgenin parçası olarak düşünüldü. Dünya nüfusunun yaklaşık dörtte birine ev sahipliği yapan bölge, sekiz ülkeden oluşuyor: Afganistan, Bangladeş, Bhutan, Hindistan, Maldivler, Nepal, Pakistan ve Sri Lanka. Yüzlerce farklı dil konuşan ve çok sayıda farklı dini geleneği takip eden çeşitli halkları, İngiliz sömürgeciliği deneyimi de dahil ortak bir tarihe sahip ve kriket sporuna ve Bollywood filmlerine olan sevgi, etnik bağlar ve müzik ve mutfak pratikleri gibi ortak kültürel bağlantıları paylaşıyor. Ancak paylaşılan tarih ve kültürel uygulamalara karşın Güney Asya’da bölgeselcilik fikri pratikte başarılı olmadı.

Bölgedeki küçük ülkelerden Bangladeş 1980’lerin başında bölgesel bir örgüt fikrini ortaya atmış, 1975’te askeri darbeyle Bangladeş’te iktidara gelen General Ziaur Rehman’ın bölgesel bir örgüt kurma yönündeki çabaları 1985’te Güney Asya Bölgesel İşbirliği Örgütü’nün (SAARC) kurulmasıyla meyvesini vermişti. Hindistan, Pakistan, Bangladeş, Nepal, Bhutan, Sri Lanka ve Maldivler örgütün ilk üyeleri olurken Afganistan 2007’de SAARC’a katılmıştı. Ancak Güney Asya’da sömürgecilik sonrası devletlerin oluşumunun niteliği ve bağlamı ile Soğuk Savaş’ın bölgeye etkisi, burada bölgeselcilik fikrinin yeşermesine pek izin vermedi. İngiliz Hindistanı’nın Hindistan ve Pakistan olarak ikiye bölünmesi, Bangladeş’in Pakistan’dan ayrılması ve bu süreçte yaşanan savaşlar, Güney Asya’da bölgeselcilik fikrinin yayılmasının aksine güvensizlik ve düşmanlık tohumları serperken özellikle Hindistan ve Pakistan arasındaki entegrasyonu bir hayal haline getirdi. Hindistan ve Pakistan’ın temel ilkeleri arasındaki çelişki, bu ülkeler arasında anlamlı bir işbirliğinin gerçekleşmesine de olanak vermiyordu. Soğuk Savaş’ın etkisine gelince, savaşın Avrupa Birliği’nin bölgeselcilik ve bölgesel işbirliğinin başarılı bir örneği olarak oluşumunda ve konsolidasyonunda önemli bir rol oynadığını belirtmek kulağa ilginç gelse de aynı Soğuk Savaş Güney Asya’da işbirliğine yönelik girişimleri engelledi.

SAARC’ın kurulması Güney Asya’daki bölgeselcilik tarihinde kuşkusuz bir dönüm noktası ancak Hindistan ve Pakistan gibi bölgedeki etkili ülkeler bölgesel bir örgüt fikrine başından beri kuşkuyla yaklaşmıştır. Hindistan, gelişen bölgesel platformun diğer devletlerin kendisine karşı birleşebileceği bir durum yaratacağını, platformun kendisine Güney Asya’da ayak bağı olacağını ve uluslararası arenada güç ve kapasitesine dayalı daha büyük bir rol oynama fırsatını elinden alacağını düşünüyordu. Öte yandan SAARC platformu bölgedeki küçük devletlerin istek ve şikayetlerini bireysel ve kolektif olarak dile getirebilecekleri bir alan sağladı. Ancak 1990’lardan 2010’lara kadar olan altın çağında üye ülkeler, Güney Asya Tercihli Ticaret Anlaşması, Güney Asya Serbest Ticaret Bölgesi, bir gümrük birliği, ortak bir bölgesel pazar ve ortak bir ekonomik ve parasal birlik dahil birkaç iddialı girişim yürürlüğe koyabilse de bölgeselciliğin ve bölgesel örgütlerin büyümesi için elverişli uluslararası iklime karşın daha ileri gidememiştir. Başlangıçtaki isteksizliği bir kenara bırakırsak, Hindistan SAARC’ın olası faydaları konusunda iyimser olmaya çalışsa da giderek örgütün belirtilen hedeflerine ulaşmada pek yardımcı olamayabileceğini anlamaya ve dolayısıyla ondan uzaklaşmaya başladı.

Hindistan’ın uzaklaşma politikasına örnek olarak 1992’de formüle edilen Doğuya Bakış Politikası (Look East Policy), 1997’de başlatılan Bengal Körfezi Çok Sektörlü Teknik ve Ekonomik İşbirliği Girişimi (BIMSTEC), 1997’de kurulan Hint Okyanusu Kıyıdaş Ülkeler Birliği (IORA), 2000’de oluşturulan Mekong-Ganga İşbirliği (MGC) ve 2015’te imzalanan Bangladeş-Bhutan-Hindistan-Nepal (BBIN) Ulaştırma Anlaşması gibi organizasyonların oluşumuna katılımı gösterilebilir. Bu örgütler ve platformlar Hindistan’ın Pakistan’dan uzak durmasını ve onu dışlamasını sağlarken aynı zamanda Hint-Pasifik bölgesindeki genişletilmiş mahalleye de ulaşmasını sağladı. Bu arada SAARC, 39 yıllık bir geçmişe sahip olmasına karşın yalnızca 18 Zirve toplayabildi. 18. Zirve olan son zirve 2014 yılında Nepal’in Katmandu kentinde toplandı. 19. Zirve’nin 2016 yılında Pakistan’da gerçekleşmesi planlanıyordu ancak o yıl Jammu ve Keşmir’in Uri kentinde gerçekleşen terör saldırısı nedeni ile Hindistan Zirve’ye katılmayı reddetti. Hindistan Zirve’ye katılmama kararı aldıktan sonra diğer ülkeler de Zirve’den çekildi ve o zamandan beri hiçbir SAARC Zirvesi yapılmadı. Geçen şubat ayında Yeni Delhi’de bulunan Nepal parlamento üyesi Swarnim Wagle’nin, “SAARC 2014’ten bu yana komada”, dediği kadar var…

BIMSTEC Aracılığıyla Güney Asya’yı Güneydoğu Asya’ya Bağlamak –  Hindistan’ın Büyük Hamlesi

2014’ten itibaren SAARC arka planda kalırken BIMSTEC Hindistan’ın odak noktası haline geliyor. 2016’da Hindistan’ın BIMSTEC’in bölgesel erişimi için Goa’da ortak bir BRICS-BIMSTEC Zirvesi düzenlemesinden sonra, BIMSTEC’e destek daha da ivme kazandı. Ancak Haziran 2019’da Dışişleri Bakanı Subrahmanyam Jaishankar’ın SAARC’ın sorunları olduğunu ve bu nedenle Hindistan’ın önümüzdeki beş yıl boyunca BIMSTEC’e öncelik vereceğini belirtmesinden bu yana Hindistan’ın BIMSTEC eğilimi daha gözle görülür bir hal aldı. Bengal Körfezi Çok Sektörlü Teknik ve Ekonomik İşbirliği Girişimi (BIMSTEC), Bangkok Deklarasyonu’nun imzalanmasıyla Haziran 1997’de kurulan bölgelerarası bir gruptur. Başlangıçta BIST-EC (Bangladeş-Hindistan-Sri Lanka-Tayland Ekonomik İşbirliği) olarak bilinen örgüt artık BIMSTEC olarak biliniyor ve Aralık 1997’de Myanmar’ın, Şubat 2004’te Bhutan ve Nepal’in katılımıyla yedi üyeli bir grup olarak bugünkü haline geldi. Grup temel olarak Bengal Körfezi’ne kıyısı olan ülkeleri üye olarak içeriyor ve bölgedeki ülkeler arasında ticaret, teknoloji, enerji, ulaşım, turizm, balıkçılık, tarım, halk sağlığı, yoksulluğun azaltılması, terörle mücadele, çevre, kültür, insanlar arası temas ve iklim değişikliği gibi birçok sektörde bölgesel işbirliğini teşvik ederek, ekonomik büyümeyi ve sosyal ilerlemeyi hızlandırmayı amaçlıyor. Bu grup, toplam 5 trilyon dolar civarında GSYİH ile dünya nüfusunun yüzde 22’sine ev sahipliği yapıyor.

