DÜNYA BASINI
Kültür nereden geldi?
Yayınlanma
Yazar
Emre KöseÇevirmenin notu: Kültür ve sanat, toplumsal değişimlerin ve mücadelelerin bir parçası olarak varlığını sürdürür. Son dönemde, şiddetli çatışmaların, emperyalist genişlemenin etkisiyle, sanat ve kültürün gerici politik gündemlerle yakın ilişkilere girdiğine dair yeni farkındalıklar doğdu. Sanat, kültür ve edebiyatın toplumsal eleştiri araçları olarak değil, sansürcülükle yeniden tanımlandığı bir dönemdeyiz. Dolayısıyla kültür kavramı, bu sayfalar için, biraz daha yakından bakılmayı hak ediyor.
Kültür nereden geldi?
Terry Eagleton
25 Nisan 2024
Jude Fawley, Jude the Obscure romanında, Oxford’un Jericho olarak bilinen ve o zamanlar üniversitenin dokusunu koruyan zanaatkâr ve esnaf topluluğuna ev sahipliği yapan Beersheba’da kendini bulur. Jude, kendisi ve diğer zanaatkâr arkadaşlarının, üniversitelerin entelektüel yapısının onsuz var olamayacağını anlaması uzun sürmez: Jude’un ifadesiyle, onların çalışmaları olmadan, “ne sıkı okurlar okuyabilir ne de yüksek düşünürler yaşayabilirdi”. Özetle, kültürün temelinin emek olduğunu kabul eder. Bu etimolojik olarak da doğrudur. Kültür kelimesinin orijinal anlamlarından biri doğal büyümeyi ifade eder, yani tarımı içerir ve soydaş bir kelime olan “coulter” ise saban bıçağı anlamına gelir. Kültür ile tarım arasındaki bağlantı, birkaç yıl önce ABD’deki bir devlet üniversitesinin sanat dekanıyla birlikte verimli tarlaların yanından geçerken aklıma geldi. Dekan, “Bundan birkaç profesörlük elde edebiliriz,” dedi.
Kültür genellikle bu tavrı benimsemekten kaçınır. Ödipus’un oğlu gibi, mütevazı ebeveynliği reddeder ve kendi köklerinden, kendi varoluşunu yarattığına ve şekillendirdiğine inanma eğilimindedir. İdealist filozoflar için düşünce kendine bağımlıdır. Gerisinde daha temel bir şeye ulaşamazsınız, çünkü bunun kendisinin bir düşüncede yakalanması gerekir. Geist sonuna kadar gider.
Burada bir parça ince mizah var; çünkü sanatın maddi bağlamına ve ondan bağımsız durma iddiasına sıkı sıkıya bağlı olan pek az şey vardır. Bu, 18. yüzyılın sonlarında ortaya çıkan bir fikrin, özerk ve kendi kaderini tayin eden sanat eserinin, gerçek hayatta hızla yükselen insan öznesi versiyonu olmasından kaynaklanıyor. Liberalizmin ve bireyciliğin giderek artan etkisi ve —klasik bir klişeye başvuracak olursak— orta sınıfların yükselişiyle birlikte, artık erkekler ve kadınlar kendi kaderlerinin yazarları olarak görülüyorlar (Rastgele bir tarih kitabını açarsanız, o dönem hakkında size üç şey söyleyecektir; geçiş dönemiydi: hızlı bir değişim dönemiydi ve orta sınıfların yükselişi devam ediyordu. Tanrı’nın orta sınıfları dünyaya gönderme nedeni budur: Güneş gibi parlasınlar, ama hiç batmasınlar.)
Toplum, ekonomik artı üretebilme potansiyeline ulaşmadıkça, galeriler, müzeler ve yayınevleri gibi kültürel kurumlara sahip olamazsınız. Ancak bu noktaya ulaştığınızda, rahiplerden, ozanlardan, DJ’lerden, tefsircilerden, fagotçulardan, LRB stajyerlerinden, film setlerindeki kameramanlardan ve benzerlerinden oluşan bir sınıfı hayatta tutma zorunluluğundan kurtulabilirsiniz. Aslında kültürü, temel ihtiyaçların ötesinde bir lüks olarak tanımlayabiliriz. Yemek yememiz lazımdır ama Ivy League restoranlarında yememize de gerek yoktur. Soğuk iklimlerde giyinmemiz gerekebilir ama bu giysilerin Stella McCartney tarafından tasarlanmış olması gerekmez. Bu tanımın temel sorunu, lüksün insan doğasının bir parçası olmasıdır. İyi ya da kötü, sürekli olarak kendimizi aşmaktayız. Kültür, doğamızın bir parçasıdır. Kral Lear, bu belirsizlikle büyük ölçüde ilgilidir.
Maddi üretimdeki çatışmalar kültürün doğasını sarsarken, kültürün unsurları zaman zaman toplumsal düzeni meşrulaştırmak için kullanılan ideolojik araçlar haline gelir. Her ne kadar kültürün tamamı herhangi bir zamanda ideolojik olmasa da soyut veya yüksek fikirli olabilecek herhangi bir parçası belirli durumlarda bu rolü üstlenebilir. Fakat kültür, egemen güçlere karşı güçlü bir direniş de gösterebilir. Bu direniş, ilginç bir şekilde, sanat pazarındaki bir başka meta ve sanatçı da bir başka küçük meta üreticisi haline geldiğinde daha belirgin hale gelir. Önceki dönemlerde, geleneksel veya modern öncesi toplumlarda kültür genellikle siyasi ve dinsel egemenliğin bir aracı olarak hizmet ederdi; bu da saray şairleri, soylular tarafından himaye edilen ressamlar ve mimarlar, prenslerin maaşlı bestecileri gibi sürekli işler sağlar. Bu tür durumlarda, kimin için yazdığınızı veya resim yaptığınızı genellikle bilirsiniz, ancak pazarda dinleyicileriniz anonimleşir.
Dünya artık kültür emekçisine geçim borcu ödemediği bir çağa adım attı. Ancak alaycı bir şekilde, sanatın piyasa ile iç içe geçmesi ona belirli bir özgürlük sunuyor. Meta haline geldiğinde, kültür kendi başına var olma gücünü bulur. Geleneksel niteliklerinden yoksun kaldığında, bazı modern sanat akımları gibi, kendi varoluşunu sorgulayarak kendine dönebilir; ayrıca ilk defa geniş çapta eleştirel bir rol üstlenme özgürlüğüne kavuşur. Meta haline gelmenin acı dolu yanı, aynı zamanda büyüleyici bir özgürleşme anını barındırır. Marx’ın vurguladığı gibi, tarih çoğu zaman olumsuz yönleriyle ilerler. Kenara itilmenin sürecinde, sanatçılar vizyoner, kehanetçi, bohem ya da yıkıcı bir statü talep etmeye başlarlar, zira kenardakiler bazen gerçekten de merkezdekilerden daha ileri görüşlü olabilirler ama aynı zamanda merkeziyetin kaybını telafi etmeye çalışırlar. Bu sürecin doğurduğu bir akım da Romantizm olarak adlandırılır.
