Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Sovyet basınında 12 Eylül – 3

Yayınlanma

Bütün bu haberlerin en önemlisi, dahası, bütün bu haberlerin aslında gazetecilik kaygılarının değil (öyle olsa, ve karşımızda Pravda yahut İzvestiya değil de başka, mesela batılı ilerici bir yayın organı olsa, nesnel kaynaklara erişemedikleri için “yerel gazetelerin” yazdıklarını aktarmakla yetindikleri düşünülebilirdi) ama (baştan beri altını çizmeye çalıştığım) bir ideolojik-siyasi anlayışın sonucu olduğunu gösteren önemli bir “perspektif yazısı” var, 30 Ekim tarihli Pravda’nın sayfasını işgal eden. Gene Filippov imzalı bir haberle karşı karşıyayız; darbe idaresiyle ilgili izlenimlerini geçmiş. İlginç bir üslupla yapmış bunu; adeta darbe yönetiminin tezlerini marksist sosa bulayarak ülkedeki duruma dair az çok nesnel bir analizle karıştırmak ister gibi; ne var ki doğal olarak bu şekilsiz lapadan çıka çıka faşist darbenin aklanması çıkmış. Uzun bir alıntı yapmaya değer:

“Askerlerin sahnenin önüne çıkması ülkede meydana gelen belli iç siyasi durumla ilişkili. Türkiye Cumhuriyeti son yedi yıldır uzatmalı bir kriz yaşıyordu. Kiminde Demirel liderliğinde Adalet Partisi kiminde Ecevit liderliğinde Cumhuriyet Halk Partisi tarafından birbiri ardınca kurulan hükümetler muhtelif burjuva-toprak ağası kesimlerin menfaatlerini yansıtıyordu ve kriz durumunu aşma gücüne sahip değildi. Bu partilerin hiçbiri parlamentoda mutlak çoğunluk kazanamıyordu. Sonuçta… en yüksek yasama organı paralize olmuştu. Örneğin partiler arası çekişmeler içindeki parlamenterler beş ay boyunca bir cumhurbaşkanı seçememişlerdi. Başlıca iki burjuva grubunun iktidar mücadelesini sertleştiren siyasi istikrarsızlık, sağ milliyetçi ve maocu aşırı solcu örgütlerin terörüyle iyice derinleşiyordu. … Terörün vurucu gücü küçük tüccarların, kırdaki kulakların ve deklase olmuş şehirli gençliğin menfaatlerini ifade eden neofaşist Milliyetçi Hareket Partisi’ydi. … Erbakan liderliğindeki dinci Milli Selamet Partisi devletin laik niteliğine karşıydı, medeni kanunun daha ilk Cumhurbaşkanı Atatürk tarafından reddedilen şeriat kurallarıyla değiştirilmesini talep ediyordu. … Aşırılıkçı çıkışlar Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı ağır iktisadi kriz… ortamında gelişiyordu. … Bu ortamda ordu yönetimin dizginlerini eline aldı, Milli Güvenlik Konseyine göre Türkiye’yi krizden çıkaracak bir tedbirler programı açıkladı. Aynı zamanda askeri yönetim iktidarının geçici nitelik taşıdığı da açıklandı. … Güvenlik kuvvetleri ve askeri birlikler örgütlü terör dalgasını kırdılar. Basın, neofaşist Milliyetçi Hareket Partisi tarafından kurulan yıkıcı terörist çetelerin geniş ağının tasfiye edildiğini bildiriyor. … Dinci Milli Selamet Partisi’nin ve sol aşırılıkçı grupların faaliyetleri de soruşturuluyor. … Dernek ve sendikaların aktivistlerinden oluşan bir grup da serbest bırakıldı. Askeri yetkililer faaliyetlerini sadece temizlik ve önleyici tedbirlerle sınırlandırmıyor; yasama reformları da ilan ettiler. Yeni anayasa kabul edilecek. … İktisadi alanda yönetimin faaliyetleri esasen bir önceki hükümet tarafından getirilen tedbirlerin devamına dayanıyor. Öncelikle özel sektörün geliştirilmesi siyaseti devam ediyor. İktisadi planlar daha önce olduğu gibi batıdan yabancı sermayenin ve geniş mali-iktisadi yardımın çekilmesi hesaplarıyla yapılıyor. … yeni yönetim, daha önceki hükümet tarafından IMF’nin baskısıyla sosyalist ülkelerle ticari ilişkilere getirilen bir dizi ciddi sınırlamayı da kaldırdı. … Hükümet programında sosyal nitelikli teminatlar da var: halkın hayat seviyesinin yükseltilmesi, 3 milyonu aşan işsizlikle mücadele, tarımsal reformlar gerçekleştirilmesi. Dış siyasete gelince… Türkiye’nin bugünkü yöneticileri komşularıyla ve bu meyanda Sovyetler Birliği’yle de ilişkileri iyileştirmeye özel bir önem vereceklerini açıklıyorlar. … Türk toplumu milli bayramını… kutlarken ülkenin mevcut güçlüklerin üstesinden başarıyla geleceği umudunu ifade ediyor.”