BIMSTEC tüzüğü Mart 2022’de Kolombo’da sanal ortamda düzenlenen 5. BIMSTEC Zirvesi’nde imzalandı ancak belgenin tüm üyeler tarafından onaylanması iki yıl daha sürdü. Nepal bulmacanın son parçasıydı; parlamentosu tüzüğü bu yılın nisan ayının başlarında onayladı. Bu, BIMSTEC tüzüğünün başlangıcından 27 yıl sonra yürürlüğe girdiği anlamına geliyordu. Böylelikle tüzüğün tüm üyelerce kabul edilmesiyle gruba hukuki destek sağlanmıştır. Grup, bu sayede bölgede işbirliği için hukuki ve kurumsal bir çerçeve oluşturabilir, yeni üyelerin kabulünü sağlayabilir ve diğer ülkeler ve gruplarla anlaşmalar imzalayabilir. Ayrıca daha önce BIMSTEC’in resmi bir genel merkezi yoktu ve 2011 yılında Bangladeş’in başkenti Dakka’da merkez ofisi ve 2014 yılında Sri Lankalı diplomat Sumith Nakandala’nın genel sekreteri oluncaya kadar Bangkok’taki Tayland Dışişleri Bakanlığı’nda toplantılar yapılıyordu. Bugün daimi sekreterliği Dakka’da bulunan grubun şu anki genel sekreteri, Hint diplomat Indra Mani Pandey’dir; ilk kez bir Hint diplomat, grubun şefi pozisyonunda bulunuyor. Daha önce örgütün en üst düzey görevlerinde Sri Lanka, Bangladeş ve Bhutanlı diplomatlar bulunmuştu.

Dolayısıyla SAARC ivmesini kaybettiğinde, BIMSTEC özellikle Hindistan’dan gelen güçlü destekle yeniden canlanıyor gibi görünüyor. Burada, SAARC’tan farklı olarak BIMSTEC’te üye olarak Pakistan’ın bulunmadığını dikkate almak önemli. İlk BIMSTEC Dışişleri Bakanları toplantısı geçen yıl Tayland’ın Bangkok kentinde düzenlendi. Bu yıl 11-12 Temmuz’da Hindistan’ın 2. BIMSTEC Dışişleri Bakanları toplantısına ev sahipliği yapması, Delhi’nin “Önce Komşuluk” politikasına sürekli odaklandığını gösteriyor. Jaishankar’ın gruba “yeni enerji aşılama” ve “daha yüksek hedefler koyma” çağrısında bulunduğu bu toplantı aslında Tayland’da yıl sonuna doğru gerçekleşecek BIMSTEC Zirvesi için bir ön hazırlık niteliğindeydi. BIMSTEC’in Güney Asya’da bölgesel işbirliği için giderek “tercih edilen bir platform” haline geldiği bir dönemde etkileşimini artıran Hindistan ayrıca grup için ilk iş zirvesine ev sahipliği yaptı. Zirve, Hindistan Dışişleri Bakanlığı ve Hindistan Sanayi Konfederasyonu tarafından ulusal başkent Delhi’de 6-8 Ağustos tarihleri arasında üç günlük bir etkinlik olarak düzenlendi. Gündemde öncelikli olarak liman bağlantısı, altyapı ve devam eden BIMSTEC serbest ticaret anlaşması görüşmeleri ele alındı.

Aslında BIMSTEC Serbest Ticaret Anlaşması’nın çerçeve anlaşması 2004’ün başlarında imzalanmış ancak müzakereleri ilerletmek için Ticaret Müzakere Komitesi sonuçsuz kalan yaklaşık yirmi tur müzakere düzenlemişti. Hindistan, 2018 yılında BIMSTEC ülkeleri arasında serbest ticaret anlaşmasının imzalanması için yoğun çaba sarf etmiş ancak Hindistan ile Tayland arasında profesyoneller için pazar erişimi, ticaret mallarına uygulanan vergi indirimleri ve politika gevşetmeleri konusunda yaşanan görüş ayrılıkları süreci sekteye uğramıştı. Haziran 2023’te o dönem BIMSTEC Genel Sekreteri olan Tenzin Lekphell, serbest ticaret anlaşması görüşmelerinin “yavaş” ilerlediğini ve ticaretin kolaylaştırılması ve gümrük ile ilgili konularda karşılıklı yardım gibi bazı bileşenlerin uygulamaya konulmadan önce henüz kesinleştirilmediğini söylemişti. Bu nedenle gündemin ana odak noktasının, üye ülkeler arasındaki malları, hizmetleri, yatırımları ve ekonomik işbirliğini kapsayacak bir serbest ticaret anlaşması olacağı yönünde güçlü bir beklenti vardı.

Son Sözler

Güney Asya ülkelerinin tutarlı bir bölge oluşturamayışı, Güney Asya’nın dengesiz dağılımı buradaki bölgeselciliğin başarısızlığında büyük etken. Hindistan bölgenin en büyük ve en güçlü ülkesi ve Hindistan’ın hakimiyeti bölgesel yapıların gelişiminde paradoksal bir etki yaratmıştır. Sonuçta ortaya şöyle bir durum çıkıyor: Güney Asya, özünde Hindistan ve Hindistan ile sınırı paylaşan ancak birbirleri ile paylaşmayan altı ülkeden oluşur; bunun istisnası, Pakistan ile sınırı paylaşan ancak Hindistan ile paylaşmayan Afganistan’dır. Ancak Hindistan bakış açısıyla Hindistan Afganistan ile de sınır paylaşmakta ve Afganistan da diğerleri gibi bir Güney Asya bölgesi kapsamında yer almaktadır. Bu anlamda Güney Asya, esasen Hindistan’ın komşularının Hindistan ile ve Hindistan’ın komşuları ile etkileşimlerinin toplamı oluyor. Güney Asya’nın bu doğası Hindistan’da şöyle bir algıyı şekillendirmiştir: Bölgesel yapıların oluşturulması Hindistan’ın bölgede halihazırda sahip olduğu üstünlüğe katkıda bulunamaz, aksine kendi arka bahçesindeki hakimiyetini potansiyel olarak kontrol edebilir ve bölgedeki etkisini zayıflatabilir. Örneğin, SAARC fikirbirliğine dayalı olarak işlev gördüğünden, Hindistan’ın alt kıtadaki meseleler hakkındaki oyu, bölgedeki en küçük ülkeler Bhutan ve Maldivler’in oyu kadar önemli olacaktır. Dahası, Güney Asya’nın içsel çatışmaları Hindistan için bir kamburdan başka bir şey ifade etmiyor. Buradan hareketle SAARC’ın işlevsiz doğası ve bölgedeki politik iklim daha çok alt bölgesel işbirliğine olanak sağlıyor. Güney Asya’da görülen alt bölgesel işbirliğine güzel bir örnek olarak Nepal’in ürettiği enerjiyi Hindistan üzerinden Bangladeş’e ihraç etme planı çerçevesinde üçlü ortaklık akla gelebilir. Bu sayede, son on yılda Nepal, Hindistan ve Bangladeş arasındaki enerji ticareti üç katına çıktı.

