Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Lenin İngiliz refah devletinin kurulmasına nasıl yardımcı oldu?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Ekim Devrimi’nin ardından başlayan devrimler döneminin Batı kapitalizminde yarattığı panik halinin, bugün şiddetli bir biçimde saldırıya uğrayan ve büyük oranda yontulan “refah devletini” yarattığı pek çok çevrede kabul gören bir hakikat. Aşağıda tercümesi verilen makalede Hint asıllı Oxford’lu tarihçi Pratinav Anil, Anglo- Marksizmin yarattığı fırtınanın nasıl bugüne kadar gelen İngiliz refah devletinin temellerini attığını anlatıyor.


Bolşevizm modern Britanya’yı nasıl inşa etti?

Lenin hala refah devletimize musallat oluyor

Pratinav Anil

Unherd

15 Ocak 2024

Vladimir Lenin’in, çoğu genellikle —ve haklı olarak— Büyük Adam Teorisini küçümseyen Marksist tarihçileri şaşırtma gibi bir özelliği vardır. Zira o nadir görülen bir şey, tarihsel değişimin bireysel bir kışkırtıcısıdır. Ölümünden yüz yıl sonra, bir zamanlar Volodya Amca’nın heykellerini dikmek için beton döküldüğü gibi evliya nameler ve övgüler basılmaya devam ediyor. Fakat en düşmanca eleştirmenleri bile Kızıl Ekim’e giden baş döndürücü aylarda oynadığı büyük rolü görmezden gelmekte acımasız davranacaktır.

Yine de Lenin’in istemeden, hatta sapkın bir şekilde sorumlu olduğu bir başka başarı daha var: Batı refah devleti. Bunu nadiren fark ediyor olmamız, yaygın bir yanlış algılamadan kaynaklanıyor. Pek çoğumuz ne yazık ki, kalemşorları ve saray tarihçileri tarafından pazarlanan, Clement Attlee ve William Beveridge’i refah devletimizin ortak babaları olarak kutlayan İşçi Partisi kibrini satın alıyoruz. Ancak tarihçi David Edgerton’ın bize hatırlattığı üzere, esasında müteşekkir olmamız gereken, Birinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında David Lloyd George’un liberal-muhafazakâr koalisyonudur. Bu yıllar eğitim, sağlık ve sigorta alanlarında büyük adımların atıldığı yıllardı. Savaş sonrasında İşçi Partisi’nin yapması gereken tek şey bunu herkese yaymaktı. Halihazırda nüfusun yaklaşık yüzde 80’ini kapsayan refah, Beveridge tarafından Britanya’nın geri kalan beşte birine de ulaştırılmıştı.

Daha da önemlisi, dirijizmin bu ilk kıpırdanışlarını tetikleyen şey ne paternalizm ne de savurganlıktı. Aksine kızıl salgındı. Rus Devrimi’nin ardından dünya genelinde bir dizi isyan patlak verdi. Bolşevizm, Viyana’dan Budapeşte’ye, Sofya’dan Kiel’e kadar batıya doğru yayıldı. Bavyera Sovyet Cumhuriyeti, aşırı sağcı Freikorps tarafından ortadan kaldırılmadan önce, Nisan 1919’da kısa süreliğine kuruldu. Britanya da mayalanmadan muaf değildi. Şubat ve Ekim Devrimleri arasında, Leeds Sovyet’i sahiden de bir şeylerin başlangıcı gibi görünüyordu. Bundan bir şey çıkmaması Lloyd George’un duygusal olmayan pragmatizmine bağlıydı. İşçilerin taleplerinin pek çoğu usulüne uygun olarak kabul edildi ve pek çok lider hapse atılsa bile sendika radikalizminin ıstırabı dindirildi.

İki yıl sonra, Lloyd George’un Bolşevik baş belası tersanecileri Glasgow Kent Meclislerini bastığında intikamla geri dönecekti. Geriye dönüp bakıldığında, “Kızıl Clydeside’ın” hiçbir zaman anlamlı bir şekilde “Kızıl Britanya’nın” habercisi olmadığı aşikâr: Clyde Nehri’nin her iki yakasındaki Glasgow sendikalarının radikalizmi hiçbir zaman ülkenin geri kalanına yayılmayacaktı. Yine de o dönemde kızıl tehdit fazlasıyla gerçekti. Lloyd George, daha sonra polis ve ceza infaz memurlarının grevi için “Bu ülke o gün Bolşevizm’e o zamandan beri hiç olmadığı kadar yakındı,” diyecekti. Londra ve Birmingham kurtulmuştu ama Merseyside ayaklanma ve yağma sesleriyle sarsılmıştı. Şiddet ancak ordunun devreye girmesiyle durdurulabildi.

Mütarekeden sonraki “barışın” özünde neye benzediğini tasavvur etmek bizim için zor. Yine de Simon Webb’in 1919: Britain’s Year of Revolutions (1919: Britanya’nın Devrimler Yılı), çöküşün eşiğinde sallanan bir toplumu yeniden inşa ediyor; işçileri tartaklayan askerler, Luton’da sıkıyönetim, Liverpool sokaklarında dolaşan tanklar. İtalyanlar savaştan hemen sonraki iki yıla biennio rosso diyorlar ve Britanya’da da bir kızıl bienalden söz etmek doğru görünüyor. Bir kere İngiliz iç ve dış politikasını, iki savaş arası yönetici sınıfın o tekil nevrozuna atıfta bulunmadan anlamak mümkün değil. Rusya’da Kızılları ezmek için antisemitik Beyazlarla işbirliği yaparken, Westminster ve Whitehall aynı zamanda içeride de asi Bolşileri eziyordu. O zamanlar savaş bakanı olan Churchill, karakteristik bir hödüklükle hükümet çizgisini ortaya koydu: “Bolshie’yi öldür, Hun’u öp.”