Sovyet basınında 12 Eylül – 2

Alabildiğine tepetaklak, alabildiğine çarpık, sübjektif, yanlış; ama derdini eksiksiz anlatıyor.

İzvestiya 31 Ekim’de Ecevit’in CHP genel başkanlığından istifa ettiğini duyurmuş. 3 Kasım’da ise Konsey genel sekreteri Haydar Saltık’ın açıkladığı “Türkiye’nin demokratik düzene geçiş programını” haberleştirmiş. Ayrıntılarını bildiğimiz şeyler (kurucu meclis, yeni anayasa, yeni siyasi partiler ve seçim kanunu). Ertesi gün Pravda’da Filippov da yazmış aynı şeyleri, ancak bir farkla: tıpkı 30 Ekim’deki benzersiz perspektif yazısında olduğu gibi burada da yeni anayasanın “kabul edileceğini” vurgulamış. Kehanet değilse eğer (olmadığını düşünmek için her türlü sebep var) kabul edilmeme alternatifi olmadığını bildiği için.

İzvestiya ertesi gün SSCB bakanlar konseyi başkanı N. Tihonov’un 29 Ekim bayramı vesilesiyle Başbakan Ulusu’ya gönderdiği tebrik telgrafını ve Ulusu’nun cevabını yazmış; her ikisinde de “SSCB ve Türkiye arasındaki ilişkilerin gelecekte de iyi komşuluk ve karşılıklı yarara dayanan işbirliği ruhuyla sürdürüleceği umudu” dile getirilmiş. Aynı haberi bir gün gecikmeyle (sabah baskısı yaptığı için bu gecikme) Pravda da veriyor. Başlıca saiki antikomünizm olan bir faşist cunta yönetiminin dünya komünizminin başı saydığı Sovyetler Birliği yönetimiyle resmi ilişkilerinde sıraladığı saygı ifadelerindeki ikiyüzlülük şaşırtıcı doğrusu. Aynı ikiyüzlülük 11 Kasım’da gene İzvestiya’da yayınlanan Evren’in devlet başkanı sıfatıyla SSCB Yüksek Sovyet Prezidyumu başkanı Leonid Brejnev’e gönderdiği Ekim Devrimi tebrik telgrafında da var. Faşist darbenin lideri şöyle diyor:

“Büyük Ekim Devrimi’nin 63’üncü yıldönümü vesilesiyle Türk halkı ve kendi adıma siz ekselanslarına en samimi tebriklerimi… gönderiyorum. Bu vesileyle… Türkiye ve Sovyetler Birliği arasındaki iyi komşuluk ve dostça işbirliği ilişkilerinin bundan sonra da ülkelerimizin esenliği ve bütün dünyada barış için gelişmeye devam edeceği umudumu ifade ediyorum.”

Pravda’da Filippov 14 Kasım’da Hürriyet’e dayanarak TİKP’in (Aydınlıkçılar) Ankara’daki genel merkezinde arama yapıldığını ve “Pekin’le sıkı ilişkiler içinde bulunduklarına” dair çok sayıda belge ve malzeme bulunduğunu yazıyor. Hürriyet’e göre ayrıca MHP genel merkez ve şubelerinde yapılan aramalarda da bu örgütün katliam ve şiddet eylemlerindeki rolünü aydınlatacak ek bilgiler ortaya çıkmış.