Öte yandan, komşuluk politikasını doğru bir şekilde ele almadığı sürece daha büyük bir bölgesel Asya rolü veya küresel bir rol elde etmeyi hedeflemek Hindistan için odada duran büyük bir fil. Egemen uluslara bölünmüş olsalar da ortak tarihi ve kültürel bir yer olan Güney Asya ülkeleri arasındaki bölgesel entegrasyonun güçlendirilmesi gerekiyor ancak bunun önündeki en büyük engel Hindistan ve Pakistan’ın bir uzlaşma zemini oluşturabilecek herhangi bir çatının henüz bir türlü ortaya çıkamamış olmasıdır. Bu nedenle de özellikle Güney Asya bölgesinde tüm bölge ülkelerini bir çatı altında toplayan bütüncül bir entegrasyondan söz edilemiyor. Dahası ne bölge sakinleri daha güçlü bağlar peşinde ne de bölgedeki kültürel alışveriş iç açıcı. Buna güzel bir örnek, Pakistan’ın 2019’da yerel televizyon ve radyo kanallarında Hint içeriklerini yasaklamasıyla oluşan bu boşluk Türk televizyon içerikleriyle ikame ediliyor. Bollywood film endüstrisinde neredeyse hiç Pakistanlı sanatçı yok ve Pakistanlı kriketçiler artık Hint Premier Ligi’nde oynamıyor. Bölge içi göçte de istikrarlı düşüş var; Güney Asyalılar eskiden olduğu gibi birbirlerinin ülkelerinde çalışmak veya eğitim görmek yerine artık daha çok Ortadoğu ve Batı Avrupa ülkelerini, Malezya, Avustralya ve Kuzey Amerika’yı ve hatta Çin’i tercih ediyor. Daha da önemlisi, eğitimde daha yoğun görülmekle birlikte, ticaret, turizm ve eğitimde bölge içi bağlantıdaki azalma beklendiği üzere Çin tarafından telafi ediliyor.

Birçok Güney Asya devletinin Hindistan’ın üstünlüğünü dengelemek için Çin’i kullanma kararı sonucunda, Güney Asya artık eskiden olduğu gibi Hindistan merkezli bir bölge değil. Açıkçası birçok Hint stratejik düşünürünün de zaten Güney Asya’daki bağlantıların ülkenin hırslarını sınırladığına inanmaya başlaması sonucunda, Hindistan stratejik odağını yeniden Pakistan’dan Çin’e ve kıta alanından deniz alanına yönlendirdi. Ve paradoksal olarak, kendisi için daha geniş bir jeopolitik alan araması sonucunda bir çeşit “küresel yükseliş – bölgesel düşüş paradoksu” yaşıyor. Buna karşılık, Çin’in son yıllarda Hindistan’ın komşuları arasındaki nüfuzunu artırdığı iyi biliniyor. Örneğin Bengal Körfezi, özellikle Hindistan ile Çin arasındaki rekabet nedeni ile Hint-Pasifik’te stratejik öneme sahip bir alt bölge haline geldi. Dolayısıyla bir zamanlar büyük çatışmalardan uzak bir bölgeyken artık büyük güçler arasında jeopolitik rekabet ve bölgesel çatışma bölgesi haline gelmeye hazırlanıyor. Çin’in Bengal Körfezi’ndeki varlığını artırma girişimleri, Hindistan’ın güvenliği ve bölgedeki “net güvenlik sağlayıcısı” rolü üzerinde doğrudan bir etkiye sahip. Bangladeş’in Çin’in talebini kabul etmemesinin ardından Çin, Andaman ve Nicobar Adaları’na daha yakın bir derin deniz limanında bir dayanak noktası arıyor. Çin’in Myanmar ve Sri Lanka’daki limanları kontrol altına alarak Bengal Körfezi bölgesine olan ilgisinin artması, Hindistan’ı tarım, deniz araştırmaları ve deniz taşımacılığı alanlarında üç BIMSTEC Mükemmeliyet Merkezi kurma olasılığını araştırmaya yöneltti.

GÖRÜŞ

Suriye hezimeti ve Rusya: Birkaç soru ve yanıt

Yayınlanma

Yazar

Rusya’nın askeri strateji, iç siyasi dengeler ve uluslararası prestij arasında giderek sıkıştığı yeni bir Fetret Devri söz konusu. Moskova’da, Rusya’nın dış politikada attığı adımların başarısız olması halinde kimin suçlanacağı, kimin öne çıkacağı ya da kenara itileceği, kimin “günah keçisi” ilan edileceği konusunda bitmeyen bir hesaplaşma sürüyor.

Öyleyse ilk sorumuzu soralım: Tarih boyunca Rusya’da askeri yenilgi, komutanları, liderleri ve iç siyasi yapıyı nasıl etkiledi? Bilindiği üzere Rusya gibi büyük bir gücün yaşadığı askeri başarısızlıklar, doğrudan komuta kademesinin ve başkomutanın güvenilirliğini sarsar. Üstelik bu sadece askerî bir mesele değildir; kamuoyunun güveni, liderin popülaritesi, hepsi bir arada darbe alır. Zaferin getirdiği kahramanlık payesi, bazen sivil liderin koltuğunu tehlikeye atabilir. Zira büyük bir zaferin mimarı olan komutan, halk nezdinde devlet başkanından daha popüler hale gelebilir. Bu nedenle liderler, zaferin meyvelerini tek başlarına toplamak istedikleri gibi, yenilginin faturasını da başkalarına kesmeye çalışırlar.

Tarih bunun örnekleriyle dolu. Stalin’in, İkinci Dünya Savaşı öncesi dönemde kendi komuta kademesine duyduğu güvensizlik sonucu bazı generallerini kurşuna dizmesi bir sır değil. Zafer sonrasında ise gücünü pekiştirmek adına, Georgiy Jukov gibi muzaffer bir mareşali dahi kenara itmekten geri durmadı. Benzer şekilde bugünün Rusya’sında da liderlerin ve generallerin ilişkisi, askeri başarı ve başarısızlık sarmalında şekilleniyor.

Peki bugün durum ne? Modern Rusya’da Devlet Başkanı Vladimir Putin’in kamuoyu desteği, orduya olan güvenden genellikle biraz daha yüksek çıkıyor. Örneğin Levada Merkezi’nin yıllar boyu yaptığı kamuoyu yoklamalarına göre, halkın orduya güveni her zaman yüksek bir seviyede olsa da başkanın popülaritesi genellikle 10 puan kadar daha önde. Bu da gösteriyor ki Rusya’da devlet başkanlığı makamı, halkın gözünde ordunun da üzerinde bir meşruluk katmanına sahip.

Ancak bu tablo statik değil. Bir zafer dalgası geldiğinde hem başkana hem orduya olan güven artıyor. Ama işler tersine döndüğünde, yani savaş kaybedildiğinde veya kötüye gittiğinde, faturanın kime kesileceği sorusu kaçınılmaz hale geliyor.

Suriye örneği, bu noktada oldukça çarpıcı. Rusya’nın Suriye’de son dönemde yaşadığı durum, özellikle Türkiye’nin ve dolaylı olarak ABD ve İsrail’in hamleleri karşısındaki tutum, Rus Genelkurmayı’nın ve Kremlin’in stratejik başarısızlığına işaret ediyor. Bu başarısızlık, bir askeri bozgundan ziyade, “stratejik geri çekilme” veya “sessiz teslimiyet” olarak da görülebilir. İşte tam da bu noktada soruyoruz: Ne oldu da Rusya, tarih boyunca neredeyse hiç yapmadığı bir şeyi, yani ciddi bir çatışmadan neredeyse kurşun sıkmadan geri çekilmeyi tercih etti?

Bu soruyu cevaplayabilmek için önce Rusya’nın Suriye’deki çıkarlarını, hesaplarını ve bu denklemdeki tüm aktörleri anlamak lazım. Rusya, Suriye topraklarında deniz üssü Tartus ve hava üssü Hmeymim üzerinden Doğu Akdeniz’de stratejik bir varlık sürdürmek istiyor. Bu üsler, Rusya’nın Afrika’ya ve Orta Doğu’ya açılan kapısı. Suriye ordusu ile birlikte hareket eden Rus kuvvetleri, aynı zamanda İran’la bir koordinasyon içindeydi. Ancak son hamlelerde görülen o ki ne İran’ın ne de Suriye rejiminin askeri kapasitesi, Rusya’nın beklediği düzeyde direnç gösteremedi. Üstelik İsrail’in Suriye içlerindeki İran destekli unsurlara gerçekleştirdiği hava saldırıları karşısında Rusya’nın “sessiz kalma” politikası da büyük bir itibar kaybına yol açtı.

Öte yandan Türkiye, Suriye’nin kuzeyinde, özellikle İdlib ve çevresinde kendi nüfuz alanını genişletiyor. Rusya ile Türkiye, Suriye’de zaman zaman iş birliği, zaman zamansa güç mücadelesi içinde oldular. Ama gelinen noktada Türklerin sahada elde ettiği avantaj, Rusya’nın prestijini ciddi biçimde zedeliyor. Peki bu denge değişimi ne anlama geliyor? Türkiye’nin hamleleri, Rusya’nın Afrika ve Asya’daki müttefiklerine hangi mesajı veriyor? Sanki şu: Rusya, zora düştüğünde dostlarını yarı yolda bırakabilir. Bu da uluslararası ilişkilerde güvenin sarsılmasına yol açıyor.