Neredeyse eşzamanlı olarak, kültüre yüklediği sorumluluğun yanı sıra endüstriyel kapitalizm de dikkat çekici bir rahatlıkla, tam da cahil değirmen sahipleri tarafından kovulma tehdidi altındadır. Artık sembolik alan ile fayda dünyası arasında giderek derinleşen bir uçurum mevcut ve bu uçurum insan bedenine kadar nüfuz ediyor. Günlük yaşamın bedensel emeğine pek değer verilmeyen değerler ve enerjiler, sanat, cinsellik ve din gibi üç temel alana çekiliyor. Tehlikeye maruz kalanlardan biri, 18. yüzyılın sonlarında keşfedilen ve günümüzde sanat camiasında saygı gören yaratıcı hayal gücüdür; ancak aynı zamanda Gazze’de soykırım planlamak da oldukça yoğun bir yaratıcılık gerektirir.
Sembolik ile pratik arasındaki mesafe, kültürü toplumsal işlevinden mahrum bırakmanın yanı sıra eleştiri için gereken operasyonel mesafeyi sağlar. Kültür, Schiller’den Ruskin’e, Morris’ten Marcuse’a uzanan bir tema olarak, insan gücünün ve kapasitelerinin tam ve özgür ifadesiyle endüstriyel-kapitalist insanlığın kısıtlı ve sakatlanmış durumunu gün ışığına çıkaracaktır. Sanat veya kültür, sözlerinden çok, tuhaf, anlamsız ve yoğun bir şekilde libidinal bir varlık olduğu için toplumda güçlü bir etki yaratabilir. Artık giderek araçsallaşan bir dünyada, sadece kendi iyiliği için var olan az sayıdaki faaliyetten biridir ve siyasi değişimin amacı bu durumu insanlar için de mümkün kılar. Sanat, neredeyse insanlık da orada olacaktır.
Kişinin yeteneklerini keyifli bir amaç doğrultusunda uyumlu bir şekilde kullanması, estetiğin konusu ise, bu aynı zamanda Karl Marx’ın etiğini de içeren Romantik hümanizmin etiğidir. Estetik, sadece sanatla ilgili olmadığında önem kazanır. Marx’ın düşüncesi, herkes için yaşamı daha iyi hale getirecek maddi koşullarla ilgilidir; bu koşullardan biri de iş günlerinin kısaltılmasıdır. Marksizm, boş zamanla ilgilidir, emekle değil. Sosyalist olmanın tek haklı nedeni, sevmediğiniz insanları kızdırmak dışında, çalışmayı sevmemenizdir. Bu açıdan, Marx’a Morris’ten daha yakın olan Oscar Wilde’a göre komünizm, çeşitli ilginç keyiflerde bütün günü geçirerek, bol kırmızı giysiler içinde bir araya gelerek, birbirimize Homeros okuyarak ve absint içerek rahatlamaktı. Ve bu sadece iş günüydü.
Her etikte olduğu gibi, bu vizyon da sorunlarla doludur. Tüm güçlerimiz gerçekleşebilir mi? Mesela Tony Blair’a dayak atmak için beslenen saplantılı arzular ne olacak? Yoksa kişi sadece kendi benliğinin otantik özünden gelen içgüdülerini mi takip etmelidir? Ancak bunu neye göre değerlendireceğiz? Kendimi gerçekleştirmem sizinkine ters düşerse ne olacak? Ve neden çok yönlü bir ifade, Aleksey Navalnıy ya da Emma Raducanu gibi kendini tek bir amaç için adamaktan daha değerli olsun? İnsan yetenekleri gerçekten yabancılaşma, bastırma veya orantısızlaşma sonucu mu kötüleşir? Peki ya bizi yabancılaştıran ve bastıran güçler, insan öznesinin tamamen dışında değil de içinde yer alıyorsa ne olacak?
Hegel ve Marx’ın karşıt kendini gerçekleştirme sorununa yönelik cevaplarından biri, sadece diğerlerinin aynı hakkı kazanmasına olanak tanıyan yeteneklerin gerçekleştirilmesidir. Marx’ın bu karşılıklı kendini gerçekleştirmeye verdiği isim ise “komünizm”dir. Komünist Manifesto’da ifade edildiği gibi, her bireyin özgür gelişimi, herkesin özgür gelişiminin şartıdır. Bir kişinin kendi gerçekleşmesi, diğerinin gerçekleşmesinin zemini veya şartı olduğunda ve bu durumun tersi de geçerli olduğunda, buna sevgi denir. Marksizm, politik tutkuyla ilgilidir. Burada kast edilen sevgi, tabii ki gerçek anlamıyla —agape, caritas— geç kapitalist toplumun büyülediği cinsel, erotik, romantik formlar değildir. Bunun yerine, son derece rahatsız edici ve duygusal olmayan, bir duygu değil, toplumsal bir pratik olan ve öldürme tehdidi taşıyan bir aşktan bahsediyoruz.
Erken dönem sanayi kapitalizminin kültürle ilgili başarılması gereken bir görevi daha vardı. Siyaset sahnesine yeni bir aktör çıkmıştı —endüstriyel işçi sınıfı— ve direnç gösteriyordu. Matthew Arnold’un başlığının diğer yarısı olan anarşiyi engellemek için sofistike ve medeni bir kültüre ihtiyaç vardı. Liberal değerler kitlelere yayılmadıkça, kitleler liberal kültürü bozabilirdi. Din geleneksel olarak sıradan insanlarda sorumluluk, saygı, fedakârlık ve manevi terbiye duyguları yaratmıştı. Fakat, endüstriyel orta sınıflar seküler faaliyetler aracılığıyla toplumsal varlığı mitolojiden arındırdıkça ve ironik bir şekilde, değerli bir ideolojik kaynak olan dini inanç azalmaya başlamıştı. Bu nedenle kültür, sanatçıların günlük hayatın dünyevi yönlerini ebedi hakikate dönüştürmesiyle kiliselerin yerini almak zorundaydı.
Romantizm ve sanayi devrimi döneminde Fransa’daki devrim gibi olaylar meydana geliyordu. Modern çağda, kültürün ön plana çıkması, devrime bir yanıt olarak ve siyasi çalkantıya bir çare olarak ortaya çıkıyordu. Siyaset, kararlar, hesaplamalar ve pratik rasyonalite içerir; şimdiki zamanda gerçekleşir. Oysa kültür, farklı bir boyutta yaşar; gelenekler ve görenekler genellikle kendiliğinden, bilinçsizce, neredeyse buzul yavaşlığıyla gelişir. Bu nedenle, barikatları kurma kavramına meydan okuyabilir. Fakat, modern çağın getirdiği zorluklar ve değişen koşullar altında, kültürün siyasi değişimlere etkisi de değişebilir.