Demokrasilerde olması gerektiği gibi, sopayla birlikte havuç da geldi. Evet, işçiler acımasızca bastırılmıştı. Ama boşuna protesto etmemişlerdi. Gladston’un hasis liberalizm günleri geride kalmıştı. Lloyd George’un liberalleri tamamen farklı bir canavardı; sırayla teknokratik, müdahaleci ve hırslıydılar. Hiç kuşkusuz savaş öncesinin, özellikle de 1911’deki sağlık ve sigorta programlarının üzerine inşa ediyor ve savaş zamanı vaatlerini yerine getiriyorlardı ama her şeyden önce sokaklardaki kötü, çılgın ve tehlikeli İngilizlerle barışmaya çalışıyorlardı.

Öncelikle, çok sayıda insana yönetimde daha fazla pay vererek onları barikatlardan oy verme merkezlerine taşıdılar. 1918’de genel erkek oy hakkı, 30 yaşın üzerindeki mülk sahibi kadınların yanı sıra mülk sahibi olmayan erkekleri —yani her beş erkekten ikisini— de oy hakkına kavuşturdu. Aynı yıl, Lancashire sendikacılarının lobisini yaptığı Eğitim Yasası, pamuk patronlarının cahil erkek çocuklarının sırtından geçinmesini engellemek için okuldan ayrılma yaşını 12’den 14’e çıkardı. Ve 1919’da Konut ve Kent Planlama Yasası, İngiliz kent peyzajının hemen tanınan özelliği haline gelen şeyin —konsey sitesi— inşasını harekete geçirdi.

Attlee ve Harold Wilson tarafından bozguna uğratılan, Margaret Thatcher ve David Cameron tarafından hırpalanan refah devleti konusundaki iki savaş arası erken dönem uzlaşısı bugün de varlığını sürdürüyor. Ramsay MacDonald’ın 1924’te “komünist” sendikaları disipline etmesinden, Thatcher’ın 1984’te madencileri engellemesine ve Keir Starmer’ın 2024’te örgütlü emeği reddetmesine kadar hem İşçi Partisi hem de Muhafazakârlar döneminde, hadlerini aşan fikirlere sahip huysuz işçilere hadleri bildirildi. Aynı şekilde, 1945’ten bu yana her iki parti de GSYİH’nin yüzde 40’ı civarında kamu harcamalarına genel bir bağlılık gösterdi. Gıcırdayan, yetersiz finanse edilen “Ulusal Sağlık Hizmetimiz” yine de sadece kutsal fısıltılarla konuşulmaya devam ediyor.

Yöneticilerimiz, refahın neden önemli olduğunun gerçek nedenini defalarca ağzından kaçırdı. Attlee 1950’de Margate’de şunu söylemişti: “Demokratik sosyalizm politikamız totaliter komünizme karşı tek dinamik alternatiftir.” La Manche’deki en sağlam refah devletlerinden ikisinin, komünistlerin güçlü olduğu toplumlarda kurulmuş olması şaşırtıcı mı? Fransa Komünist Partisi 1946’da yaklaşık 800 bin, İtalya Komünist Partisi ise yaklaşık iki milyon üyeye sahipti. Britanya Komünist Partisi’nin hiçbir zaman pek bir özelliği olmadığı doğrudur, fakat savaş sonrası Britanya solunun —İşçi Partisi’nden bağımsız olarak— gücü inkâr edilemez. Edward Heath’i 1974’te deviren de madencilerdi.

İngiliz refah devletinde olduğu gibi, İngiliz entelektüel yaşamında da… Üç kuşak Anglo-Marksisti ateşleyen Rus Devrimi olmasaydı, kâtip cumhuriyetimiz kasvetli bir uyumluluk manzarası olurdu. İki savaş arası yıllar, komünistlerin kültür kurumunun en tepesine kadar yükselebildiği bir dönemdi. Örneğin E.H. Carr, The Times’ın önde gelen yazarlarından ve yayın yönetmeni yardımcılarından biri haline geldi ve buradan kolektivist planlama ve Stalin ile uzlaşı vaazları verdi. Onun 7 bin sayfa ve 14 ciltten oluşan anıtsal Sovyet Rusya Tarihi, devrimci rejimin ilk yıllarının en iyi anlatımı olmayı sürdürüyor.

George Bernard Shaw gibi devlete şüpheyle yaklaşan biri bile Rus manyaklığına kapılmıştı. 1931’e gelindiğinde Britanya Buhran’la sarsılırken, Stalin’e övgüler düzüyordu. Eski inancı olan Fabian tedriciliği 20. yüzyılda işe yaramayacaktı. Fabian Essays in Socialism’e (Sosyalizmde Fabiancı Yazınlar) yazdığı yeni önsözde, MacDonald’ın İşçi Partisi’nin bariz biçimde başarısız olduğunu düşünüyordu. İhtiyaç duyulan şey “hızlı etkinlik” idi, yani Sovyet tarzı. Moskova’ya yaptığı gezi The Rationalisation of Russia’da (Rusya’nın Rasyonelleştirilmesi) övgüyle anlatılıyordu.