Bir diğer çarpıcı nokta ise Rusya’nın Suriye’den çekilirken ya da geri adım atarken “günah keçisi” araması. Komuta kademesindeki generaller hedef tahtasına konuyor. Örneğin Suriye’deki Rus kuvvetlerinin komutanı General Sergey Kisel’in görevden alınması, çok takipçili Telegram kanallarında “başarısız generallerin Suriye kum havuzunda itibar aklama girişimleri” şeklinde küçümseyici ifadelere yol açtı. Ancak kimse sormuyor: Kremlin’in eli kolu bağlıyken, generaller ne yapabilirdi? Bu tür soruların sorulmaması, Rus iç siyasetindeki otosansürün bir yansıması.

Tabii bu durum Rus kamuoyunun orduya duyduğu güveni nasıl etkiliyor? Levada’nın son verilerine göre orduya güven hâlâ yüksek seviyelerde seyrediyor olsa da 2022 yılından beri düşüş eğiliminde. Güven 2022’de patlama yapmış, ancak 2023 ve 2024’te yavaş yavaş gerilemeye başlamış. Bu gerileme, Rusya’nın Ukrayna sahasındaki uzun süreli çatışmalar ve Suriye sahasındaki “görünmez” yenilgi ile bağlantılı olabilir mi? Büyük olasılıkla evet. Ayrıca Rusya içerisinde Devlet Başkanı Putin’in popülerliği yüzde 80’lerde seyrederken ordunun güveni yüzde 70’lerde. Bu fark, toplumun liderden beklentilerinin daha yüksek olduğunu, ancak ordunun sahada beklenenleri tam olarak sunamadığında kolayca eleştirilebildiğini gösteriyor.

Diğer yandan, Yevgeniy Prigojin ve Wagner de bu tartışmanın bir parçası. Haziran 2023’teki kısa süreli kalkışma, Rus kamuoyunda ilginç bir etki yarattı. Halkın önemli bir kısmı, Prigojin’in üst düzey bürokratlara yönelttiği eleştirilerde haklılık payı görmüştü. Ancak aynı halk, darbe teşebbüsü fikrini onaylamadı.

Suriye meselesi, şu an için Rus iç kamuoyunda bir şekilde karartılmış durumda. Kremlin, medyada Suriye’deki başarısızlık veya geri çekilme konusunu tartıştırmıyor. Doğrudan bir sansür uygulanmasa da medyada bu konunun ele alınmaması yönünde güçlü bir baskı var. Bu, halkın olan biteni anlamasını zorlaştırıyor. Peki halk gerçekten bu durumu bilmiyor mu? Yoksa bilip de konuşmamayı mı tercih ediyor? Bu, Rusya’da hükümet ile toplum arasındaki kadim bir soru. Büyük ihtimalle halkın önemli bir kısmı durumu sezse de bu konuda konuşmak istemiyor, zira gündem Ukrayna veya iç ekonomik sorunlar gibi daha yakın konularla meşgul.

Gelelim olayın tarihsel boyutuna. Rusya ve Osmanlı İmparatorluğu, tarih boyunca pek çok kez karşı karşıya geldi. Genellikle Rusya’nın askeri gücü Türkleri zorlamıştı. Şimdi ise “Rusya’nın Suriye topraklarından neredeyse tek kurşun atmadan geri çekilmek zorunda kalması” tarihte pek örneği olmayan bir durum. Özellikle Genelkurmay kademesi, bu durumun farkında ve gelecekteki stratejilerini bu deneyim ışığında şekillendiriyor. Ancak belli ki şu an için bu hesaplaşma erteleniyor, zira Rusya’nın önceliği Ukrayna cephesinde bir zafere ulaşmak. Rusya’nın stratejisinin dayanak noktası bu: Ukrayna cephesindeki mutlak ve kapsamlı bir zafer, Suriye’deki yara izlerini kamuoyu önünde belki biraz olsun hafifletebilir.

Bu gelişmeler Rusya’nın Afrika ve Asya’daki dostları için ne ifade ediyor? Rusya, yıllardır Afrika’da ve başka coğrafyalarda askeri danışmanlık, güvenlik desteği, silah anlaşmaları ve diplomatik koruma gibi hizmetler sunuyor. Peki müttefikleri, Rusya’nın sıkıştığında geri çekileceğini, hatta onları kaderine terk edebileceğini düşünmeye başladığında, Moskova’nın küresel nüfuzu zayıflamaz mı? Kuşkusuz, bu soru Kremlin’i de meşgul ediyor.

Ancak Levada’nın son araştırmalarına baktığımızda, Rusya halkı hala geleceğe dair iyimser. Neredeyse 2/3 oranında Rusya vatandaşı geleceğe güvenle baktığını söylüyor. Özellikle genç nesil, Moskova ahalisi ve ekonomik olarak daha iyi durumda olan kesimler, Putin’in politikalarına onay verenler, gelecek konusunda daha iyimser. Bu iyimserlik, belki de devletin kontrol ettiği medya organlarının yarattığı atmosferden, belki de halkın “millî gururunu” koruma içgüdüsünden kaynaklanıyor. Ya da Rusya halkı, büyük güç siyasetinin bir satranç oyunu olduğunu, bazen bir piyon feda edilse de sonuçta stratejik bir kazanım olacağına inanıyor.

Liderin sarsılmaz konumu, ancak başarılarla beslenir. Başarı olmadığında, gündemde kayıplar, tavizler ve geri çekilmeler olduğunda ise lider etrafındaki hizipler, “Biz daha iyi yapardık,” veya “Biz başından beri uyarmıştık,” diyerek devreye girer. Bu noktada yeni bir soru soralım: Putin’in stratejik vizyonu bu durumdan ne ölçüde etkileniyor? Dışarıdan bakıldığında, Putin 2000’lerin başından beri sistematik bir şekilde Rusya’nın küresel arenadaki rolünü güçlendirme stratejisi güttü. Kırım’ın ilhakı, Suriye müdahalesi, Libya, Orta Afrika Cumhuriyeti, Mali ve diğer Afrika ülkelerinde artan Rus askeri varlığı, bunun parçalarıydı. Ancak Suriye’de yaşananlar, bu stratejinin sınırlarını da gözler önüne seriyor. Ankara, Tel Aviv, Washington gibi güç merkezleri, Rusya’nın esneme paylarını test ediyor. Ve şu an görülen o ki bu testte Rusya, saldırgan değil, savunmacı bir pozisyonda.

Rus medyası bu konuda ne yapıyor? Resmi medya kanalları, Suriye’deki gerilemeyi görmezden gelerek zafer ve başarı anlatısını sürdürmeye çalışıyor. Bu bir tür “hasar kontrolü”. Eğer kamuoyu Suriye’deki durumun ayrıntılarını bilse ve ordunun direnmeden çekildiğini öğrenirse ne olurdu? Halkın orduya güveni daha da düşebilir, belki Putin’e olan destek bir miktar sarsılabilirdi. Bu nedenle Kremlin, konuyu tamamen kapatmasa da gündeme getirmeme, tartıştırmama yolunu seçiyor. Rus analistlerin bir kısmı ise bu durumu, Arap müttefiklerinin yetersizliği veya “Arapların Ruslar kadar dirençli olmadığı” gibi ırkçı söylemlerle açıklamaya çalışıyor. Bu tür açıklamalar, esasen başarısızlığın gerçek nedenlerine bakmaktan kaçınmanın yollarından biri.

Bu durumun uzun vadeli sonuçları ne olabilir? Eğer Rusya gerçekten de Suriye’deki üslerini terk etmeye zorlanırsa – ki bu şu anda müzakere konusu gibi görünüyor – Doğu Akdeniz’deki stratejik mevzilerini kaybedecek. Bu da Rus Donanması’nın Afrika’ya ve Orta Doğu’ya erişimini zorlaştıracak, Akdeniz’deki varlığını sınırlayacak. Böyle bir durumda Rusya, diplomasiyi devreye sokarak “gitmiyoruz ama kalmak için de savaşa girmiyoruz,” gibi bir pozisyon almaya çalışacak. Müzakereler yoluyla Tartus ve Hmeymim üslerini korumaya çabalayacak. Bu amaçla sahadaki yeni güç odaklarıyla anlaşmalar yapmaya yönelecek. Ne kadar başarılı olacaklarını ise zaman gösterecek.