Britanya’daki bu direnişin kaynağı, halkın sevgisini kazanamamış olan egemen güçlerin hüküm sürdüğü İrlanda gibi bir ülkeden gelen Edmund Burke’tür. Burke’e göre, bu kökler devrimci Fransa’da da meyve vermiyordu çünkü Jakobenler ve onların mirasçıları yasayı sadece korkutucu buldukları için değil, aynı zamanda sevdikleri için de anlamamışlardı. Burke’e göre, gereken şey, kendini erdemli bir kadının zarif giysileriyle donatacak bir yasadır, ancak maskülen olmalıdır. Gücün, Ödipal bir isyana dönüşmesini önlemek için baştan çıkarıcı olması gerekir. Eril olanın potansiyel korkunçluğu, dişil olanın zarafetiyle dengelenmelidir; Burke’ün A Philosophical Enquiry into the Origin of Our Ideas of the Sublime and Beautiful adlı eserinde ifade ettiği gibi, iktidarın bu estetikleştirilmesi, Fransız devrimcilerin trajik bir şekilde başaramadığı bir şeydir. Elbette, yasanın maskülen doğasını estetize etmek yanlış olurdu. Fallusunun çirkin dolgunluğu zaman zaman görünür olmalıdır ki vatandaşlar uygun şekilde korkutulabilsin ve itaat edebilsin. Ancak hukukun yalnızca terörle işlemesi mümkün değildir, bu yüzden bazen bir travesti olmak zorunludur.
Burke, kültürel alanın —gelenekler, alışkanlıklar, duygular, önyargılar ve benzerleri— ömrünü adadığı siyasetten bağımsız olarak temel bir öneme sahip olduğuna inanıyordu ve bu düşünce doğruydu. Kültürel olanın siyasi olandan üstün olduğunu savunmanın bazı tehlikeli yolları olmuş olabilir, ancak edebi kariyerine bir estetikçi olarak başlayan Burke, ne siyaseti yüksek kültürün yüce bakış açısından küçümser ne de siyaseti kültürel meselelerin içinde eritir. Bunun yerine, antropolojik açıdan kültürün, iktidarın etkili olabilmesi için kendisini yerleştirmesi gereken zemin olduğunu kabul eder. Eğer siyasi olan, kültürel olanın içinde bir yuva bulamazsa, egemenlik de sürdürülemez hale gelir. Bu gerçeği kavramak için Jakobenlere karşı bir nefret beslemek ya da Marie Antoinette’i yüceltmek gerekmez.
Jakobenizmden hoşlanmamasına rağmen, Burke, devrimci Birleşik İrlanda hareketine karşı duyduğu sempatiyle dikkat çekiyordu; bu, bir İngiliz Parlamento üyesi için oldukça alışılmadık bir duyguydu. Kendisi de bir milletvekili olan İrlandalı oyun yazarı Richard Brinsley Sheridan ise, Birleşik İrlanda davasına derin bir bağlılıkla yaklaşıyordu. Aslında, Sheridan gizlice bir destekçiydi; bu gerçek eğer yayılmış olsaydı, Londra’daki seyircilerin yüzlerindeki tebessümü dondurabilirdi. Birleşik İrlandalılar, Romantik milliyetçiler olmalarına rağmen, Aydınlanmacı sömürgecilik karşıtlarını temsil ediyorlardı; ancak 19. yüzyılın başlarında, Romantik milliyetçiliğin yükselişi, kültürü bir kez daha siyasi sahnenin merkezine taşıdı.
Milliyetçilik, tiranları deviren ve imparatorlukları parçalayan modern çağın en etkili devrimci akımıydı; estetik ve antropolojik açıdan kültürün bu projede ne denli hayati bir rol oynadığı kanıtladı. Devrimci milliyetçilik, dil, gelenek, folklor, tarih, din, etnik köken gibi kültürel unsurlarla birlikte insanların ölmeye değecek bir amaç bulduğu veya bulabileceği bir platform sunar. Balzac veya Bowie için pek çok kişi ölmeye istekli olmayabilir, ancak daha derinlemesine kültürel bağlamlarda milliyetçilik, siyasette kilit bir rol oynar. Yeats ve MacDiarmid’den Sibelius ve Senghor’a kadar sanatçılar için yeni bir görev belirir; kamusal figürler ve siyasi aktivistler olarak ortaya çıkarlar. Gerçekten de milliyetçilik, siyasetin en lirik biçimi olarak tanımlanmıştır. İngilizler 1916’da bazı İrlandalı milliyetçi isyancıları idam ederken, bir İngiliz subayının şöyle dediği rivayet edilir: “İrlanda’ya bir iyilik yaptık: onu bazı ikinci sınıf şairlerin elinden kurtardık.”
Ulus, özgün, bütünleşik, kendini kurmuş ve kendi varlığını yaratan bir sanat eserini andırır. Bu ifadeden de anlaşılacağı üzere, sanat ve ulus, modern çağın yüce tanrılarının temsilcileri arasında yer alır. Estetik kültür, toplumsal ritüelleri, sanatçıların rahipliğini, üstünlük arayışını ve dini olan duygunun bir taklididir. Eğer dinin yerini alamıyorsa, bunun nedeni, kültürün sanatsal anlamda çok az insanı içermesi ve kültürün ayırt edici bir yaşam tarzı olarak çok fazla çatışma içermesidir. Tarih boyunca, milyarlarca insanın günlük davranışlarını ve sonsuz gerçekler arasında bir bağlantı kuran dini inanca rakip olabilecek hiçbir sembolik sistem görülmemiştir. Bu, tarihin gördüğü en kalıcı, en köklü, en evrensel popüler kültür biçimidir, ancak Sydney’den San Diego’ya kadar tek bir kültürel çalışmalar dersinde bile bulunmaz.
Liberal hümanist miras için kültür, büyük önem taşıyordu; çünkü aksi takdirde bölünmüş olanlar arasında ortak bir payda oluşturabilecek bazı temel, evrensel değerleri yansıtıyordu. Bu, yalnızca ortak insanlığımızla sağlanabilen bir zemin idi ve herhangi bir sınıf veya unvana sahip olmanız gerekmiyordu. Fakat, ortak insanlığımızın soyutluğu göz önüne alındığında, bunu somut bir deneyime dönüştürecek, görebileceğiniz, dokunabileceğiniz ve tartabileceğiniz bir şeye ihtiyaç vardı: sanat ve edebiyatın gücüne. Eğer size yaşamınızla ilgili neyin önemli olduğu sorulursa, cevap olarak dini bir vaaz veya siyasi bir broşür yerine, Shakespeare’in eserlerinden bir cildi verirdiniz. Bu proje, Marx için olduğu gibi, kendi çıkarını net bir şekilde gösterir: Kültür, burjuva devlet gibi, gerçek çatışmaları ve eşitsizlikleri dengeleyen soyut bir topluluğu ve eşitliği temsil eder. Temel ve evrensel olanın varlığına dayanarak, sınıf, cinsiyet, etnik köken gibi yüzeysel ayrımların ötesine geçmemiz istenir. Ancak liberal hümanizm, kendine özgü bir şekilde, insanların farklılıklarından ziyade ortak noktalarının daha önemli olduğunu kavramıştır. Ancak, politik olarak konuşursak, bu anlayışın yayılması zaman aldı.