Bu Aydınlık meselesi önemli. Filippov (Pravda) 21 Kasım’da tekrar dönmüş ona ve “maocu TKİP’in elebaşı Perinçek ve aktif aşırılıkçı suç ortaklarının tutuklandığını” yazmış. Demek ki izlek şu: cunta neofaşistlerle maocu aşırılıkçıları tutukluyor — böylece Pravda da faşist darbecilerin “aşırı sola da aşırı sağa da” eşit mesafede bulunduğu, hem zaten bir grup sendikacıların serbest bırakıldığı, dolayısıyla solun demokratik faaliyetleri açısından büyük bir engel bulunmadığı yanılgısını hiç şüphesiz bilinçli olarak destekliyor ve bunu yaparken TKP dışındaki bütün solu (TKP’nin faşist darbeyle ilgili henüz bir açıklaması yok zaten veya varsa bile Pravda da İzvestiya da bunu aktarma gereği duymamış) ne varsa TİKP torbasına dolduruyor. Aydınlık meselesinin önemi tam da burada. Oysa Aydınlık bugün olduğu gibi o zaman da kendi meşrebine en yakın olanlar dışında Türkiye solunun her kesimiyle çatışıyordu ve solun büyük bölümü tarafından sol olarak dahi kabul edilmiyordu. Oysa Pravda büyük bir yetenekle bütün bu solu Aydınlık’la eşleştiriyor.

Hem Pravda hem de İzvestiya bütün bu süre boyunca Türk basınında cesaret edip çıkan tek tük anti-Amerikancı seslerin etkisini abartmış. Bir örnek: İzvestiya 19 Kasım’da “Kararlı bir uyarı” başlığı altında “etkili Türk gazetesi” Günaydın’ın “ABD’nin Ortadoğu bölgesinde Türkiye’yi barış davası için tehlikeli olacak askeri hazırlıklara çekme girişimlerine karşı kararlı bir uyarı yayınladığını” yazıyor. Bu muhtemelen Teoman Erel’in bir yazısı (Filippov da biraz gecikmeli olarak, belki o gün başka bir yazı konusu bulamadığından, 30 Kasım’da aynı yazıyı haberleştirmiş). Erel bu yazısında “Türkiye’nin aynı zamanda Kuzey Atlantik paktı üyesi olarak lideri ABD olan bu paktın Ortadoğu’da bir ‘acil müdahale kuvveti’ meydana getirir ve Amerikan basın organları Türkiye’nin, askeri teçhizat ve araçların depolanacağı en iyi üs ve NATO füzeleri için en iyi fırlatma rampası olarak düşünülmesi gerektiği yönünde yayınlar yaparken uyanık olması gerektiğini” söylemiş. Teoman Erel’in yazısı öngörülüymüş gerçekten; İzvestiya şöyle özetlemiş: “Günaydın’a göre bu bahanelerle Türkiye’yi devre dışı bırakma amacı gizleniyor; bunun meyvelerinden de bütün Avrupa yararlanacak. Günaydın, Türkiye’nin NATO müttefiklerinin demokratik bir Türkiye mi görmek istediklerini yoksa Avrupa’nın dışında fakir ve muhtaç bir devlet olarak Sedat tipi bir ileri karakol olarak mı bırakmak istediklerini soruyor.” Ne var ki İzvestiya (ve Pravda) bu dönemde her kim olursa olsun Türkiye’nin ABD oryantasyonuna çıkan hiçbir sesin “askeri yönetim” tarafından ciddiye alınmayacağını ve dahası bu seslerin mümkün olan en kısa sürede susturulacağını düşünmemiş, düşünememiş. Sovyetler Birliği tarihi boyunca Türkiye ile ilgili muazzam hesapsızlıklardan bir diğeri daha.

Belki de hesapsızlıktan daha fazlası. Pravda 25 Kasım’da Milliyet’in başyazısında Türkiye’nin Sovyetler Birliği ile iyi ilişkilerini geliştirmesi gerektiği ifadelerini aktarıyor. Türkiye’nin “bir önceki hükümetin IMF ve batılı tekellerin baskısıyla aldığı” Sovyetler Birliği ile dış ticaretin sınırlanması kararını iptal etmesi, Sovyet yönetimi tarafından herhalde faşist darbecilerin ülkenin bağımsızlığına sahip çıkma kararlılığı olarak görülüyor ve Milliyet’in Sovyetler Birliği ile iyi ilişkilerin geliştirilmesi gerektiği çıkışı da bunun delili sayılıyor. Pravda 4 Aralık’ta gene aynı telden çalıyor: bu defa Ankara’da yayınlanan Barış gazetesinin “ünlü yazarı” Ahmet Şükrü Esmer’in yazısını özetlemiş; buna göre Esmer, IMF ve diğer batılı tekelci örgütlerin Türkiye’nin güçlüklerinden yararlanarak kapılarını yabancı sermayeye geniş bir şekilde açmasını dayattığını, keza ABD’nin “yardım” karşılığı askeri üsler istediğini, oysa SSCB’nin herhangi bir dayatmada bulunmadan ve milli bağımsızlığa zarar vermeden teknik-iktisadi yardımda bulunmakta olduğunu yazmış.