Vzglyad gibi yarı resmi yayın organları, Rusya’nın bu geri çekilme planlarının çok önceden yapıldığını iddia ediyor. Yani Rusya, İdlib merkezli militanların harekete geçmesinden, Amerikan ve İsrail baskılarının artmasından, Türkiye’nin genişlemesinden önce bile “stratejik bir esneme planı” tasarlamış olabilir. Bu, bir nevi “Biz aslında çekilmiyoruz yeniden konuşlanıyoruz,” söylemini destekleyen bir propaganda olabilir. Fakat gerçekten böyle bir plan var mıydı, yoksa bu bir başarısızlığı başarı gibi sunma çabası mı? Bu sorunun kesin cevabını bilmek zor. Fakat şu net: Rusya, uzun ve zorlu bir diplomasi sürecine girecek. Sahada kaybedilen nüfuzu, masada geri kazanma gayretine girecek. Diplomatlar ve istihbaratçılar devreye girecek, Rusya kendisini bölgede hâlâ vazgeçilmez bir güç olarak konumlandırmaya çalışacak.

Peki Rus Genelkurmayı bu süreçte nasıl bir rol oynayacak? Ordu, şu anda Ukrayna cephesine odaklanmış durumda. Orada elde edilecek bir başarı, Suriye’deki yenilgilerin gölgesini azaltabilir. Rusya’nın iç siyasetinde de ordu, gücünü korumak ve ileride daha fazla söz hakkı elde etmek için sabırlı davranıyor. Komutanlar ve generaller, Kremlin’e “Biz uyardık,” veya “Sahadaki koşullar buydu,” diyerek kendilerini savunurken, Putin de suçun tamamen orduda olmadığını biliyor. Ancak bu dengeyi korumak kolay değil.

Ve Suriye’deki gibi çekilmek, askeri geleneğin üzerine gölge düşürebilir. Kremlin, bu gölgeyi dağıtmak için Ukrayna’da beklenen zaferi, Afrika’da genişleyen nüfuz alanını, Çin ve Kuzey Kore ile geliştirilen stratejik ortaklıkları kullanacaktır. Bunlar birer denge unsuru ve kamuoyuna “bakın başka alanlarda güçlüyüz,” mesajının verilmesi için ideal fırsatlar.

Sonuç olarak önümüzde karmaşık bir tablo var. Rusya’nın Suriye’deki adımı, bir savaş alanı kaybından ziyade jeopolitik bir prestij kaybı. Bu kayıp, Kremlin ve Genelkurmay arasındaki güç dengesini, orduya ve başkana duyulan güveni, uluslararası ittifakları ve Rusya’nın büyük stratejisini etkiliyor. Ancak Rusya halkı nezdinde görüldüğü kadarıyla şuursuz bir iyimserlik var. Bu umut belki de iç siyasetteki istikrarın, “millî gururun” veya kontrol altındaki medyanın yarattığı yanılsamaların bir ürünü. Yine de Putin ve ekibi için en büyük sınav, önümüzdeki dönemde Ukrayna’da ve diğer coğrafyalarda elde edecekleri somut kazanımlar olacak.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Suriye’de kim kazandı?

Yayınlanma

Yazar

Biraz pişmiş aşa su katmak biraz da şeytanın avukatlığı ama görünen o ki, Suriye’deki son olaylar ve ortaya çıkan yeni durum pek de bizim lehimize gelişiyor gibi değil. Aslında yeni şartların yani Suriye’nin devlet olmaktan çıkması sonucu doğurması kuvvetle muhtemel kargaşadan en fazla kimin kazançlı çıktığını geçtiğimiz pazar akşamı (8 aralık) Netanyahu bütün dünyaya ilan etti.

Suriye-İsrail sınırına giden İsrail başbakanı Esat’ın ülkeyi terk etmesini ve Baas rejiminin çökmesini İsrail açısından büyük zafer olarak ilan etti. Bunda kendilerinin Suriye’yi sürekli bombalayarak vurdukları darbelerin önemli bir rol oynadığının altını çizdi. Amerika derseniz aynı şekilde bayram havasında… Önceki yıllarda cihatçı terör örgütü lideri olarak tanımladıkları Colani çoktan ‘muhalif’ lidere dönüşmüş durumda ve ABD medyası tarafından parlatılıyor. Halep’ten aşağıya Suriye şehirlerini (Hama, Humus ve Şam) sırasıyla kendi kontrolleri altına alan ‘muhalifler’ ise ‘temiz yüzlü gençler’ olarak pazarlanıyorlar. Colani ve ekibi bütün Suriye halkına ılımlı mesajlar veriyor ama bu sürecin ne kadar devam edeceği meçhul.

İSRAİL İÇİN İYİ OLAN BİR ŞEY BİZİM İÇİN DE İYİ OLAMAZ MI?

İsrail için iyi olan bir şey bizim için kötü veya bizim için iyi olan bir şeyin İsrail için kötü olması şart değil. Sonuçta İsrail bizim ideolojik rakibimiz veya düşmanımız değil; Amerika da aynı şekilde…. Fakat İsrail ve Amerika’nın öncelikleri açısından baktığımızda onların yapmak istedikleri bizim hak ve menfaatlerimizle örtüşmüyorsa veya bizim hak ve menfaatlerimiz açısından tam anlamıyla ‘tehlikeli’ unsurlar içeriyorsa o zaman sorun var demektir.

Nitekim Netanyahu’nun Suriye sınırında yaptığı açıklamaların ardından İsrail Hava Kuvvetleri Şam başta olmak üzere pek çok şehirdeki hava savunma sistemlerini, askeri tesisleri vururken aynı zamanda hükümet binalarını, tapu dairelerini de bombalıyor. Limanlar, deniz kuvvetleri tesisleri vs. hepsi yerle bir. Bu hava operasyonlarının devam edeceğine hiç şüphe yok. Öte yandan İsrail kara birlikleri Suriye sınırını geçerek yaklaşık 14-20 kilometre içeriye girmiş bulunuyorlar. Bunun devam etmesi de oldukça muhtemel. Bu arada Tel Aviv 1973 Arap-İsrail savaşının ardından 1974 yılında İsrail ile Suriye arasında oluşturulan ateşkes hattının da Suriye birlikleri o bölgeden çekildiği için sona erdiğini duyurdu. Yani özellikle Durzilerin yaşadığı o coğrafyada kalıcı bir şeyler planlamakta olduğunu şüphe kalmadı.

İsrail’in o bölgede ne yaptığı veya yapacağı da meçhul değil. Yıllardır İsrailli liderler ve siyasi elit tarafından dile getirilen Suriye’yi dört parçaya bölme (Durzi devleti, Sünniistan, Alevi devleti ve Kürt devleti) projesi hayata geçirilme aşamasına gelmiş durumda.

Bu parçalı yapının Türkiye’nin ulusal çıkarlarına hizmet eder bir tarafı olmayacağı açık; ama esas sorun bu yapının Kürt devleti olarak Fırat’ın doğusundaki geniş ve verimli topraklarda kurulacak Teröristan’ın nasıl önleneceği ile ilgili. Daha şimdiden Amerika’da sesini yükselten İsrail lobisinin önemli isimleri (Lindsay Graham ve vd.) Türkiye’nin Fırat’ın doğusundaki bu yapıya dokunmasına izin verilmemesi gerektiğini hatta buna kalkışırsa yaptırım uygulanmasını konuşmaya başladılar bile.