Kültür vizyonu, 1960’ların sonlarından itibaren bir dizi evrimle sarsılmaya başladı. Öğrenciler, yüksek öğretime girişte, geçmişlerinin etkisi altında kalmakla birlikte, bu yeni anlayışa katılmakta isteksizdiler. Masumiyetini yitiren kültür kavramı, zaten 19. yüzyılda ırkçı ideoloji ve emperyalist antropolojiyle ilişkilendirilerek tehlikeye atılmış ve devrimci milliyetçilik çekişmeleriyle kirletilmişti. 19. yüzyılın sonlarından itibaren, kültürel üretimin genel olarak üretim sürecine giderek daha fazla entegre olması ve kitlesel fantezi üretiminin son derece karlı hale gelmesiyle, kültür bir endüstri haline geldi. Ancak bu henüz postmodernizmin doğuşu değildi. Postmodernizm, yalnızca kitle kültürünün yükselişiyle değil, tasarımdan reklamcılığa, markalaşmadan politikanın gösterişine, dövmelerden mor saçlara ve gülünç derecede büyük gözlüklere kadar toplumsal varoluşun estetize edilmesiyle gerçekleşir. Eskiden maddi üretimin karşıtlığı olan kültür, artık üretim sürecine dahil oldu.
Modernizm, artık bir asır geride kalmış olmasına rağmen, kültürü toplumun sert eleştirisini sunan son dönemdi ve bu eleştiri özellikle radikal sağ tarafından başlatılmıştı. Ancak eğer artık bu eleştiriyi yapmıyorsa, belirli bir yaşam tarzı olarak kültür de bu eleştiriyi yapmıyor demektir. Günümüzde bu tür yaşam tarzlarının çoğu, modern uygarlığı sorgulamak için değil, onun içine dahil olmak için yöneliyor gibi görünüyor. Ancak kapsayıcılık veya çeşitlilik de kendi başına iyi bir şey değildir. Samuel Goldwyn’ün ünlü sözü akla gelir: “Beni de alın!” Tüm bunlar bazen kültürel politika olarak adlandırılır ve günümüzde sözde kültür savaşlarına yol açmıştır. Schiller ve Arnold için “kültür savaşları” terimi, örneğin “iş etiği” gibi bir çelişki olurdu (Beckett’in çelişkilere karşı güçlü bir zaafı olduğu söylenir). Onlar için kültür, çatışmanın bir örneği değil, çözümün ta kendisiydi. Ancak artık kültür, politik olanı aşmanın bir yolu değil, bazı temel politik taleplerin çerçevelendiği ve mücadele edildiği bir dil haline gelmiştir. Manevi bir çözüm olmaktan ziyade sorunun bir parçası haline gelmiştir. Ve bu süreçte kültürden kültürlere geçiş yapmış bulunmaktayız.
Günümüzde hem estetik kültür hem de maddi kültür, farklı düzeylerde seviyelendirilmeye maruz kalarak tehdit altında. Estetik kültür, artan bir şekilde tüm ayrımları silen ve değerleri bir düzeye indiren meta formların etkisi altında biçimleniyor. Bu durum, bazı postmodern çevrelerde elitizm karşıtı bir yaklaşım olarak algılanıyor olsa da değer ayrımları sadece Dryden ve Pope gibi klasik figürler arasında değil, aynı zamanda Morrissey ve Liam Gallagher gibi günümüz sanatçıları arasında da varlığını sürdürüyor. Dolayısıyla, elitizm karşıtı kesimlerin kendilerini eşitlikçi bir şekilde yaşamaya yakın görmesi yanıltıcı olabilir. Öte yandan, kültürlerin farklı yaşam tarzları, gelişmiş kapitalizm tarafından giderek daha fazla düzleştiriliyor; dünyanın dört bir yanındaki kuaför salonları ve Kore restoranları, çeşitlilik ve farklılık söylemlerine rağmen, birbirlerine benzer hale gelmeye başlıyor. Kültür endüstrisinin gücünün en yüksek olduğu bir dönemde, kültür hem estetik hem de maddi açıdan krizle karşı karşıya kalıyor.
Çağımızda, kültür genellikle tam anlamıyla bir ideoloji olan kültüralizm haline gelmiştir. Biyolojizm, ekonomizm, ahlakçılık, tarihselcilik ve benzerleriyle birlikte, günümüzün önde gelen entelektüel indirgemeciliklerinden biridir. Bu teoriye göre, kültür her şeyin önünde gelir ve insanlığın doğası kültürle belirlenir. Bu doktrinin arkasında, doğaya karşı direnç gösteren, katı, esnek olmayan ve değişime karşı dirençli bir nefret yatar; ki bu, kültürün geleneksel antitezlerinden biridir. Doğanın belirsiz, öngörülemeyen ve endişe verici bir hızda değiştiği noktada, kültüralizm onu durağan ve değişmez olarak görmekte ısrar eder.
Kültür, sadece doğamızın bir unsuru değil, aynı zamanda parçasıdır. Bedenlerimizin benzersiz özellikleri nedeniyle hem mümkün hem de gereklidir. Gereklidir çünkü fiziksel bakımın kültür tarafından hızla doldurulması gereken bir boşluğa sahibiz, özellikle de bebeklik çağında hayatta kalabilmemiz için. Ayrıca mümkündür çünkü bedenlerimiz, dilin ve soyut düşüncenin gücü kadar dünyayla etkileşim kurma yeteneğine sahiptir; bu da bizi salyangozlar veya örümcekler gibi sınırlamaz, tam tersine dünyada etkileşime girmek için özel olarak tasarlanmıştır. Bu şekilde, bedenlerimize eklediğimiz kültür, bir tür protez gibi işlev görür ve uygarlık oluşturur. Ancak, Yunan trajedisinin de öngördüğü gibi, kendimizi sonsuz bir şekilde genişletebilme yetimiz, duyusal ve içgüdüsel varlığımızla bağlantı kurma yetimizi kaybetmemize yol açabilir, kendimizi aşmamıza ve varoluşumuzun anlamını yitirmemize sebep olabilir. Ancak, bu başka bir hikâye.
İlginizi Çekebilir
-
ABD, Suriye’de eğittiği gruba Esad devrilmeden önce “Zamanınız geldi” demiş
-
USAID’den Ermenistan’da 3,5 milyon dolarlık proje
-
ABD ve Britanya, HTŞ’yi “terör” listesinden çıkarmayı planlıyor
-
Starmer: Artık Kiev’i müzakereler için güçlendirmeye odaklanmalıyız
-
ABD, Almanya, Britanya ve Fransa’dan ortak Suriye açıklaması
-
Estonya: Ukrayna’ya konuşlandırılacak Avrupalı askerler Trump’ın barış planını güvence altına alır
Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Suriye’de Esad yönetiminin devrilmesinden en çok faydalanan iki ülke olan Türkiye ve İsrail’in nasıl karşı karşıya geldiğini ele alıyor. Makale bu durumun iki ülke için ne anlama geldiğine ve bundan sonra ne olabileceğine dair uzman görüşlerine yer veriyor:
***
İsrail ve Türkiye karşı karşıya: Orta Doğu’da şiddetlenen güç mücadelesi
Suriye rejiminin çöküşü İran’ın ‘direniş eksenini’ yok etti ve Türkiye destekli İslamcıları İsrail’in kapısına getirdi.
Yaroslav Trofimov
Türkiye ve İsrail, Suriye rejiminin çöküşünden stratejik olarak en fazla fayda sağlayan iki ülke oldu. Bu durum, İran’ın Orta Doğu’daki etkisinin dramatik bir şekilde azalmasının bir sonucu olarak ortaya çıktı.