“Askeri yönetimin” İsrail ile diplomatik ilişkileri kesme çıkışı da aynı şekilde kavranıyor; Filippov 3 ve 7 Aralık’ta iki defa yazmış bunu. 7 Aralık yazısı, tıpkı Günaydın’da Teoman Erel’in yazısında olduğu gibi, basındaki sesleri iktidarın eğilimlerinin işareti sayma gafletinin bir başka örneği; bu defa da Hürriyet’e dayanarak darbe yönetiminin İsrail ile diplomatik ilişkileri dondurma kararının ABD Kongre’sindeki “siyonist çevrelerin” öfkesini çektiğini ileri sürüyor. Hürriyet’e göre: “Türkiye’nin dış siyasetine karşı çıkan Amerikan siyonistleri aceleyle bir Türkiye karşıtı koalisyon kurmaya giriştiler.” Ancak: “Halkın geniş kesimlerinin duygularını yansıtan Türk basını yönetimin İsrail’le ilişkileri dondurma çizgisini destekliyor.” Pravda yorumsuz aktarıyor bunları; belli ki aynı düşünceleri paylaşıyor.

Bu arada hem İzvestiya’nın hem de Pravda’nın faşist cuntadan reklamlar serisi devam ediyor. İzvestiya 2 Aralık’ta Türkeş’in yargılanmasına tekrar başlandığını bildiriyor. MHP’nin “anarşi ve terörün yayılmasında önemli derecede sorumluluk taşıdığını” vurgulamış; “askeri yönetim” bu eylemleri soruşturma konusu yaptığına göre darbeciler olumlu bir tutum takınıyor olmalı. MHP davası Sovyet yönetiminin darbecilere yaklaşımında kendince bir tür turnusol kâğıdı olmuş belli ki; 9 Aralık’ta Pravda’da Filippov da “İkinci Dünya Savaşı yıllarında Alman istihbaratının casusu olan nefofaşistlerin elebaşı Türkeş’in” mahkeme karşısına çıkarıldığını yazıyor. Darbecilerin “hem aşırı sağa hem aşırı sola karşı” olduğu demagojisini aynen yansıtmaya devam ediyor; siyasi terörün sorumlusu olarak (MHP’yle birlikte) “maocu aşırılıkçıları” da sayıyor. Pravda bundan bir gün önce de başbakan Ulusu’nun askeri yönetimin faaliyetleriyle ilgili basın toplantısını yazmış, en ufak yorum katmadan. Ulusu’ya göre “örgütlü terörün beli büyük ölçüde kırılmış”. Ulusu ekonomideki krizi aşmak için bir takım adımlar atıldığını, ancak enflasyon ve işsizlikle mücadelenin bir numaralı sorun olduğunu da söylemiş. Keza Türkiye’nin dış siyasette geniş uluslararası işbirliğinden yana olduğunu vurgulamış, NATO’ya bağlılığının altını çizmiş ama bununla birlikte SSCB ve diğer sosyalist ülkelerle işbirliğini geliştirmek istediğini söylemiş.

Başka deyişle faşist darbeye karşı hayırhah tutumda hâlâ hiçbir değişiklik yok.

Pravda’da Filippov 13 Aralık’ta bir başka farsa daha imza atmış. Türkiye’de özel sektörde, özellikle de metalurji, tekstil ve cam işçiliğinde işçilerin temel haklarının sistematik olarak çiğnendiğini yazmış; ama şu ifadeye bakınız: “Bu sektörlerde patronlar MGK’nın… talimatlarını ihlal ederek her türlü bahaneyle işçiler ve memurlarla toplu iş sözleşmeleri imzalamayı reddediyor, mesai ücretlerini ödemiyor ve sanayide istihdam edilen insanların çalışma şartlarını iyileştirmekle ilgilenmiyor.” Öyle ki yaklaşık yarım milyon insanı temsil eden Türk-İş “işletmecilerin yaptığı kanunsuzlukların sona ermesini kararlılıkla talep etmiş”. Düşünebiliyor musunuz, MGK’nın “talimatlarını” çiğneyerek! Eğer bu “talimatlar” çiğnendiyse “askeri yönetim” muhakkak elindeki sopayı kullanacaktır — belli ki beklenti bu yönde. İzvestiya sadece 12 gün sonra DİSK’in “anayasal düzeni yıkmak demek olan proletarya diktatörlüğü tesisine yönelik faaliyetleri” yüzünden yasaklanması davasını haberleştirmiş; ama (hayali sohbetimize devam etmiş olsaydık eğer) herhalde gene Nasır Mısır’ını örnek gösterirlerdi.