İsrail ise PKK/PYD kontrolündeki bu örgütlenmenin denize açılma sorununu çözmek için Tanf’den Suriye’nin Durzi bölgesine giden bölgeyi kendi kontrolüne alıyor. Hatta almış durumda… Böylece 2014-15 yıllarında denenen ve Türkiye’nin silahla karşılık vermesi yüzünden gerçekleştirilemeyen ‘koridor’ – ki, buna Türk yetkililer doğru bir şekilde terör koridoru adını vermişlerdi – şimdilerde güneyden dolaştırılarak İsrail üzerinden Akdeniz’e açılmış olacak. Türkiye’nin bu bölgeye harekat yapma girişimi her defasında hem Amerika-İsrail hem de Suriye içinden merkezi hükümeti kontrol eden HTŞ ve bileşenleri tarafından engellenmeye çalışılacaktır. Gerekçe olarak da İran’ın bu bölgeden uzak tutulması gibi şeyler söylenecek ki, bunlar Türkiye’deki siyasal/selefi İslamcı grupların da kulağına hoş gelecektir. Böyle bir Kürdistan yapısı ise daha sonra Türkiye’den de kopartılacak büyükçe bir parça ile birlikte oluşturulacak Büyük Kürdistan’ın temel taşları görevini görecektir.

ANAYASA VE GEÇİŞ DÖNEMİ

Suriye’de bölünmeden önceki senaryo yeni bir anayasa ile başlayacaktır. Şu anda milli-üniter yapıdaki Suriye anayasasının değiştirilmesi, içinde otonom ve/veya federe üniteler barındıran yeni bir anayasal yapıya gidiş anlamına gelir. Yıllardır Türkiye’nin Suriye hükümetine tavsiye ettiği ve benim sürekli olarak eleştirdiğim böyle bir gidişatın şimdilerde önünün açıldığına hiç şüphe yok. Böyle bir anayasanın uygulamaya girmesiyle aslında bölünmenin alt yapısı hazırlanmış olur; çünkü yukarıda belirtilen dört devlet (Sünnistan, Alevi Devleti, Durzi devleti ve PKK/PYD bölgesi) kendi iç yönetimleri ve güvenlik kuvvetleri (ordu, polis ve hatta yargı) de bulunan otonom veya federe bölgeler haline gelip anayasaya dahil edilirler. Hristiyanlara böyle bir bölge verilip verilmeyeceğini söylemek şimdilik erken görünüyor.

Öte yandan böyle bir anayasa yapım süreci ve geçiş dönemi yeni çatışmaları da beraberinde getirebilir. Örneğin Irak’ta ciddi sayıda Amerikan, İngiltere ve başka Avrupalı ülkelerden birlikler doğrudan alanda görev yaparken bu tür çatışmalar başlamıştı. Baas mensupları – gerek güvenlik kuvvetleri gerekse Baas bürokrasisi – yeni anayasa sürecinden dışlanınca Baas Sünnilerin temsilcisi gibi muhalefete ve hatta silahlı direnişe başlamış; ardından El Kaide unsurlarının Irak’a gelmesi orada kendileriyle uyumlu gruplar ve insanlarla birleşmesiyle başlayan eylemler yüz binlerce Iraklının hayatına mal olmuştu.

Benzeri gerilimlerin Suriye’de de yaşanmayacağının garantisi yok. Suriye’de halen en örgütlü yapının Baas olduğunu düşünecek olursak bunların yeni sisteme entegre edilip edilmeyeceği önemli sonuçlar doğuracaktır. Amerika Irak’ı önce işgal etmişti ve bu istila için BM’den herhangi bir onay çıkmamıştı; ancak tek taraflı ve gayri meşru bu işgalin ardından Amerika BM Güvenlik Konseyi’nden işgalci ülke statüsü almıştı. İşgalci ülke olarak kuvvet bulundurmak hakkı ve asayişi sağlamak yükümlülüğü vardı. Anayasa ise büyük ölçüde Amerika tarafından hazırlanarak Irak halkına empoze edilmişti; ancak bütün bunlara rağmen ciddi karışıklıklar çıkması engellenememişti. Suriye’de Amerikan birlikleri kadar büyükçe bir güç yok/olmayacak. Birbirlerine şüpheyle hatta düşmanca bakan grupların sayısı Irak’taki Kürtler ve Araplar ile Araplar arasında da Sünniler ve Şiiler ayrımlarından çok daha fazla. Dolayısıyla Türk yetkililerin bütün Suriyeliler için demokratik, huzurlu ve mutlu bir Suriye beklentisi Akdeniz’in sularına yazılan bir yazıya benziyor.

NELER YAPILABİLİR? SORULAR, SORULAR…

Türkiye Esat ile anlaşmak suretiyle ulusal çıkarlarını çok daha kolaylıkla koruyabilir ve Türkiye-Suriye sınırlarında güvenlik sorunları olmayabilirdi. Aynı zamanda ülkedeki Suriyeli sığınmacıların gönderilmesi ve Suriye ile birlikte PKK/PYD ve Cihatçı terör örgütlerine karşı ortak mücadele edilebilirdi. Ancak bu ihtimaller şimdi artık tarih oldu. Ayrıca öyle bir uzlaşma ile Suriye’deki mevcut durum sürdürülerek PKK/PYD üzerinde psikolojik baskı kurulabilir ve görevi devraldığında Trump’ın bu ülkeden çekilmesi daha kolay hale getirilebilirdi.

Yeni dönemde Türkiye’nin önceliği PKK/PYD’nin devletleşmesini önlemek olmalıdır; fakat hem İsrail’i en sert biçimde eleştirerek Amerika’daki İsrail lobisinin tamamen Türkiye karşıtı haline gelmesine sebep olup öte yandan da Amerika nezdinde girişimlerde bulunmak nasıl sağlanacaktır? Yıllardır yeni bir Suriye anayasası isteyip şimdilerde bu anayasada PKK/PYD’nin otonom bir ünite olarak yer alması nasıl önlenir? Eğer bunlar önlenemezse -ki, çok zor – o zaman sınırlarımızda iki Teröristan görmemiz hiç de ihtimal dışı değil.

Birisi HTŞ ve bileşenlerinin kontrolünde ve ipleri tamamen Amerika ve özellikle İsrail’in elinde olanı diğeri ise PKK/PYD. Diğer sorun ise aslında Suriye’den çekileceğini söyleyen Trump’ın görevi devraldığında şartların çekilmeyi ciddiyetle değerlendiremeyeceği kadar karmaşık hale gelmiş olması ki, mevcut durumun o tarafa evrilmesi hiç de azımsanacak bir ihtimal değil. Televizyonlardaki çubuklu veya Vileda saplı uzmanlar veya sokaklarda ‘Halep’i düşürdük’ naralarıyla tempo tutanlar bu soruların cevaplarını pek tabii ki bilemezler; ama inşallah yetkililer nelerle karşı karşıya olduğumuzu düşünmüşlerdir.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Esad rejimi neden sadece 12 günde çöktü?

Yayınlanma

Yazar

8 Aralık’ta, Suriye muhalefet koalisyonu ve “Suriye Milli Ordusu” Şam’ı ele geçirip kontrol altına aldıklarını açıkladı. Aynı gün, Rusya’da sürgünde olan Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad istifa ettiğini ve eski hükümetin barışçıl bir şekilde muhalif güçlere teslim olmasını emrettiğini duyurdu. 10 yıllık iç savaşın zorluklarına dayanmış olan Esad rejiminin yalnızca 12 gün süren bir saldırıyla yıkılacağı kimsenin aklına gelmezdi. Rejim, hayal bile edilemeyecek bir hızla çöktü ve Esad ailesinin Suriye üzerindeki yarım yüzyıllık hâkimiyetine son verdi.

Kasım ayı sonunda patlak veren “Suriye Savaşı 2.0″ın gelişimine baktığımızda, Esad rejiminin yalnızca muhalifler tarafından değil, aynı zamanda İsrail ve Türkiye tarafından mağlup edildiği, Rusya ve İran gibi uzun süre destek veren ülkeler tarafından terk edildiği görülebilir. Ancak nihayetinde Esad rejimi kendi yetersizliği yüzünden yenildi. Özetle, karmaşık ve çok yönlü faktörler Esad rejiminin tarihi bir çöküşe sürüklenmesine neden oldu.