Bir bakıma, fildişi kulenin ücra köşeleri de Sovyetlere yenik düşmüştü. G.E.M. de Ste. Croix, klasik çalışmalarda açık ara en çarpıcı gelişmeyi başlattı. Makao’da doğmuş bir imparatorluk çocuğu olan “Croicks”, yirmili yıllarda —daha sonra kendi ifadesiyle— “Hıristiyanlığın deli saçması” olan “tamamen sağcı yetiştirilme tarzına” sırtını döndü. Sovyet seyahat acentesi Intourist ile 1937’de Sovyetler Birliği’nde yaptığı bir gezinti onu Stalinizme karşı eleştirel, ancak Kafkasya köylülerini gözlemlemenin verdiği güçle Marksizm’e bağlı kıldı. Daha sonra, Oxford’daki New College’da, kendi yazılarında klasiklerde sınıfa karşı uyanık kalacak olan bir nesil öğrenciye ders vererek “tam bir Marksist” oldu. The Class Struggle in the Ancient Greek World (Antik Yunan Dünyasında Sınıf Mücadelesi) 1981 yılında basıldı.

Bu tür profiller sınırsızca çoğaltılabilir. İki savaş arası dönemin en zeki beyinlerinin çoğunun solda olduğunu söylemek kafidir. Bu durum, Doğu ve Orta Avrupalı muhafazakarların —Friedrich Hayek, Karl Popper, Lewis Namier, Ernest Gellner— Britanya’ya göç etmesiyle kısa sürede değişecek ve daha dengeli bir entelektüel iş bölümü ortaya çıkacaktı. Fakat bundan önce sol hegemonya rakipsizdi. John Strachey hiç kuşkusuz otuzlu yılların en önemli siyasi yorumcuları arasındaydı. Babası yaklaşık 40 yıl boyunca The Spectator’ın yayın yönetmenliğini yapmıştı ve Strachey’nin en iyi adamı o zamanlar hala solda olan Oswald Mosley’di. Mosley, İngiliz Faşistler Birliği’ni kurduğunda Strachey ona karşı düzenlenen en büyük gösterilerden bazılarına önderlik etmişti.

Marksist Strachey fikir savaşını, komünizmle hiçbir sorunu olmayan Liberal John Maynard Keynes’e karşı kaybetti: “Çamuru balığa tercih eden, kaba proletaryayı, tüm hatalarına rağmen yaşamın kalitesi olan ve kesinlikle tüm insani ilerlemenin tohumlarını taşıyan burjuva ve aydınların üzerinde yücelten bir inancı nasıl benimseyebilirim?” Yine de Keynes, Cambridge’deki müritlerinden biri olan Maurice Dobb’un hödük proletaryanın sopasını eline almasını engellemek için çok az şey yapabildi.

Komünizm, yirmili yıllarda Marksist bir dergi olan The Plebs’in yayın yönetmenliğini yapan Dobb sayesinde Cambridge’de bir köprübaşı kazandı. Lenin’i “bir Cizvit’in tüm samimiyeti ve idealizmiyle kutsanmış haşin bir realist” olarak övdü. Buna karşılık, “Marksist olmayanlar Darwin öncesi biyologlar kadar aptaldı”. Komünist Parti Tarihçiler Grubunun kurulmasına yardım etti ve Cambridge Beşlisi casus çetesinden Kim Philby’yi NKVD’ye yerleştirdi. Daha sonraki öğrencileri arasında Amartya Sen ve kendi Oxbridge atamaları Muhafazakâr Partili dekanlar tarafından engellenen Eric Hobsbawm da vardı.

Dolayısıyla paradoksal bir şekilde, Sovyet komünizmi farkında olmadan İngiliz kapitalizmini güçlendirdi. Anglo-Marksizm’in istenmeyen sonucu, müesses nizamın işçi sınıfı çıkarlarını daha fazla dikkate almasını sağlamak oldu. Aynı şey refah devleti için de geçerliydi. Sınıflar arasında barış muhafaza edildi. Yeniden dağıtım sınıf çatışmasını azalttı. Dahası, eğitimli ve sağlıklı bir işgücü iş dünyası için de iyi oldu. Orta düzeyde artan oranlı vergilendirme, işçileri çalışır durumda tutmak ve barbarları uzak tutma amaçlı ufak bir sigorta primiydi. Bugünlerde, birkaç liberteryen çatlak, Muhafazakâr radikal, Bridesheady (Saltburny?) nostaljisi ve kampüs Marksist’i dışında, neredeyse herkes bu düzenlemenin bilgeliğini onaylamakta birleşmiş durumda. Basit hakikat şu ki, İngilizlerin çoğu politikalarını sıkıcı buluyor.

DÜNYA BASINI

İsrail-Hamas ateşkes anlaşmasının şartları ve gerginlikler

Yayınlanma

LEE KEATH ve SAMY MAGDY /AP

İsrail ve Hamas arasında varılan ateşkes anlaşması mevcut taslağa göre yürürse Gazze’de çatışmalar 42 gün boyunca duracak, onlarca İsrailli rehine ve yüzlerce Filistinli tutuklu serbest bırakılacak. Bu ilk aşamada İsrail askerleri Gazze’nin sınırlarına çekilecek ve yardımlar artarken pek çok Filistinli evlerinden geriye kalanlara dönebilecek.

Asıl soru ateşkesin bu ilk aşamanın ötesine geçip geçemeyeceği.

Bu da birkaç hafta içinde başlaması beklenen müzakerelere bağlı. Bu görüşmelerde İsrail, ve Hamas ile ABD, Mısır ve Katarlı arabulucular, Gazze’nin nasıl yönetileceği gibi zorlu bir konuyu ele almak zorunda kalacaklar.

Bu 42 gün içinde ikinci aşamayı başlatacak bir anlaşma yapılmazsa İsrail, Hamas’ı yok etmek için rehinelerin tamamı kurtarılmadan Gazze’deki saldırılarına devam edebilir.