Birkaç haber daha var, ama onlar nispeten önemsiz, yazıyı uzatmaktan başka bir anlam da taşımayacak. Ancak bütün bu üç buçuk aylık dönemin en eğlenceli yazısı, Filippov’un 20 Aralık tarihli kısa haberi. Filippov, Washington’un Türkiye’de bulunan Amerikan askerlerine üsleri dışında bulundukları sırada sivil kıyafetler giymeleri talimatı verdiklerini yazıyor. “Amerikan kaynaklarına” göre bu “Türkiye’de anti-Amerikancılığın yükselmekte oluşuyla” ilgiliymiş.

12 Eylül’de anti-Amerikancılığın yükselişini bulmak için ne olmak gerek, bilmiyorum.

SONUÇ

Hiçbir siyasi sistem cennet vaat edemez ve her siyasi sistem kendi meşrebince hatalarla maluldür. Sovyetler Birliği’nin dış siyaseti kurucu ideolojinin bir parçası olarak enternasyonalizmle devlet olarak varlığının ürettiği pragmatizm arasında daha kuruluşundan itibaren (ikincisinin zamanla belirleyici ağırlık kazanmaya başladığı) bir sarkacı andırıyordu. Bunda anlaşılmayacak bir şey yok; devlet olmakla enternasyonalizm arasında böyle bir açı vardır ve bundan sonra da olacak. Bununla birlikte sarkaç her şeye rağmen düzgün ayarlanabilirdi ve bunun için sadece değerlendirmelerinde objektif olmak, “somut şartların somut analizini yapmak” gerekirdi; oysa pragmatizmin tayin edici olduğu dönemlerde (hiç değilse Türkiye söz konusu olduğunda) bu pragmatizm nesnel analizler üzerine değil sübjektif kanaatler üzerine kurulmakla kalmadı, üstüne üstlük marksizm sosuyla da ıslandı.

Evet, devir değişti artık, bugün başka bir dünyada yaşıyoruz. Sovyet dış siyaseti kâğıt üstünde “ideolojik” bir siyasetti: proletarya enternasyonalizmine dayanıyordu; ama (bu enternasyonalizmden özellikle Afrika ülkelerinde 1990’a kadar hiçbir zaman tamamen vazgeçmemiş olsalar bile) gerçekte Türkiye’de faşist darbede halkçı bir eğilim arama pragmatizmine varmıştı. Muazzam bir siyasi yanılgı!

Rusya Federasyonu’nun dış siyaseti ise resmen pragmatist olarak tanımlanır; bu siyaset Rusya’nın “milli menfaatlerini” esas alır. Bununla birlikte (Ukrayna meselesinde açık seçik görüyoruz ki) bu siyaset aynı zamanda muhatabının hukuki meşruiyeti üzerine kurulur; meşruiyet ise anayasal düzendir. Anayasal düzenin ilga edildiği yerde hukuki meşruiyet kalmaz; dış ilişkiler de (hiç değilse prensip olarak) buna göre yeniden şekillenir.

Sovyet yönetiminin Türkiye’de askeri faşist darbe karşısında düşünmediği şey yani — düşünmedi, çünkü Türkiye’ye yönelik bütün siyasi yaklaşımı baştan ayağa yanlıştı.

Çağdaş Rusya yönetiminin pragmatist dış siyasetinin sonuçları hoşunuza gitmeyebilir; ancak bu “realpolitikin” temelinde yatan sübjektif inançlar değil objektif analizlerdir; bu, onu geç dönem Sovyet yönetiminin Türkiye yaklaşımından ayıran başlıca özelliği.

Sovyetler Birliği’nde ve çağdaş Rusya’da da Türkiye’ye dair tarihçilerin görüşleri pek nadiren yanlışlanmış, siyaset bilimcileri ve yorumcuların görüşleri ise pek nadiren doğrulanmıştır. Sovyetler Birliği’nde bu ikinci grupla Kremlin çoğu zaman aynı şey olduğundan özellikle 1960’lardan itibaren Kremlin’in Türkiye’ye dair görüşleri de pek nadiren doğrulanmıştır. Çağdaş Rusya’da ise Kremlin’in Türkiye’ye dair görüşleri pek nadiren yanlışlanır.

Ama soru şu: dış siyasette “milli menfaatler” başka ülkelerin (ve halkların) milli menfaatleriyle örtüştüğünde ne olur?