27 Kasım’da, İdlib eyaletinde üslenen muhalif gruplar ani bir saldırı başlattı. Sadece iki gün içinde hükümet güçlerinin savunma hatlarını kırdılar, Halep vilayetine girdiler ve vilayet başkenti Halep’i ele geçirdiler. Sekiz yıl boyunca Şam’ın kontrolünde olan bu kuzeydeki büyük şehir tekrar el değiştirdi. Bir hafta sonra, isyancılar saldırılarını güneye doğru genişletti, birbiri ardına Hama ve Humus’u kolaylıkla ele geçirerek sonunda başkent Şam’ı da aldılar.

Suriye ordusu, 12 gün içinde rejimi savunmaya yönelik hiçbir büyük çaplı veya organize direniş sergileyemedi. Rusya ve İran, oldukça zayıf olan isyancı ittifakını püskürtmek için kayda değer hiçbir destek sağlamadı. Lübnan Hizbullahı, Şam’ın düşmek üzere olduğu sırada sadece 2.000 silahlı kişiyi destek için gönderdi ancak bu güçler kısa sürede geri çekilmek zorunda kaldı. Irak Halk Seferberlik Güçleri ise yardım etmeyeceklerini açıkça belirtti. Kısacası, “Suriye Savaşı 1.0” sırasında Esad rejimini savunmak için her tarafın seferber olduğu durum tamamen ortadan kalkmıştı. “Direniş Ekseni” veya “Şii Hilali,” Doğu Akdeniz’in batı kanadında tamamen çökmüş ve Rusya ile İran, bu bölgedeki stratejik varlıklarını kaybetmişti.

Ülke ve rejimin bir kez daha kaderinin dönüm noktasında olduğu bu süreçte, Halep’ten Hama’ya, Hama’dan Humus’a, oradan da Şam’a kadar, Suriye ordusunun hayatî bir direnişi veya etkili bir savunması görülmedi. Halkın silahlanarak isyancıların ilerleyişini durdurduğu da gözlenmedi. Aksine, askeri moralin dağılması ve halkın desteğini tamamen kaybetmesi, rejimin kendi iç dinamikleriyle çöktüğünü gösterdi. Bu durum, dört yıl önceki rejim savunma savaşlarından tamamen farklı bir manzara sergiliyordu. Üstelik karşılarındaki düşmanlar ne aşılmaz bir güce sahipti ne de uluslararası meşruiyet kazanmıştı.

Muhalif güçlerin çekirdeğini oluşturan koalisyonda, Türkiye destekli “Suriye Milli Ordusu,” Suriye’nin kuzeybatısındaki Afrin’de üslenmiş ve operasyonlara katılmıştı. Koalisyonun ana gücü ise Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ) idi. Bu örgüt, El Kaide’nin Suriye kolu olan ve daha sonra bağımsız bir oluşuma dönüşen “El Nusra Cephesi”nden doğmuştu. Örgütün terör geçmişi ve mevcut faaliyetleri nedeniyle, Birleşmiş Milletler, ABD ve Türkiye tarafından terör örgütü olarak tanımlanmıştı. Diğer yandan “Suriye Milli Ordusu,” Türkiye tarafından desteklenen bir vekil güçtü. Bu güç, Afrin bölgesindeki Kürt ayrılıkçı grupları bastırmayı, bu grupların Suriye’nin kuzeydoğusundaki Kürt kuvvetleriyle birleşmesini önlemeyi ve Türkiye’nin kuzey Suriye’de oluşturduğu “güvenli bölge”yi sağlamlaştırmayı amaçlıyordu. Ayrıca Türkiye sınırını geçen Kürt ağlarını keserek Türkiye’deki Kürt isyanlarını ve ayrılık hareketlerini bastırıyordu.

Suriye hükümet güçlerinin, kuzeybatıdan gelen isyancılar karşısında bu kadar kolay bir şekilde çökmesi şaşırtıcıydı. Ancak bölgenin jeopolitik dengelerini dikkatlice incelediğimizde, bu olayın kaçınılmaz olduğu anlaşılabilir.

İlk olarak, çeşitli muhalif gruplar, uzun bir süre sessiz kalarak kendilerini toparladı ve savaş yeteneklerini önemli ölçüde geliştirdi. Rusya ve Türkiye’nin arabuluculuğuyla Mart 2020’de sağlanan ateşkesten sonra, Suriye’nin kuzeybatısında üslenmiş olan muhalifler dört yıl boyunca pusuya yattı ve tekrar ayağa kalkmak için doğru anı bekledi. Hükümet güçlerinin zayıfladığını veya savunma hatlarının gevşediğini fark eder etmez, ateşkesi bozarak kendi kontrol alanlarını genişletmeleri, savaş yoluyla kaynak elde etmeleri ve güçlerini artırmaları kaçınılmazdı.

İkincisi, dört yıl süren ateşkes, Suriye hükümetinin kuzeybatıdan gelebilecek tehditlere olan stratejik önemini göz ardı etmesine neden oldu. Özellikle Halep gibi en büyük şehir ve stratejik giriş kapısının yeterince savunulmadığı anlaşıldı. Suriye rejimini destekleyen Rusya’nın bölgedeki askeri varlığı ve İranlı danışmanlar, isyancıların toparlanıp karşı saldırıya hazırlandığına dair istihbarat toplamada, tehdit değerlendirmelerinde ve savaş hazırlıklarında ciddi stratejik hatalar yaptı. Çatışmalar başladıktan sonra, Rusya, Suriye’deki askeri komutanı Sergei Kisel’i görevden alarak yerine Alexander Chaiko’yu atadı. Bu, yapılan hatalardan dolayı bir hesap verme hamlesiydi.

Üçüncüsü, bir yılı aşkın süredir devam eden “Altıncı Ortadoğu Savaşı,” bölgedeki karmaşık jeopolitik ilişkileri daha da karmaşıklaştırdı. Özellikle İsrail, “İkinci Lübnan Savaşı” sırasında Hizbullah’ı ağır bir şekilde zayıflatmış ve Suriye’deki İran askeri varlığını daha da azaltmıştı. Bu durum, isyancı grupların kuzeybatıdan yeniden güçlenip ilerlemesi için uygun bir fırsat yarattı. Rus Gazeta’ya göre, Halep’in savunması esasen Suriye Cumhuriyet Muhafızları’nın 32. Tugayı, yerel milisler ve İran Devrim Muhafızları tarafından sağlanıyordu. Ancak bu güçlerin önemli bir kısmı, Suriye çöllerindeki “İslam Devleti”nin yeniden aktifleşen hücrelerini bastırmak için bölgeden çekilmişti. Bu durum, kuzeybatı savunmasını tamamen zayıflatmıştı. Ayrıca İsrail’in Halep’in banliyölerine yönelik sık sık düzenlediği hava saldırıları, kalan savunma güçlerini darmadağın etmiş ve savunma hatlarını daha da kırılgan hale getirmişti.

Dördüncüsü, İsrail, Lübnan ile ateşkes yapmadan hemen önce, Suriye-Lübnan sınırındaki önemli kara geçişlerini bombalayarak, Hizbullah’ın Suriye üzerinden İran ile kara bağlantılarını kesti. Bu durum, “Şii Hilali” ve “Direniş Ekseni”nin batı kanadını yok etmekle kalmadı, aynı zamanda Suriye isyancı gruplarını cesaretlendirerek zayıflıkları fırsata çevirmelerine olanak sağladı.

Beşincisi, daha geniş bir stratejik bağlamda, Ukrayna’daki savaşın uzaması ve Rusya ile NATO arasındaki gerilimin savaşın eşiğine gelmesi, Moskova’nın Suriye gibi nispeten daha az önemli bir alanda dikkatini dağıttı. Aynı şekilde, İran da bir yılı aşkın süredir İsrail’le karşı karşıya gelmiş ve “direniş ekseni”ni sürdürmek için “yedi cephede” mücadele etmekteydi. Bu nedenle Suriye’ye odaklanmakta ve isyancı grupların yeniden harekete geçme riskini öngörmekte başarısız oldu.

Altıncı olarak, “Astana Süreci” ülkeleri (Rusya, İran ve Türkiye) yaptıkları müzakereler sonucunda Esad rejimini terk ederek “Esad sonrası Suriye” için bir çıkar değişimi yapma kararı aldılar. Bu çatışma patlak verdikten sonra, Rusya ve İran, Esad rejiminin yeniden çöküşün eşiğine gelmesine rağmen yardım eli uzatmadılar. Bunun yerine eski müttefiklerini terk ederek, Türkiye ile “Astana Süreci”ni yeniden canlandırdılar ve Esad rejiminin tabutuna son çiviyi çaktılar.