Ancak geçen yıl Gazze’deki savaşın başlamasından bu yana zaten zehirli olan ilişkileri kopma noktasına gelen bu iki Amerikan müttefiki, şimdi Suriye ve ötesinde kendi aralarında bir çarpışma rotasına girmiş durumda. Bu rekabetin yönetilmesi, muhtemelen Trump yönetiminin öncelikleri arasında yer alacak ve Avrupa ile Orta Doğu’daki Amerika’nın ittifak ağı üzerindeki baskıyı artıracaktır.
Ortadoğu Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü Gönül Tol, “Türk yetkililer, yeni Suriye’nin başarılı olmasını istiyor, böylece Türkiye buna sahip çıkabilir; ancak İsraillilerin her şeyi mahvedebileceğini düşünüyorlar” diyor.
İsrail ve Türkiye arasındaki düşmanlık, İsrail, İran ve İran’ın vekilleri arasındaki uzun ve kanlı çatışmayla kıyaslanamaz. Tahran’ın dini liderleri, Yahudi devletini haritadan silmeyi hedefliyor ve bu yıl iki ülke arasında doğrudan füze saldırıları yaşandı. Bu, İsrail ile İran destekli Hizbullah arasında onlarca yıldır süregelen mücadelenin bir tırmanışıydı.
Bu ay İran liderliğindeki ve İran’dan Irak’a, oradan da Suriye üzerinden Hizbullah’a kadar uzanan “direniş ekseninin” dağılması, İsrail için anında ve önemli bir güvenlik avantajı sağladı.
Ancak İsrailli yetkililer, özellikle Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Filistinli hareket Hamas gibi İsrail’in ezeli düşmanlarına verdiği açık destek göz önüne alındığında, Türkiye liderliğindeki Sünni İslamcılardan oluşan yeni bir eksenin zaman içinde aynı derecede ciddi bir tehlikeye dönüşebileceğinden endişe duyduklarını söylediler.
Yeni Suriye’nin fiili lideri, Ebu Muhammed El-Colani takma adıyla bilinen Ahmet El-Şara, çatışmayla ilgilenmediğini ve ülkeyi yeniden inşa etmeye odaklanmak istediğini söylese de kendisi ve Şam’daki diğer birçok üst düzey şahsiyet, her ikisi de Amerikan tarafından terörist olarak tanımlanan El Kaide ve İslam Devleti’nde kilit rollere sahipti. ABD, takım elbise giymeyi tercih eden ve bu hafta Şam’da Avrupalı diplomatlarla görüşen Colani’nin başına hala 10 milyon dolar ödül koymuş durumda.
Beşar Esad’ın devrilmesinden sonra Suriye’de düzen şekillenirken, Türkiye Şam’da açık ara baskın güç olarak ortaya çıktı. Bu durum Erdoğan’ı, eski Osmanlı topraklarından Libya ve Somali’ye kadar uzanan bir nüfuz alanı hedefine ulaşmaya her zamankinden daha fazla yaklaştırıyor. Bu, Filistin davasının en güçlü savunucusu olarak İran’la rekabet etmeyi de içeren bir yaklaşım.
İsrail parlamentosunun dışişleri ve savunma komitesi başkanı Yuli Edelstein bir röportajında “Türkiye ile ilişkiler kesinlikle kötü bir noktada, ancak her zaman daha da kötüleşme potansiyeli var” dedi: “Bu aşamada birbirimizi tehdit ediyor değiliz, ancak Suriye söz konusu olduğunda, Türkiye’den ilham alan ve silahlandırılan vekillerle çatışmalara dönüşebilir.”
Başkan seçilen Donald Trump pazartesi günü Mar-a-Lago’da yaptığı konuşmada Esad’ın devrilmesini Türkiye’nin Suriye’yi “dostça olmayan bir şekilde ele geçirmesi” olarak tanımladı. Erdoğan iki gün sonra Türkiye’nin Orta Doğu’da lider bir güç olması yönündeki kendi vizyonunu vurguladı. Erdoğan, “Bölgemizde ve özellikle Suriye’de yaşanan her olay bize Türkiye’nin Türkiye’den daha büyük olduğunu hatırlatıyor. Türk milleti kaderinden kaçamaz” dedi.
Türkiye ile yakın müttefik olan Katar dışında, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Ürdün gibi bölgedeki diğer Amerikan ortaklarının Türkiye’nin yeni hakimiyeti konusunda endişeleri var. Bu ülkelerdeki yetkililer Şam’dan yayılan siyasal İslam’ın yeniden canlanmasının kendi ülkelerinin güvenliğine zarar vermesinden korkuyor.
1949’da İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olan Türkiye, İsrail güçlerinin burada on binlerce Filistinliyi öldürmesinin ardından Başbakan Binyamin Netanyahu’yu “Gazze kasabı” olarak eleştirip İsrail’e ekonomik yaptırımlar uygulasa da Tel Aviv’de hala bir büyükelçilik bulunduruyor.
Tel Aviv Üniversitesi Çağdaş Orta Doğu Tarihi Kürsüsü Başkanı Eyal Zisser, “İki ülke arasında hala iletişim kanalları var ve Türkiye hala ABD’nin müttefiki, dolayısıyla aralarındaki sorunlar aşılabilir” dedi. Zisser, Türkiye’nin hakimiyetindeki bir Suriye’nin İsrail için İran’ın hakimiyetindeki bir Suriye’den çok daha iyi olacağına şüphe olmadığını da sözlerine ekledi.
Zisser, “Türkiye İsrail’in yok edilmesini arzulamıyor, nükleer silah geliştirmiyor, Hizbullah’a etkileyici bir füze cephaneliği sağlamıyor ve Suriye’ye on binlerce milis göndermiyor” dedi.
2012’de büyükelçilik kapatılana kadar Türkiye’nin Şam Büyükelçisi olarak görev yapan siyasi analist Ömer Önhon, Suriye’de yakın bir Türkiye-İsrail çatışmasından bahsetmenin çok endişe verici olduğu görüşünde. Büyükelçilik geçen günlerde yeniden açıldı.
Önhon, “Türkiye’nin karşı olduğu Netanyahu hükümetinin politikaları ve eğer bu politikalar değişirse ilişkiler tarih boyunca olduğu gibi yeniden normale dönebilir” dedi.
Türkiye’nin dış ve savunma politikaları uzun süredir peş peşe gelen Amerikan yönetimlerini rahatsız etti; bu yönetimler, Erdoğan’ın Rusya ile askeri ve nükleer enerji işbirliğine ve dönemin ABD yetkililerinin o dönemde “İslam Devleti’ne gizli Türk yardımı” olarak tanımladıkları duruma karşı çıkmışlardı. Washington’da İsrail, Ukrayna ve Tayvan’ı destekleyen bir düşünce kuruluşu olan Demokrasileri Savunma Vakfı İcra Direktörü Jonathan Schanzer, “Türkiye uzunca bir süredir Batı ittifakı içinde haydut bir devlet gibiydi” dedi.
Suriye’de şu anda devam eden tek şiddet olayı, Suriye Ulusal Ordusu olarak bilinen Türkiye destekli milislerin, ülkenin kuzeydoğusunda yer alan ve birçok ABD askeri üssüne ev sahipliği yapan Suriye Kürt bölgesine yönelik saldırısı. Bu savaşçıların bir kısmı Türkiye’nin güneydoğusundan gelen ve hem Ankara’nın hem de Washington’un terörist olarak gördüğü Kürdistan İşçi Partisi’ne (PKK) mensup etnik Kürtlerden oluşuyor.