İki yetkili Hamas’ın ateşkes anlaşmasının taslağını kabul ettiğini doğruladı ancak İsrailli yetkililer ayrıntılar üzerinde hala çalışıldığını, yani bazı şartların değişebileceğini ya da tüm anlaşmanın suya düşebileceğini söylüyor. İşte Associated Press’in yayınladığı ateşkes taslağı ve muhtemel zorluklar:

Rehinelerin tutuklu Filistinlilerle takas edilmesi

İlk aşamada Hamas, İsrail tarafından hapsedilen yüzlerce Filistinlinin serbest bırakılması karşılığında 33 rehineyi serbest bırakacak. Aşamanın sonunda militanların elindeki yaşayan tüm kadın, çocuk ve yaşlıların serbest bırakılması gerekiyor.

Gazze’de sivil ve askerlerden oluşan yaklaşık 100 rehine bulunuyor ve ordu bunların en az üçte birinin öldüğüne inanıyor.

Ateşkesin ilk resmi gününde Hamas üç rehineyi, yedinci günde de dört rehineyi serbest bırakacak. Bundan sonra haftalık açıklamalar yapacak.

İsrail-Hamas ateşkes anlaşmasının taslağı

  1. AŞAMA (42 gün)
  • Hamas, aralarında kadın sivil ve askerler, çocuklar ve 50 yaş üstü sivillerin de bulunduğu 33 rehineyi serbest bırakacak.
  • İsrail her sivil rehine için 30, her kadın asker için 50 Filistinli mahkûmu serbest bırakacak.
  • Çatışmalar duracak, İsrail güçleri nüfusun yoğun olduğu bölgelerden Gazze Şeridi’nin sınırlarına doğru çekilecek.
  • Yerlerinden edilen Filistinliler evlerine dönmeye başlayacak ve Gazze’ye daha fazla yardım girecek.
  1. AŞAMA (42 gün)
  • “Sürdürülebilir sükûnet” ilanı.
  • Hamas, henüz müzakere edilmemiş sayıda Filistinli mahkûm ve İsrail askerlerinin Gazze Şeridi’nden tamamen çekilmesi karşılığında kalan erkek rehineleri (askerler ve siviller) serbest bırakacak.
  1. AŞAMA
  • Ölen İsrailli rehinelerin cesetleri ölen Filistinli savaşçıların cesetleriyle takas edilecek.
  • Gazze’de yeniden yapılanma planının uygulanmasına başlanacak.
  • Gazze’ye giriş ve çıkışlar için sınır kapıları yeniden açılacak.

Hangi rehinelerin ve kaç Filistinlinin serbest bırakılacağı konusu karmaşık. Bu 33 kişi kadınları, çocukları ve 50 yaş üzerindekileri, yani neredeyse tüm sivilleri kapsayacak ancak anlaşma Hamas’ı tüm yaşayan kadın askerleri serbest bırakmaya da zorluyor. Hamas önce yaşayan rehineleri serbest bırakacak, ancak yaşayanlar 33 kişiyi tamamlamazsa, cesetler teslim edilecek. Rehinelerin hepsi Hamas’ın elinde değil, dolayısıyla diğer militan grupların rehineleri teslim etmesi sorun olabilir.

Buna karşılık İsrail serbest bırakılan her sivil rehine için 30 Filistinli kadın, çocuk ya da yaşlıyı serbest bırakacak. Serbest bırakılan her kadın asker için İsrail, 30’u ömür boyu hapis cezasına çarptırılmış 50 Filistinli mahkûmu serbest bırakacak. Hamas tarafından teslim edilen cesetler karşılığında İsrail, savaşın başladığı 7 Ekim 2023 tarihinden bu yana Gazze’de alıkoyduğu tüm kadın ve çocukları serbest bırakacak.

Aralarında askerlerin de bulunduğu onlarca kişi ikinci aşamaya kadar Gazze’de rehin tutulmaya devam edecek.

İsrail’in geri çekilmesi ve Filistinlilerin dönüşü

Taslak anlaşmaya göre, ilk aşamada İsrail askerlerinin, Gazze ile İsrail arasındaki sınır boyunca, yaklaşık bir kilometre genişliğinde bir tampon bölgeye çekilmesi gerekecek.

Bu da yerinden edilmiş Filistinlilerin Gazze şehri ve Gazze’nin kuzeyi dahil evlerine dönmelerine olanak tanıyacak. Gazze nüfusunun büyük bir kısmının devasa, bakımsız çadır kamplara sürülmesiyle birlikte Filistinliler, İsrail’in saldırıları nedeniyle birçoğu yıkılmış ya da ağır hasar görmüş olsa da evlerine geri dönmek için çaresizlik içinde.

Ancak bazı güçlükler var. Geçen yıl yapılan müzakereler sırasında İsrail, Hamas’ın bu bölgelere silah sokmasını engellemek için Filistinlilerin kuzeye doğru hareketlerini kontrol etmesi gerektiğinde ısrar etti.

Savaş boyunca, İsrail ordusu kuzeyi, Gazze’nin geri kalanından ayırarak, Netzarim Koridoru adı verilen ve askerlerin Filistinlileri bölgeden çıkararak üsler kurduğu bir alanı denetledi. Bu, kuzeyden merkeze doğru kaçan insanları aramalarına ve geri dönmeye çalışanları engellemelerine olanak tanıdı.

AP’nin yayınladığı taslakta İsrail’in koridordan çekilmesi öngörülüyor. İlk hafta içinde askerler kuzey-güney arasındaki ana sahil yolundan -Raşid Caddesi- çekilecek ve bu da Filistinlilerin geri dönüşü için bir yol açacak. Ateşkesin 22. gününde ise İsrail askerleri koridorun tamamından çekilmiş olacak.

Yine de salı günü görüşmeler devam ederken İsrailli bir yetkili ordunun Netzarim’de kontrolü elinde tutacağını ve kuzeye dönen Filistinlilerin buradaki denetimlerden geçmek zorunda kalacağını ısrarla vurguladı, ancak ayrıntı vermekten kaçındı.