Kemalist dönemin (kabaca 1922 ile 1937 arasına tarihleyelim bunu) dış siyaseti alabildiğine pragmatistti, ancak bu pragmatizm bir dizi düşman karşısında var olma mücadelesinin sonucunda kesinlikle ilericiydi ve birçok başka halkın milli menfaatleriyle bütünüyle örtüşüyordu. Üstelik bu pragmatizm ister istemez (bu kelimenin en olumlu anlamıyla) ideolojik bir anlam kazanmıştı; çünkü ortak düşmana karşı şu veya bu ölçüde ortak mücadele kaçınılmazdı.

Sovyet basınında 12 Eylül – 1  

GÖRÜŞ

İran misillemesi şaka değildi: Artık her şey olabilir

Yayınlanma

Yazar

İran’ın beklenen misillemesi 1 Ekim günü beklenmedik bir şekil ve içerikle geldi. Türk medyasının ve özellikle siyasal/selefi İslamcıların alay ederek ciddiye almadıkları, adeta dalga geçtikleri misillemede İran İsrail’i Fettah adını verdiği hipersonik füzelerle vurdu. Bu yazının kaleme alındığı an itibariyle gerek Amerikan ve Batı basını gerekse İsrail Tahran’ın misillemesinin İsrail’e ciddi zarar verdiği konusunda hemfikir görünüyorlardı.

 SİYASAL/SELEFİ İSLAMCILARI MEMNUN ETMEK MÜMKÜN DEĞİL

Türkiye’de ise durum farklı. Özellikle siyasal/selefi İslamcılar hala her şeyin Tahran ile Tel Aviv arasındaki bir danışıklı dövüş olduğunu anlatmaya çalışıyorlar. Orta Çağ mezhepçiliğinin yüzyılımızda o zamandan hiç de az olmayacak derecede etkin olabildiğini görmek gerçekten çok şaşırtıcı. Hamas için yanıp tutuşuyor gibi görünen bu mezhepçi siyasal/selefi İslamcı gruplar kullandıkları ifadelerde Hamas liderlerinden İsmail Heniye için şehit olarak bahsetmeye özen gösterirken Hizbullah lideri Nasrallah’ın adını ya anmamayı veya en kibarından öldürüldüğünü veya ‘elimine edildiğini’ söylemeyi tercih ediyorlar.

Hatta pek çok siyasal/selefi İslamcı Nasrallah için ‘Müslüman katili’ demeye varacak kadar ağır ifadelerden sakınmıyorlar. Aynı çevrelere göre Tahran’ın misillemesi laf ve propagandadan ibaret ve aslında İran içi boş füzeleri fırlatarak İsrail’e yardım ediyor; çünkü yaptıklarına meşruiyet kazandırıyor ve bu devletin önünü açıyor.

Uluslararası ilişkiler tahlilleri açısından tam bir kafa karışıklığının yansıması olarak değerlendirebileceğimiz bu çarpık düşüncelerin normalde hiçbir değeri yok; ama bu hezeyanvari laf kalabalığının gözleri önünde örneğin Hamas ile Hizbullah’ın yakın işbirliği içinde olduğunu dahi görmemesi inanılmaz bir durum. Örneğin şehit sıfatı verdikleri Heniye’nin Tahran yani İran yönetimiyle yakın bir işbirliği yürüttüğünü görmezden gelmeleri gibi… İran’ın misillemesi konusunda Atatürkçülüğü sadece kıyafet ve yiyip-içme laikliği olarak gören/anlayan bir grubun da İran’ın ‘başarılı’ olmasından/görülmesinden memnun olmadıkları hatta rahatsızlık duydukları sonucunu çıkarmak mümkün.

İSRAİL’İN YENİLMEZLİK ALGISI BÜYÜK DARBELER ALIYOR

Bu ideolojik ve kafası karışık grupları bir kenara bırakacak olursak, olayları yalın bir gözle takip eden herkesin ilk gördüğü şey İsrail’in yenilmezlik algısının hızla yıpranması olsa gerek. Bir güvenlik devleti olan İsrail’in toprakları bugüne kadar neredeyse hiç bombalanmamıştı. Örneğin Hayfa veya Tel Aviv gibi önemli şehir merkezleri… İsrail her zaman çatışmalar/savaşlar içinde olur, silahlı kuvvetlerini sıklıkla kullanır ama her defasında karşı tarafları topraklarından sürerek atar ve elde ettiği yerlere de yeni yerleşimciler yerleştirirdi. Araplar mülteci olurlar, komşu ülkelerde önce çadırlarda ve sonra onlara yapılan kamplarda perişan bir şekilde yaşarlar ve böylece nesiller boyu mülteciler olarak hayata tutunmaya çalışırlardı.