Washington’un Suriyeli Kürt silahlı gruplara verdiği destek uzun zamandır Türkiye’nin en büyük şikâyetlerinden biriydi. Türkiye’nin iktidar partisi AKP’nin milletvekillerinden Mehmet Şahin, “Șu anda olan şey, bir NATO ülkesinin başka bir NATO ülkesine karşı faaliyet gösteren bir terör örgütüne destek vermesidir” diyerek Trump’ın bu desteği kesmesini umduğunu söyledi.
Bir diğer Türk milletvekili, Kürt yanlısı DEM partisinden Berdan Öztürk, Washington’un son on yılda İslam Devleti’ne karşı birlikte dökülen kan nedeniyle Suriyeli Kürtlere karşı bir yükümlülüğü olduğunu söyledi. Öztürk, “Türkiye şu anda her türlü temel insan hakkını ihlal ediyor. Eğer Kürt halkına ihanet ederlerse kimse ABD ile müttefik olmaz. Bir ortağınız varsa bu çok değerlidir ve bunu güçlendirmeniz gerekir.”
Ankara’yı öfkelendiren açıklamalarda bulunan İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar, bu hafta Kürtlerin, Türkiye ve İran tarafından aynı şekilde baskı gördüğünü belirterek, İsrail’in Kürtleri “doğal müttefikleri” olarak değerlendirmesi ve Kürtlerle ve diğer Orta Doğulu azınlıklarla ilişkilerini güçlendirmesi gerektiğini söyledi.
Kürt meseleleri konusunda uzun yıllara dayanan deneyime sahip eski bir Türk diplomat olan Aydın Selcen’e göre, bu tür açıklamalara rağmen İsrail’in Türkiye ve vekillerine karşı Suriyeli Kürt savaşçıları maddi olarak desteklemesi pek olası değil: “İsrail, Suriye’de Türkiye’ye sorun çıkarmaya çalışırsa aklını kaçırmış demektir” dedi.
Selcen, “Son gelişmelerde kazanan Ankara, kaybeden ise İsrail oldu. İsrail ve Türkiye arasında açık bir çatışma olasılığını mümkün görmüyorum. Bu hiç mantıklı değil” ifadelerini kullandı.
Suriye’de 2.000 kadar asker konuşlandıran ABD’nin aksine İsrail’in Suriye’nin Kürt bölgelerinde açık bir varlığı bulunmuyor. Amerika Ulusal Güvenlik için Yahudi Enstitüsü’nde araştırmacı olan Netanyahu’nun eski ulusal güvenlik danışmanı emekli Tümgeneral Yaakov Amidror, “Kürtlerle uzun süredir ilişkilerimiz var; bu bizim tarihimizin, onların tarihinin bir parçası. Ancak İsrail, Kürtleri destekleme konusunda Amerikan rolünü üstlenmeyecek” dedi.
Türkiye son günlerde defalarca İsrail’in Suriye’nin Golan Tepeleri çevresindeki işgal bölgesinden askerlerini çekmesini talep etti ve İsrail’i Esad rejiminin düşmesinden sonraki geçişi sabote etmeye çalışmakla suçladı. Mehmet Şahin, “İsrail, mevcut boşluktan faydalanarak işgal politikalarına devam etmek istiyor. Bu ne Suriye ne de bölge için iyi bir şey” dedi.
Netanyahu’nun en azından 2025 yılı boyunca süreceğini söylediği Suriye’nin güneyindeki toprakları işgalinin yanı sıra, İsrail son iki hafta boyunca Esad rejiminin askeri altyapısından geriye ne kaldıysa acımasızca bombaladı. Bu saldırılar Suriye’nin yeni yöneticilerini hava savunma, donanma, hava kuvvetleri veya uzun menzilli füzelerden mahrum bıraktı.
Ankara’nın askerlerini çekme talebine yanıt veren İsrail Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’nin Suriye’de işgal konusunu gündeme getirecek son ülke olması gerektiğini çünkü Türk askerlerinin 2016’dan beri bu ülkede faaliyet gösterdiğini, “cihatçı güçleri” desteklediğini ve ülkenin büyük bir bölümünde Türk para birimini, bankacılık ve posta hizmetlerini yaygınlaştırdığını söyledi.
Colani’nin örgütü Heyet-i Tahrir el-Şam, ABD tarafından terörist grup olarak listelenmeye devam ediyor. İsyancı komutan ılımlı bir imaj çizmeye çalışıyor. Defalarca azınlıkların haklarını savundu ve yeni Suriye’nin İsrail ile yeni bir çatışma başlatmak yerine yaklaşık 14 yıllık iç savaşın yarattığı yıkımın ardından yeniden inşa etmekle ilgilendiğini söyledi.
Ancak bu güvenceler İsrail yönetimindeki pek çok kişiyi ikna etmedi. Ne de olsa Colani, 7 Ekim 2023’te Hamas tarafından İsrail’e düzenlenen saldırıyı desteklemişti. Colani takma adı, İsrail’in 1967’de Suriye’den ele geçirdiği ve o zamandan beri ilhak ettiği Golan Tepeleri’ndeki ailesinin kökenine atıfta bulunuyor.
Atlantik Konseyi’nde kıdemli araştırmacı olarak görev yapan ve birçok İsrail başbakanına danışmanlık yapan Shalom Lipner, “HTŞ’nin Türkiye’nin himayesi altında Şam’da kontrolü sağlaması, İsrail’in kuzeydoğu sınırında düşman İslamcılarla karşılaşma ihtimalini artırıyor. Eğer Kürtler geri püskürtülürse bu durum daha da karanlık bir hal alabilir ve IŞİD’in yeniden canlanmasına yol açabilir” dedi. Lipner’a göre “İsrail derin bir savunma pozisyonunda.”
Netanyahu döneminde kabinede çeşitli üst düzey görevlerde bulunmuş ve İsrail parlamentosunun başkanlığını yapmış olan İsrailli Milletvekili Edelstein, Suriye’den gelebilecek potansiyel tehditlerin, ülkenin yeni yöneticilerinin zayıflığı göz önüne alındığında, acil olmadığını söylüyor. Ancak orta vadede Suriye’nin güneyindeki İslamcı grupların İsrailli toplulukları tehlikeye atabileceğini, uzun vadede ise Türk silahları ve desteğiyle yeniden inşa edilen Suriye ordusunun Esad’ın ordusunun 20. yüzyılın son on yıllarında yarattığı türden bir konvansiyonel tehlikeyi yeniden yaratabileceğini söyledi.
Edelstein, Suriye’nin yeni liderlerinden gelen iyi niyet açıklamalarının, Hamas’ın 7 Ekim saldırısından önce İsrail’i yanlış bir güvenlik hissine sürükleyen açıklamaları kadar itibar görmesi gerektiğini söyledi.