Bu çelişkilerin giderilmesi gerginliklere yol açabilir.

İlk aşama boyunca İsrail, Refah Sınır Kapısı da Gazze’nin Mısır sınırı boyunca uzanan Philadelphia Koridoru’nun kontrolünü elinde tutacak. Hamas, İsrail’in bu bölgeden çekilmesi yönündeki taleplerini geri çekti.

İnsani yardım

İlk aşamada, Gazze’ye günde yüzlerce kamyon dolusu yiyecek, ilaç, malzeme ve yakıt gibi insani yardım girişinin artırılması planlanıyor. Bu, savaş boyunca İsrail’in izin verdiğinden çok daha fazla.

Aylarca yardım kuruluşları, İsrail’in askeri kısıtlamaları ve çete yağmacılığı nedeniyle Gazze’ye giren kısıtlı yardımları bile dağıtmakta zorlandı. Çatışmaların sona ermesi bu durumu hafifletebilir.

İhtiyaçlar ise çok büyük. Çadırlarda sıkışmış ve yiyecek ile temiz su sıkıntısı çeken Filistinliler arasında yetersiz beslenme ve hastalıklar yaygın. Hastaneler hasar görmüş durumda ve malzeme sıkıntısı çekiyor. Taslak anlaşma, evleri yıkılan on binlerce kişiye barınak yapmak ve elektrik, kanalizasyon, iletişim ve yol sistemleri gibi altyapıyı yeniden inşa etmek için ekipmanların girişine izin verileceğini belirtiyor.

Ancak burada da uygulama sorunları olabilir. Savaş öncesinde bile İsrail, Hamas’ın bu ekipmanları askeri amaçlarla kullanabileceği gerekçesiyle bazı malzemelerin girişini kısıtlıyordu. Başka bir İsrailli yetkili, yardımın dağıtımı ve temizlik çalışmaları üzerinde hâlâ düzenlemelerin yapıldığını, ancak Hamas’ın hiçbir rolünün olmayacağını söyledi.

Durumu daha da karmaşık hale getiren bir diğer konu, İsrail hükümetinin BM’nin Filistinli Mültecilere Yardım ve Çalışma Ajansı’nın (UNRWA) faaliyetlerini yasaklama ve bu ajansla tüm bağları kesme planına hâlâ bağlı olması. UNRWA, Gazze’deki yardımın ana dağıtıcısı ve eğitim, sağlık ve diğer temel hizmetleri sağlayan bir kurum.

İkinci aşama

Tüm bunlar işe yararsa, tarafların ikinci aşamayı da ele alması gerekiyor. Bu konudaki müzakereler ateşkesin 16. gününde başlayacak.

İkinci aşamanın ana hatları taslakta belirtiliyor: İsrail’in Gazze’den tamamen çekilmesi ve “sürdürülebilir sükûnet” karşılığında kalan tüm rehinelerin serbest bırakılması.

Ancak bu basit gibi görünen takas çok daha büyük meseleleri ortaya çıkarıyor.

İsrail, Hamas’ın askeri ve siyasi kabiliyetleri ortadan kaldırılmadan ve Hamas yeniden silahlanmadan, yani Hamas artık Gazze’yi yönetemez hale gelmeden tam bir çekilmeyi kabul etmeyeceğini söyledi. Hamas ise İsrail Gazze’deki tüm askerlerini çekene kadar son rehineleri teslim etmeyeceğini söylüyor.

Dolayısıyla müzakerelerde her iki tarafın da Gazze’yi yönetmek için bir alternatif üzerinde anlaşması gerekecek. Sonuç olarak Hamas’ın kendisinin iktidardan uzaklaştırılmasını kabul etmesi gerekiyor ki Hamas bunu yapmaya hazır olduğunu söyledi ancak İsrail’in şiddetle reddettiği gelecekteki herhangi bir hükümetten rol talep edebilir.

Taslak anlaşmada, ikinci aşama için bir anlaşmanın ilk aşamanın sonunda yapılması gerektiği belirtiliyor.

Eğer bir anlaşmaya varılamazsa ne olur? Bu birçok yönde ilerleyebilir.

Hamas, ikinci aşama üzerinde anlaşma sağlanana kadar ateşkesin devam edeceğine dair yazılı garantiler istemişti. Ancak ABD, Mısır ve Katar’dan sözlü garantilerle yetindi.

İsrail ise hiçbir güvence vermedi. Dolayısıyla İsrail müzakerelerde Hamas’a baskı yapmak için yeni bir askerî harekât tehdidinde bulunabilir ya da Başbakan Binyamin Netanyahu’nun tehdit ettiği gibi askerî harekâta yeniden başlayabilir.

Hamas ve arabulucular ilk aşamadan elde edilen ivmenin bunu yapmasını zorlaştıracağını düşünüyor. Saldırıyı yeniden başlatmak, kalan rehineleri kaybetme riskini artırabilir ve Netanyahu’ya karşı büyük bir öfkeye yol açabilir. Ancak Hamas’ı yok etmeden durmak, Netanyahu’nun kilit siyasi ortaklarını da kızdırabilir.
Üçüncü aşamanın daha az tartışmalı olması muhtemel: Kalan rehinelerin cesetleri, ölen Filistinli savaşçıların cesetleriyle takas edilecek ve uluslararası denetim altında Gazze’de 3 ila 5 yıllık bir yeniden inşa planı uygulanacak.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

FP: Türkiye Suriye’de henüz bir şey kazanmadı

Yayınlanma

Yazar

erdoğan-zafer

Esad’ın gidişini Erdoğan’ın zaferi olarak kutlamak için çok erken.