Oysa şimdi ilk defa İsrail vatandaşları kendi evlerini terk ederek güvenli bölgelere kaçmak zorunda kaldılar. Önce 7 Ekim 2023 Hamas saldırısının hemen ardından başlayan çatışmalar ve İsrail güçlerinin gerçekleştirdiği soykırım sırasında Gazze’ye komşu yerleşim yerlerinde yaşayan İsrailliler hızla kendi bölgelerinden tahliye edilerek daha güvenli bölgelere nakledilmişlerdi. Hizbullah ile başlayan çatışmalar sonucunda ise İsrail’in resmi açıklamalarına göre altmış bin kişi güvenli olmayan kuzey bölgelerinden hızla tahliye edildiler. Hizbullah’ın son iki haftadır İsrail’e karşı giriştiği etkili füze yağmurlarında yavaş yavaş yerleşim yerlerini de vurmaya başlaması bu rakamları daha da yukarılara itmiş olabilir.

Bütün bunlar şunu gösteriyor: İsrail toprakları artık güvenli değil. Oysa koca koca Arap devletlerine karşı giriştiği büyük savaşlarda İsrail onların hava kuvvetlerini havalanmadan etkisiz hale getirip (1967, Altı Gün Savaşı) sonra da başkentleri başta olmak üzere bütün yerleşim yerlerini hava bombardımanına tabi tutabilmişti. Şimdilerde bu algının neredeyse toptan yok olması İsrail’i en zayıf noktasından vurabilir; insan kaynağı eksikliği.

Gazze’de 7 Ekim Hamas saldırısı ile başlayan çatışmalardan bu yana ciddi sayıda İsrail vatandaşının ülkeyi terk etmiş olduğu anlaşılıyor. Meselenin bir başka tarafı da İsrail’e Yahudi göçü yıllar içinde zaten azalmış olsa da bunu iyice azaltıp tamamen durdurabilir; çünkü güvenli olmayan bir bölgeye/ülkeye insanlar canları pahasına gidip yerleşmezler, hatta tam tersine oradan kaçarlar.

Bölgesel politikalar ve algılar açısından da İsrail ciddi bir darbe yemiş durumda. Şöyle ki, Hamas’a karşı yürüttüğü mücadelede savaş amaçlarının (Rehineleri kurtarmak, Hamas’ı tamamen yok etmek vd.) hiçbirisine ulaşamazken sadece sivilleri topluca katletmek suretiyle bir soykırım yapmış olması öte yandan Hizbullah ve İran’a karşı ciddi bir askeri başarı kazanamaması İsrail’in yenilmezliği algısının yok olmasına giden süreci hızlandırıyor. Tereyağından kıl çeker gibi operasyon yapan (Entebbe operasyonu gibi) bir İsrail algısı hızla ortadan kalkıyor.

Örneğin bugüne kadar Hizbullah’a karşı giriştiği hiçbir savaşta zaten başarılı olamayıp sonuçta geri çekilmek zorunda kalan İsrail 17 Eylül’den bu yana Hizbullah’a karşı müthiş psikolojik operasyonlar yapmış (çağrı cihazları ve telsizlerin patlatılması, Nasrallah dahil lider kadrosunun öldürülmesi gibi) olmakla birlikte alanda başarılı görünmüyor. Örneğin Lübnan’a daha doğrusu Hizbullah’a yönelik kara savaşı kelimenin tam anlamıyla başarısız durumda. Şu ana kadar düzenlediği bütün komanda operasyonları Hizbullah tarafından püskürtüldüğü gibi İsrail’in askeri ve toplumsal olarak kaldıramayacağı büyük kayıplara sebep oluyor.

Hizbullah’a karşı Lübnanlı diğer grupları özellikle Hristiyanları kışkırtma girişimleri de şu an itibariyle sonuç vermiş veya verecekmiş gibi görünmüyor. İsrail’in sıklıkla başvurduğu bu yöntem 2006’da da sonuçsuz kalmıştı. O günden bu yana özellikle Suriye savaşında yaşananlar, Hizbullah’ın savaşa aktif bir şekilde katılarak Suriye yönetiminin ayakta kalmasına yardımcı olması bir manada Hristiyan nüfusu da IŞİD ve benzeri cihatçı terör örgütlerinden kurtarmış oldu. Dolayısıyla İsrail bugünlerde aynı kartı oynayarak Hizbullah’ı bir Lübnan iç savaşına çekmek için ciddi gayretler sarf etmesine rağmen başarılı olamayabileceğine işaret ediyor.