Edelstein, “Sadece İsrail değil hepimiz Suriye’deki yeni rejimi normalmiş gibi göstermeye çalışırken çok dikkatli olmalıyız. Biz Suriye’de vekiller yaratma işinde değiliz, biz sınırlarımızı koruma derdindeyiz. Ancak sınırlarımıza yakın olan toplulukların birçoğu Suriye’deki azınlık topluluklarıdır ve İslamcı milisler tarafından istila edilmediklerinden ve bu yerlerin gelecekte İsrail’e yönelik saldırı için askeri bir üsse dönüşmediğinden emin olmalıyız” diye konuştu.
DÜNYA BASINI
Esad’dan sonra sırada İran mı var?
Yayınlanma
1 hafta önce14/12/2024
Yazar
Harici.com.trÇevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.
Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.
Sırada Tahran mı var?
İran’ın güç miti paramparça oldu
Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.
26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.
İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.
İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.
ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.
Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.
Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.
Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.
Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.
Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.
Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.
Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.
¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)
DÜNYA BASINI
Suriye’de Esad’ın devrilmesi Çin’i nasıl etkileyecek?
Yayınlanma
1 hafta önce12/12/2024
Yazar
Harici.com.trSuriye’de Beşar Esad yönetiminin düşüşü Çin’in Orta Doğu politikasını nasıl etkileyecek? Al Jazeera’da Sarah Shamim imzasıyla yayınlanan analizi sizler için çevirdik.
***
11 Aralık 2024
Aljazeera, Sarah Shamim
Çin, BMGK vetoları, yatırımlar ve yardımlar yoluyla Esad’ın yanında sessizce yer aldı ancak İran ya da Rusya gibi savaşa doğrudan müdahil olmadı.
Çin geçen yıl eylül ayında 19. Asya Oyunları’na ev sahipliği yaparken Devlet Başkanı Xi Jinping, Suriye lideri Beşar Esad’ı doğudaki Hangzhou kentinde göl kenarındaki pitoresk bir konukevinde ağırladı.
Xi ve Esad görüşmeden çıktıklarında Çin ve Suriye arasında “stratejik ortaklık” adı verilen bir anlaşma imzalanmıştı.
Bir yıldan biraz fazla bir süre sonra, Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) liderliğindeki muhalif isyancı grupların pazar günü Suriye’nin başkenti Şam’ı ele geçirerek Rusya’ya kaçan Esad’ı devirmesinin ardından bu ortaklık paramparça oldu.
O zamandan bu yana Çin, Suriye’deki hızlı değişimlere verdiği tepkide temkinli davrandı. Pazartesi günü Çin Dışişleri Bakanlığı, Suriye’de istikrarın yeniden tesis edilmesi için bir an önce “siyasi bir çözüm” bulunması gerektiğini söyledi.
Ancak analistler, bu ihtiyatlılığın Çin’in Suriye ile ilişkilerine daha geniş bir çerçevede nasıl yaklaştığını da gösterdiğini, Esad’ın aniden devrilmesinin dünyanın ikinci büyük ekonomisini tam da Orta Doğu’daki ayak izini giderek genişletmeye çalıştığı bir dönemde etkilediğini söylüyor.
Peki Çin’in Suriye ile ilişkisi neydi ve Şam’daki yeni liderlikle nasıl değişecek?
Çin’in Esad ile ilişkisi nasıldı?
Çin, Esad rejiminin çöküşünden bu yana Suriye’nin gelecekteki yönü konusunda taraf tutma konusunda resmi olarak çekingen davranıyor.
Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mao Ning pazartesi günü düzenlediği olağan basın toplantısında “Suriye’nin geleceğine ve kaderine Suriye halkı karar vermeli ve ilgili tüm tarafların en kısa sürede istikrar ve düzeni yeniden tesis edecek siyasi bir çözüm bulmasını umuyoruz” dedi.
Ancak Çin, İran ve Rusya’nın aksine Suriye savaşına doğrudan askeri müdahalede bulunmamış olsa da Esad’ın görevde olduğu dönemde Şam ve Pekin arasındaki ilişkiler oldukça samimiydi.
Ve giderek daha da ısınıyordu.
Suriye liderinin Hangzhou ziyareti, neredeyse yirmi yıl sonra ülkeye yaptığı ilk resmi ziyaretti. Bu ziyaret sırasında Çin, Suriye liderinin dünyanın pek çok ülkesi tarafından dışlandığı bir dönemde, on yılı aşkın bir süredir devam eden savaşın ardından Suriye’nin yeniden inşası için Esad’a yardım sözü verdi.
Çin devlet medyasına göre Xi, Esad’a “İstikrarsızlık ve belirsizliklerle dolu uluslararası bir durumla karşı karşıya olan Çin, Suriye ile birlikte çalışmaya, birbirini sıkı bir şekilde desteklemeye, dostane işbirliğini teşvik etmeye ve uluslararası adalet ve hakkaniyeti ortaklaşa savunmaya devam etmeye isteklidir” dedi.
Xi, iki ülke arasındaki ilişkilerin “uluslararası değişimlerin testine dayandığını” da sözlerine ekledi.
Esad’a diplomatik kalkan
Çin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) veto yetkisini kullanarak Esad’ı eleştiren karar tasarılarını 10 kez bloke etti. Bu sayı, BMGK’da Suriye savaşıyla ilgili önerilen 30 karar tasarısından sadece biri.
Örneğin Temmuz 2020’de Rusya ve Çin, Türkiye’den Suriye’ye yardım sevkiyatının genişletilmesini öngören bir karar tasarısını veto etti. Bu ülkeler veto gerekçelerini Suriye’nin egemenliğini ihlal ettiği ve yardımların Suriye makamları tarafından dağıtılması gerektiği şeklinde açıkladı. Geri kalan 13 üye kararın geçmesi yönünde oy kullandı.
Çin’in BM Büyükelçisi Zhang Jun, Suriye’ye yönelik tek taraflı yaptırımları ülkedeki insani durumu daha da kötüleştirmekle suçladı. Söz konusu yaptırımlar Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği tarafından uygulanıyor.
Eylül 2019’da Rusya ve Çin, Suriye’de isyancıların güçlü olduğu İdlib’de ateşkes çağrısında bulunan bir karar tasarısını veto etti.
Al Jazeera’nin Diplomasi Editörü James Bays o zaman şöyle demişti: “Bence Çinliler birkaç kez yaptıkları gibi dayanışma için Ruslarla birlikte hareket ettiler ama bu karara asıl itiraz eden Rusya’ydı.”
Esad’ın Suriye’sinde Çin parası
Ancak Çin, Suriye’de Rusya’nın yardımcısı olmaktan çok daha fazlasını yaptı. Son on yılda Çin, Esad hükümetine verdiği desteğin bir göstergesi olarak Suriye’ye yaptığı mali yardımı artırdı.
Aralık 2016’da Suriye hükümeti Halep şehrini geri alarak isyancılara karşı bir zafer kazandı. Kıbrıs merkezli bağımsız risk ve kalkınma danışmanlık şirketi Operasyonel Analiz ve Araştırma Merkezi’ne (COAR) göre bu durum Çin’in yardım stratejisinde bir dönüm noktası oldu.
COAR raporlarına göre Çin’in Suriye’ye yaptığı yardım 2016’da yaklaşık 500.000 dolardan 2017’de 54 milyon dolara çıkarak 100 kat arttı. Ekim 2018’de Çin, Suriye’nin en büyük limanı olan Lazkiye’ye 800 elektrik jeneratörü bağışladı.