Steven A. Cook / Foreign Policy

Beşar Esad’ın aralık ortasında düşmesinden bu yana çeşitli dış politika analistleri ve gazeteciler Türkiye’yi Suriye’de “kazanan” ilan etti. Bu, Türk yetkililerin ve destekçilerinin hem beceriksizce hem de rahatsız edici bir şekilde teşvik edilen bir anlatı. Peki bu doğru mu? Hayır. Ya da en azından Türkiye henüz bir şey kazanmadı.

Türkiye’nin Suriye’de avantajlı bir konumda olduğu doğru. Ankara’nın hamisi olduğu Heyet-i Tahrir Şam (HTŞ) ve Suriye Ulusal Ordusu adı verilen milisler topluluğu Esad rejiminin sona ermesinden sorumluydu. Türkiye’nin Suriye’ye yakınlığı ve Türkiye’nin altyapı geliştirme konusundaki bilinen uzmanlığı da Ankara’da iyi bağlantıları olan firmaların yeniden inşa ihalelerini kazanmasına yardımcı olacaktır.

Ancak Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Şam’da kendisini dış güç olarak kabul ettirme konusunda büyük engellerle karşı karşıya.

Türkiye’nin Suriye’yi kazandığı iddiasının büyük bir kısmı, HTŞ ve Suriye Ulusal Ordusu milislerinin Halep’in düşmesine öncülük ederek Esad’ın, ailesinin yarım yüzyıl boyunca hâkim olduğu ülkeden kaçmasına yol açmasına dayanıyor. Ancak işler her zaman göründüğü gibi değildir. Halep’e yönelik Kasım ayı sonunda başlayan Türk onaylı saldırının sınırlı olması amaçlanıyordu. Ankara’nın amacı Esad’ın düşmesinden ziyade, dönemin Suriye Devlet Başkanı’na Türkiye-Suriye normalleşmesini müzakere etmesi için baskı yapmaktı ki bu Türk hükümetinin önceki iki yıl boyunca takip ettiği bir hedefti. Ancak Suriye ordusu çöktüğünde Türkler politikalarını gözden geçirdiler ve Beşar’ın düşüşünün her zaman planları olduğunu iddia ettiler.

HTŞ’nin Şam’ı kurtarmasından kısa bir süre sonra Türk Dışişleri Bakanı Hakan Fidan Suriye’nin başkentinde ortaya çıktı ve burada HTŞ’yi mecazi ve gerçek anlamda kucakladı. (Bu arada, Türkiye’nin HTŞ’yi alenen himaye ettiğini iddia etmesindeki ironi, Ankara’nın bu El Kaide bağlantılı grupla koordinasyonunu ortaya çıkaran cesur Türk gazetecilere karşı yürütülen acımasız yargılamayı hatırlayanlar için fazlasıyla dikkat çekiciydi. Bu koordinasyonu, o dönem istihbarat şefi olan Hakan Fidan yönlendirmişti.)

Türkiye- HTŞ ortaklığının verimli olduğu açık ama Ankara’nın Suriye’de zafer kazandığı fikri, Türk hükümetinin bu ilişkide tüm güce sahip olduğunu varsayıyor. Muhtemelen bir zamanlar öyleydi ama Esad rejiminin sona ermesinden sonra HTŞ’nin Erdoğan ve arkadaşlarına duyduğu ihtiyaç azaldı.

Fidan herkesten önce Şam’a gitmiş olsa da aralarında ABD, Birleşik Krallık, Fransa ve Almanya’dan (Avrupa Birliği’ni temsilen) diplomatların da bulunduğu heyetler HTŞ lideri Ahmed el-Şara’nın kapısını çaldı. Irak’ın istihbarat şefi de Suriye’ye bir ziyaret gerçekleştirdi. Suriye yönetiminin temsilcileri de komşularıyla temaslarını sürdürüyor. Geçici Dışişleri Bakanı Asad Hasan el-Şeybanî, Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’ı, Birleşik Arap Emirlikleri’nin başkenti Abu Dabi’yi, Katar’ın başkenti Doha’yı ve Ürdün’ün başkenti Amman’ı ziyaret etti. Açıkça görülüyor ki Şara’nın iki ay öncesine kıyasla daha fazla dış ortak seçeneği var.

Elbette Türkiye tamamen devre dışı değil, ancak büyük Arap devletlerinin Suriye’nin yeni liderleriyle temas kurma ve iş birliği yapma çabaları, Ankara’nın bölgedeki bir zayıflığını gözler önüne seriyor: Ankara’daki liderler Arap ülkeleriyle kültürel bir yakınlık içinde olduklarını ve bunun da kendilerine Ortadoğu toplumları hakkında eşsiz bir kavrayış sağladığını iddia ediyorlar. Bu, Osmanlı tarihini yanlış okumalarına dayanan çoğunlukla boş bir iddia. Şüphesiz, yıllar boyunca yapılan anketler özellikle Filistinlilere verdiği destek nedeniyle Erdoğan’ın popüler olduğunu gösteriyor. İstanbul’da hatırı sayılır sayıda Arap turist var ve Ortadoğuluların Türk dizilerine olan ilgisi kanıtlanmış durumda. Ancak bu, kültürel bir yakınlık oluşturmak için yeterli değil.

İslamcı olarak Erdoğan ve iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Arap dünyasına, özellikle de Mısır’daki Müslüman Kardeşler, Hamas ve diğer İslamcı dostlarına karşı bir sempati duyması daha muhtemel. Türkler Suriyeliler aralarında yakınlık hissetmelerine rağmen bu yakınlığın Suriyelilerin diğer Araplarla olan bağlarına kıyasla oldukça zayıf olduğu söylenebilir. Bu da Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Irak, Ürdün ve diğerlerine Şam’da Türkiye’ye karşı bir avantaj sağlıyor.