Düşmanlıkların yeniden başlamasının ardından, Suriye, Rusya ve İran, isyancıların karşı saldırısını İsrail ve ABD’nin organize ettiği suçlamasında bulundular. Suriye iç savaşına derinden müdahil olan Türkiye, birkaç gün sessiz kaldıktan sonra Esad rejiminin devrilmesini desteklediğini resmen açıkladı. Aslında, “Suriye Savaşı 2.0″ın hızlı ilerleyişi ve isyancıları destekleyen farklı aktörlerin rolleri, karmaşık bir çıkarlar ve hesaplamalar ağına işaret ediyor.

Birincisi, ABD isyancıların arkasındaki kışkırtıcı veya itici güç değildi. Çatışmanın başından itibaren ABD, saldırılarla hiçbir ilgisinin olmadığını vurguladı ve kamuoyu önünde Türkiye’ye baskı yaptı. İsrail’in Jerusalem Post gazetesine göre, ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken, Türkiye Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ı arayarak, “Suriye Milli Ordusu”nun saldırılarını sınırlamasını ve Suriye’deki istikrarı sağlamasını istedi. ABD, Rusya’ya yakın duran ve İran’la “Direniş Ekseni”nin bir parçası olan Esad rejiminden hoşlanmasa da, Suriye’nin yeni bir kaosa sürüklenmesini istemiyor. Böyle bir durum, radikal ve terörist güçlerin yeniden büyümesine olanak tanıyabilir ve ABD’yi Ortadoğu’da başka bir terörle mücadele savaşına zorlayabilir. 2 Aralık’ta AFP, ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsünün, ABD’nin hiçbir koşulda HTŞ gibi bir terör örgütünü desteklemeyeceğini söylediğini aktardı. Reuters, ABD’nin Suriye’deki durumu istikrara kavuşturmak için taraflara çağrıda bulunduğunu ve aynı zamanda Suriye ile İran arasındaki ilişkileri zayıflatmak amacıyla Suriye’ye uygulanan yaptırımları kaldırmayı düşündüğünü bildirdi.

İkincisi, Türkiye, isyancıların büyük çaplı saldırılarında ana itici güçlerden biriydi. Türkiye’nin desteği veya sessiz onayı olmadan, “Suriye Milli Ordusu”nun “Suriye’nin Kurtuluşu” koalisyonu gibi güçlerle koordinasyon sağlaması mümkün olmazdı. Türkiye uzun zamandır, Suriye hükümetinin muhalefetle diyalog kurması ve kapsayıcı bir hükümet oluşturması gerektiğini savunuyor ve aynı zamanda Şam ile ilişkilerin normalleşmesi için diyalog çağrısında bulunuyordu. Ancak Suriye hükümeti, kuzeybatıdaki silahlı grupların tamamını terör örgütü olarak sınıflandırıyor ve Türkiye’nin Suriye’nin kuzey topraklarını işgal etmeye devam ettiği gerekçesiyle diyalogu reddediyordu. Analistler, Türkiye’nin bu yeni çatışma dalgasını, Şam hükümetine boyun eğdirme veya hatta devirmeye yönelik bir fırsat olarak gördüğünü ve böylece Esad sonrası dönemde daha fazla söz sahibi olmak ve yeni Ortadoğu jeopolitik haritasını şekillendirmek istediğini belirtiyor.

Üçüncüsü, İsrail, “Direniş Ekseni”ni zayıflatmada ve çatışmaları tırmandırmada önemli bir rol oynadı. “Suriye Savaşı 1.0” sırasında, aşırılıkçı ve terörist örgütler, Suriye ve İsrail arasındaki düşmanlığı ve Suriye ordusunun İsrail ateşkes hattı yakınında ağır silah kullanmama eğilimini kendi lehlerine kullanmışlardı. Analistler, bu çatışmada isyancıların ağır silahlar, insansız hava araçları ve gelişmiş elektronik harp tekniklerini kullanmasının İsrail’in istihbarat teşkilatlarının müdahalesini gösterdiğini düşünüyor. Her iki tarafın da ortak bir düşmanı vardı: Suriye hükümeti ve onun müttefiki olan “Direniş Cephesi.” İsrail, saldırılarla resmi bir ilgisinin olduğunu reddetse de, iki taraf arasındaki örtük bir anlayış açıkça görülüyor. Suriye’deki çatışmaların yeniden başlaması, İsrail’in “Direniş Ekseni”nin dikkatini ve kaynaklarını başka yönlere dağıtmasına olanak tanıyarak İsrail’e kuzeydoğu ve İran’dan gelen baskıları azaltma imkânı tanıdı. 8 Aralık’ta İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu, Esad rejiminin çöküşünü “İsrail’in İran ve Hizbullah’a karşı yürüttüğü operasyonların doğrudan bir sonucu” olarak nitelendirdi ve “Bu durum, tüm Ortadoğu’da bir zincirleme reaksiyon başlattı” dedi.

Dördüncüsü, Ukrayna da bu çatışmaya müdahil olmakla suçlandı. 3 Aralık’ta Rusya’nın Birleşmiş Milletler Daimi Temsilcisi, Ukrayna istihbarat teşkilatlarını Suriye isyancılarına silah sağlamak, eğitim vermek ve Suriye’deki Rus hedeflerine yönelik operasyonlar düzenlemekle suçladı. 4 Aralık’ta Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Maria Zaharova, Ukrayna hükümetinin doğrudan Suriye isyancılarının saldırısına müdahil olduğunu öne sürdü. Ukrayna bu suçlamalara karşı sessiz kaldı ve üçüncü taraflarca Ukrayna istihbaratının bu çatışmaya müdahil olduğuna dair hiçbir kanıt sunulmadı. Ancak teorik olarak, Rusya’yı Ortadoğu’da ikinci bir cephe açmaya zorlamak, Ukrayna’nın doğudaki askeri baskısını hafifletebilirdi.

“Şii Hilali” ve “Direniş Ekseni”nin kilit bir devleti olan Suriye’deki çatışmanın evrimi, büyük sonuçlar doğurabilir. Daha önce Şam hükümetine yardım için asker gönderen Hizbullah ve Irak Halk Seferberlik Güçleri, bu kez sınır ötesine asker göndermeyeceklerini açıkladılar. İran, Suriye hükümetinin talep etmesi halinde asker göndermeye hazır olduğunu defalarca ifade etse de, somut bir adım atılmadı. Rusya da Suriye hükümetine desteğini sürdüreceğini açıkladı. Ancak, mevcut güçlerini ve ekipmanını isyancı saldırılarını püskürtmek için kullanmak dışında, Doğu Akdeniz’de füze tatbikatları düzenleyerek caydırıcılık sağlamak dışında, Rusya’nın “Suriye Savaşı 1.0” sırasında olduğu gibi büyük çaplı bir askeri müdahale yapacak ne isteği ne de kapasitesi kaldı.

Esad rejiminin çöküşü, Suriye halkı için bir zafer değil, daha çok hükümetin beceriksizliğinin ve dış müdahalenin birleşik bir sonucudur. Şam’da rejim değişikliği, Suriye’de uzun vadeli barış ve istikrarın başlangıcı anlamına gelmeyebilir; aksine, yeni bir güç mücadelesinin başlangıcı olabilir. Suriye’nin batısı, merkezi ve güneyi artık HTŞ ve “Suriye Milli Ordusu”nun kontrolü altında; kuzeyi Türkiye’nin “güvenli bölgesi” tarafından yönetiliyor; doğu ve kuzeydoğu ABD destekli Kürt güçlerinin elinde; güneybatıdaki Golan Tepeleri ise uzun süredir İsrail işgali altında. Geçen hafta boyunca İsrail, Suriye tarafındaki birkaç stratejik noktayı ele geçirerek savunma çevresini daha da genişletti… Bu “parçalanmış” Suriye, dış müdahalelere karşı savunmasız kalmaya ve daha belirsiz bir gelecekle yüzleşmeye devam edecek.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English