Pekin ayrıca Suriye petrol ve doğalgazına toplamda yaklaşık 3 milyar doları bulan büyük ve uzun vadeli yatırımlar yaptı.
2008 yılında Çin’in petrokimya şirketi Sinopec International Petroleum Exploration and Production Corporation, Kanada’nın Calgary merkezli Tanganyika Oil şirketini yaklaşık 2 milyar dolar değerinde bir anlaşmayla satın aldı. Tanganyika’nın Suriye ile bir üretim paylaşım anlaşması vardı ve Suriye’deki iki sahada işletme hisseleri bulunuyordu.
2009 yılında Çin’in devlete ait çok uluslu şirketi Sinochem, Suriye’de faaliyet gösteren İngiliz petrol ve gaz arama şirketi Emerald Energy’yi 878 milyon dolara satın aldı.
Ve 2010 yılında Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC) Shell’in Suriye biriminin yüzde 35 hissesini almak için Shell ile bir anlaşma imzaladı.
Berlin merkezli The Syria Report’a göre, bu yılın başlarında Suriye Elektrik Bakanı Ghassan Al-Zamel, Suriye’nin batı şehri Humus yakınlarında büyük bir fotovoltaik tesis inşa etmek üzere Çinli bir şirketle 38,2 milyon avroluk (yaklaşık 40 milyon dolar) bir sözleşme imzalandığını doğruladı.
Suriye de 2022 yılında Xi’nin Asya’yı Afrika, Avrupa ve Latin Amerika’ya bağlayan karayolları, limanlar ve demiryollarından oluşan Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ne (BRI) katıldı.
KYG’ye katılmasından bu yana Suriye’deki yatırımlar yavaş ilerledi ve ABD’nin ikincil yaptırım tehdidiyle karşı karşıya kalan Çin, son yıllarda Suriye’deki bazı projelerinden çekildi.
Yine de Ekonomik Karmaşıklık Gözlemevi’ne göre Çin, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ardından Suriye’nin en büyük üçüncü ithalat kaynağı. 2022 yılında Çin’in Suriye’ye ihracatı kumaş, demir ve lastik tekerlekler başta olmak üzere 424 milyon dolar olarak gerçekleşti. Suriye’nin Çin’e ihracatı ise sabun, zeytinyağı ve diğer bitkisel ürünlerle kıyaslandığında yok denecek kadar az.
Suriye’deki durum Çin’i nasıl etkileyecek?
Londra merkezli düşünce kuruluşu Chatham House’un Asya Pasifik Programı kıdemli araştırma görevlisi William Matthews Al Jazeera’ye yaptığı açıklamada, “Esad’ın düşüşü Çin için diplomatik bir ortağın kaybı anlamına geliyor” dedi.
Matthews, “Çin’in bölgedeki genel yaklaşımı pragmatik bir angajman olmuştur” diye ekledi.
Matthews, HTŞ’nin “Çin ile yakın bir ortak olarak çalışmak istemeyeceğini, ancak Çin’in büyük olasılıkla işbirliği fırsatları da dahil olmak üzere yeni hükümetle ilişkilerini sürdürmeye çalışacağını” söyledi.
Matthews, Çin’in Afganistan’da Taliban ile olan angajmanının potansiyel bir karşılaştırma sağlayabileceğini ancak bunu kesin olarak söylemek için henüz çok erken olduğunu belirtti.
Bu yıl 30 Ocak’ta Xi’nin hükümeti, grubun 2021’de iktidarı ele geçirmesinden bu yana bir Taliban diplomatını resmen tanıyan ilk hükümet oldu. Hiçbir ülke Taliban liderliğindeki hükümeti resmen tanımazken, Pekin eski bir Taliban sözcüsü olan Bilal Karimi’yi Çin’in resmi elçisi olarak tanıdı. 2023 yılında birçok Çinli şirket Taliban hükümetiyle iş anlaşmaları imzaladı.
Uluslararası ve bağımsız bir Çin stratejisti olan Andrew Leung, “Çin’in Taliban’la iyi ilişkiler içinde olmaya devam etmesi” gerçeğinin, “HTŞ’nin Çin için kritik bir sorun teşkil etme ihtimalinin düşük olduğunu” gösterdiğini söyledi. Hong Kong’da birçok üst düzey hükümet görevinde bulunmuş olan Leung sözlerine şunları da ekledi: “Gerçekten de Çin’in altyapı inşa etme kapasitesi savaşın yıkıma uğrattığı Orta Doğu’da rağbet görecektir.”
Ancak Çin’in bu yatırım talebine nasıl karşılık vereceği belirsiz.
Matthews, “Çin’in son yıllarda denizaşırı yatırımlar konusunda daha temkinli bir yaklaşım benimsediği göz önüne alındığında, Çin’in Suriye’de yeni yatırımlar yapması mümkün olsa da, bunlar muhtemelen istikrarsızlık riski ve daha uzun vadeli etki için potansiyel fırsatlara karşı kalibre edilecektir” dedi.
Esad’ın düşüşünün Çin için bir zorluk teşkil ettiğini çünkü “Çin’in Orta Doğu bölgesinde ekonomik ve kalkınma ortağı olarak ve giderek artan bir şekilde teknoloji ve savunma gibi alanlarda artan çıkarları olduğunu” sözlerine ekledi.
Mart 2023’te Çin, Suudi Arabistan ve İran arasında diplomatik bir yumuşamaya aracılık etti. Yıllardır süregelen gerginliğin ve 2016 yılında iki ülke arasındaki ilişkilerin resmen kesilmesinin ardından bu anlaşma sürpriz oldu.
Bu yılın temmuz ayında Pekin, rakip Filistinli gruplar Hamas ve El Fetih’in yanı sıra 12 küçük Filistinli grubu ağırladı. Üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından gruplar, İsrail’in Gazze’deki savaşı sona erdikten sonra Filistinlilerin Gazze üzerindeki kontrolünü sürdürmeyi amaçlayan bir “ulusal birlik” anlaşması imzaladı.
Matthews’a göre, “Çin için en önemli gerileme, Esad’ın devrilmesinin, çatışmanın komşu ülkelere yayılması da dahil olmak üzere bölgesel istikrar açısından yarattığı risktir”.
AB liderleri, küresel ve bölgesel zorlukları ele almak üzere Brüksel’de toplandı
AfD’nin seçim programına kısa bir bakış
Çin ve Pakistan terörle mücadele tatbikatlarını tamamladı
AB ve Ukrayna, Biden’ı 2022’de Kiev’in ‘zaferine’ engel olmakla suçluyor
Trump’ın “51. eyalet” şakası Kanada’yı karıştırdı
Çok Okunanlar
-
ORTADOĞU2 hafta önce
Eski Beyaz Saray yetkilisi Doran: Suriye’de İsrail ve Türkiye’nin çıkarları örtüşüyor
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 1
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Suriye’de kim kazandı?
-
RUSYA2 hafta önce
Rusya’nın Suriye’deki üslerinin akıbeti ne olacak?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 2
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Esad rejimi neden sadece 12 günde çöktü?
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Suriye hezimeti ve Rusya: Birkaç soru ve yanıt
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Şii Hilali, “Yeni Ay” Olma Yolunda