Bir de Kürt milliyetçiliği ve Washington’un Suriye’de İslam Devleti’ne (IŞİD) karşı ortağı Suriye Demokratik Güçleri’nin çekirdeğini oluşturan Halk Savunma Birlikleri (YPG) adlı Suriyeli Kürt savaş güçleri gibi çetrefilli bir mesele var. Türk hükümeti Esad rejiminin sona ermesi, Şam’da HTŞ’nin iktidara gelmesi ve ABD’nin seçilmiş başkanı Donald Trump’ın Amerikan güçlerini geri çekmeye hazır olduğunu açıklamasıyla birlikte Suriye Ulusal Ordusu’nu, terör örgütü olarak tanımlanan Kürdistan İşçi Partisi’nden (PKK) ayırt etmediği YPG’yi yok etmek için kullanma fırsatı doğduğuna inanıyor. Bu, Ankara’nın bakış açısına göre, güneyden gelen bir güvenlik tehdidini nihayet ortadan kaldıracaktır.

Türkiye açısından Kürt milliyetçiliğine karşı yıkıcı bir darbe vurmak için uygun bir zaman gibi görünüyor. Ve Ankara’nın Suriye’deki görünür zaferi, Türkiye’ye bu hedefi gerçekleştirebilecek bir güç sağlıyor.

Bu basit senaryoyu karmaşıklaştıran birkaç mesele var: Birincisi, Kürtler kendi yıkımlarını gönüllü olarak kabul etmeyecek. Karşılık verme kapasiteleri var ve bu da Türkiye’yi iki cephede birden gerilla savaşı vermek zorunda bırakıyor: Suriye ve PKK’nın yuvalandığı Irak.

Unutulmamalıdır ki, güçlü Türk Silahlı Kuvvetleri bile 40 yılı aşkın bir süredir PKK’yı tamamen ortadan kaldıramadı. Türklerin ve Suriyeli müttefiklerinin bu konuda daha başarılı olacağına inanmak için bir sebep yok. İkinci olarak HTŞ, Türkiye’nin Kürtleri ortadan kaldırma mücadelesinde mutlaka bir ortak olmayabilir. Esad sonrası Şam’daki Türk gücünün Ankara’nın herkesin inanmasını istediği gibi olmadığının somut bir işareti olarak Erdoğan, YPG’yi yok etme mücadelesinde yeni hükümetin yardımını beklediğini açıkladı. Bu, Türkiye’nin Suriye’nin başkentindeki gücünün sınırlarının üstü kapalı bir itirafıydı.

“Suriye’yi Türkiye kazandı” fikri etrafındaki erken zafer havası, gerçekliğe dayanmayan bir dizi varsayım ve beklenti yaratıyor ve politika yapıcıları potansiyel olarak nahoş sürprizlerle karşı karşıya bırakıyor.

Eğer politika yapıcılar bu anlatıyı olduğu gibi kabul ederlerse, Şam’da bölgesel güçler arasında devam eden pozisyon mücadelesinin inceliklerini gözden kaçıracaklardır. Bu, Suriye’yi kimin kontrol edeceğine dair uzun süredir devam eden dramanın sadece bir sonraki perdesi. Hiç şüphesiz, Türkiye çok sayıda kazanımı olan önemli bir başrol, ancak Ankara’nın aynı zamanda oldukça fazla sayıda mesuliyeti de var. Suriye’de ayaklanmanın başladığı Mart 2011’den bu yana her adımda Türklerin yanlış hesap yaptığını, Esad’ı reform yapmaya ikna edebileceklerine, ABD’yi Suriye liderini devirmeye ikna edebileceklerine ve sonra da vazgeçip Esad’la yakınlaşma arayışına girmeden önce aynı amaç doğrultusunda radikalleri kullanabileceklerine inandıklarını unutmamak gerekir.

Elbette Ankara’nın Suriye’de geçmişte yaptığı hatalar Erdoğan’ın şimdi başarısız olacağı anlamına gelmiyor ancak Türkiye’yi galip ilan etmek için henüz çok erken.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

OnlyFans feminizm kılığına bürünmüş sömürüdür

Yayınlanma

Çevirmenin Notu: Cinselliğin duygudan, bağdan ve insani derinlikten yoksun bir “performans” anlayışına indirgenmesinin kadınların bireysel deneyimlerini ve toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesini nasıl derinden sarstığı giderek daha yüksek sesle ifade ediliyor. Aşağıda çevirisini sunduğumuz metin, yakında yayımlanması beklenen Pornocracy kitabının ortak yazarlarından Josephine Bartosch’a ait. Bartosch, bu yazısında merceği OnlyFans’e tutarak, cinsellik pazarlayan dijital platformların, kadın cinselliği ve güçlenme kavramlarını nasıl araçsallaştırıp çarpıttığını ele alıyor.

OnlyFans’ın “bireysel güçlenme” adı altında pazarladığı sistemin, kadınları nesneleştiren patriyarkal ve kapitalist normların dijital bir yeniden üretimi olduğu vurgulayan Bartosch, bu tür platformların, toplumsal sorumluluk ve etik sınırları göz ardı ederek, genç kadınlar ve kız çocukları için tehlikeli bir model sunduğunu son dönemde ayyuka çıkan gelişmeler ışığında değerlendiriyor.


OnlyFans feminizm kılığına bürünmüş sömürüdür

Josephine Bartosch
Unherd
30 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

BBC’de drag queen görmek kadar olağan: Kamuoyunun gözü önündeki bir kadın kârlı ancak onur kırıcı bir iş yaptığında hemen “feminist” kartını oynar. Bu durum, tek bir gün içinde 101 erkekle cinsel ilişkiye girerek adını manşetlere taşıyan OnlyFans sanatçısı Lily Phillips ve “işine” feminizmin yön verdiğini öne süren OnlyFans CEO’su Keily Blair için de geçerli. Fakat Reuters tarafından kısa süre önce yapılan bir araştırma, bu platformda suç teşkil eden unsurları ve kadın düşmanlığının nasıl paraya dönüştürüldüğünü gözler önüne seriyor.

Haber ajansı, bahsi geçen çalışmasıyla, 2019-2024 yılları arası OnlyFans’ta çok sayıda cinsel kölelik, çocuklara dönük cinsel istismar materyali ve rıza dışı veya “intikam” pornosu vakası ortaya çıkardı. Sadece kasım ayında 55 milyon içerik yüklendiği düşünüldüğünde, bu tür suçların platformdan tamamen temizlenebileceği iddiası bir hayalden ibaret. Geçerken belirtelim, iki kızı için daha iyi bir dünya yarattığını gururla dile getiren Blair, şirketin temel faaliyet alanına dair soruları geçiştiriyor, daha da ilginci 1,3 milyar dolarlık dev bir cinsellik markasının başında olmasına rağmen, “pornografi” terimini küçümseyici bularak kullanmaktan imtina ediyor.

OnlyFans 2016 yılında İngiliz girişimci Tim Stokely tarafından kuruldu; 2018’de ise karanlık yatırımcı Leonid Radvinsky’ye satıldı. O zamandan bu zamana ise, şu anda sayıları 4,1 milyonu bulan içerik üreticilerine 20 milyar doların üzerinde ödeme yaptı. Dijital pezevenklik komisyonu olarak ise yüzde 20’lik epey yüklü bir pay alıyor.

Pandemi, içerik üreticilerinin sayısında bir patlamaya neden oldu. Öyle ki 2019’da 348,000 olan içerik üreticisi sayısı, 2020’de 1,6 milyonun üzerine çıkmıştı. Bugün ise rekabet çok daha çetin. OnlyFans, sitedeki içeriklerin reklamını yapma gibi karmaşık bir işe karışmıyor ve pornografik içerik satan genç kadınları, hesaplarına trafik çekebilmek için sosyal medyada müstehcen resimler satmakla baş başa bırakıyor. OnlyFans’e dair göz boyayan, şişirme haberler, ayda 80.000 sterlinden fazla kazanan içerik üreticilerinden sadece en üstteki yüzde 0,1’ini öne çıkarıyor, ortalama bir içerik üreticisinin eline ise ancak 140 dolar kadar geçiyor.

Reuters’in bulguları sıradan bir markayı bile sarsabilirdi. Gazeteciler, siteye içerik oluşturmak için “kandırılan, uyuşturulan, terörize edilen ve cinsel olarak köleleştirilen” kadınların tüyler ürpertici hikayelerini ortaya çıkardı. ABD’deki banliyö evlerinde kadınlar hapsediliyor, tecavüz ediliyor, vahşileştiriliyor, vücutlarına “köpek” ve “oyuncak” gibi aşağılayıcı kelimeler, dövmelerle kazınıyordu. Ancak bu ifşalara rağmen OnlyFans kendisini geleneksel pornografiye karşı ilerici bir alternatif olarak konumlandırmaya, Blair ise içerik üreticilerine kendi sınırlarını belirleme “özgürlüğü” ile böbürlenmeye devam ediyor.

OnlyFans’ın en sinsi yönü, içerik üreticilerinin düşük gelirleri ya da suç teşkil eden istismara varan sömürüsü değil. Cinsel performansların satılmasının sıradanlaştığı bir dünyayı normalleştirmesidir. Bu pornolaştırılmış manzarada, nesneleştirme artık verili bir durum haline gelmiş ve cinselliğin metalaştırılması “güçlendirme” olarak paketlenmiştir. Lily Phillips’in zorlu gösterisini konu alan bir belgeselde belirttiği gibi: “Erkekler beni her zaman cinselleştirecek, o halde bunu paraya çevirebilirim.”

Bu türden düşünceler, pornografi çağında yetişen bir neslin özetini sunuyor. Gerçeklikten kopuk siyasetçiler ve duyarsız teknoloji devleri tarafından yüzüstü bırakılan bu çocuklar, henüz bir başkasının dudaklarına dahi dokunmadan önce çevrimiçi boğulma sahnelerine maruz kalan bir neslin uzantısıdır. Phillips gibi kadınlar için seks bir yakınlık eylemi olmaktan ziyade, maruz bırakılan ve tek tesellisi maddi tazminat olan bir alışveriş.

OnlyFans sadece pornografinin evrimleşmiş bir versiyonu değil, kadınlara ve kız çocuklarına kendi değerlerinin erkeklerin gözündeki cinsel çekiciliklerinde olduğunu ve bunun da bir fiyat etiketi olduğunu söyleyen bir kültürün doğal zirve noktası. Bu platform, porno endüstrisinin önceki kurbanlarını, kendilerinden çalınan cinselliğin dijital bir taklidini satmaya mahkûm eden bir pazar yeri aslında.

Her ne kadar kendini “güçlendirici” olarak pazarlasa da bu platform, gerçek bağın yerini ticaretin aldığı bir sömürüden besleniyor. Toplum bu “normali” benimsemeye devam ettikçe, kolektif insanlığımız için sonuçlarını görmezden gelmek daha da zorlaşacak. OnlyFans sadece bir marka değil, pornografinin sevgi gibi sahici bir duyguya karşı kazandığı zaferinin bir yansıması da aynı zamanda.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English