İRAN’IN FÜZE SALDIRISI

İran’ın 1 Ekim günü 180 ila 250 füze fırlatarak İsrail’in önemli hava alanlarını, Mossad karargahını vd. ve önemli hedeflerini vurması Hizbullah ve Direniş Ekseni güçlerine büyük moral verirken İsrail’i de büyük bir ev ödevi ile karşı karşıya bıraktı. İran’ın kağıttan kaplan olmadığı ve elindeki hipersonik füze stoklarıyla İsrail’e büyük zararlar verebileceği ortaya çıktı. Geçtiğimiz hafta Kavir çölünde İran’ın bir nükleer bomba denemesi yaptığı haberleri de İsrail açısından üzerinde dikkatle düşünmesi gereken başlık bir daha oluşturmuş gibi duruyor.

Öncelikle İran’ın hipersonik füzeler yapabilmiş olması kendisi açısından büyük bir başarı. En başarılı modelleri Rusya tarafından geliştirilen (Sarmat, Kinjal vd.) ve Çin’in de güçlü modellerini geliştirdiği bu füze türlerini İran da yapmış görünüyor. Batı dünyasında henüz test aşamasında kalan bu çok süratli füzelerden büyük bir stok oluşturmuş durumdaki İran’a karşı yapılacak bir misilleme kolay olmayacaktır; çünkü İsrail’in Jericho III füzeleriyle yapacağı saldırılara İran misliyle karşılık verebilir ve bu defa daha güçlü savaş başlıklarıyla göndereceği füzelerle örneğin bütün havaalanlarını yerle bir edebilir. İsrail’in nükleer silah kullanma tehdidine aynı şekilde karşılık verebilir. Türkiye’nin iki misli yüzölçümüne sahip İran’ın bütün bu açılardan İsrail’e karşı oldukça avantajlı olacağını söylemeye bile gerek yok gibi.

AMERİKA DEVREYE GİRMEDEN İSRAİL FAZLA BİR ŞEY YAPAMAZ

İsrail’in Amerika tam olarak devreye girmeden İran’a karşı öldürücü darbeler vurabilmesi hemen hemen imkansız gibi. Birbirinden yaklaşık olarak iki bin kilometre uzaklıktaki iki ülke arasında zaten doğru dürüst bir savaş da olamaz. Kara ve deniz kuvvetlerinin hemen hemen hiç işe yaramayacağı ve İsrail’in güçlü yanı olan hava kuvvetlerinin kolaylıkla operasyon yapamayacağı bir savaş…

Örneğin İsrail hava kuvvetleri tanker uçaklarıyla harekete geçse, bunu anında Rusya gelişmiş radarlarıyla tespit ederek İran’a bildirecektir. İsrail hava kuvvetleri İran’a varmadan en az yarım saat önce İran’ın hipersonik füzeleri İsrail’i bu defa feci şekilde vurup, operasyondaki uçaklara dönüşte ineceği hava alanı bırakmayabilir. Kaldı o kadar uzun bir mesafeyi kat ederek İran’a ulaşacak İsrail uçaklarının hiçbir hava savunmasıyla karşılaşmadan işlerini görüp geri dönecekleri beklenmemelidir. Kısacası Amerika savaşa tam olarak katılmadan İsrail’in mevcut şartlarda İran’a ciddi darbeler vurması beklenmemelidir. Psikolojik ve kısmen de askeri değeri olan suikastler vb. operasyonlara devam etmesi mevcut dengeyi büyük ölçüde değiştirmeyebilir.

Rejim değiştirme amaçlı savaşlardan istediğini alamayan, sadece girdiği ülkeleri yakıp yıkan ve milyonlarca insanı öldüren/ölümüne sebep olan Amerika’nın İran gibi güçlü bir devlete karşı savaşı hem de çok kutuplu bir dünyada göze alması düşünülemez. Bu tür savaşlar Amerikan kamuoyundan destek görmezken, rakibin İran olması da ayrıca düşündürücü olacaktır.

Bütün bu olumsuzluklara rağmen yenilmezlik efsanesi büyük yara almış olan İsrail’in İran’a karşı hiçbir şey yapmadan yediği darbeleri sineye çekmesini beklemek de çok gerçekçi olmayabilir. Seçimlere kadar mevcut Demokrat yönetimden tam destek alması zor görünüyor. Sonrasında tam destek yine kolay olmayabilir. Sınırlı bir operasyon bu durumda daha mantıklı görünüyor ki, savaş istemeyen ve zamanın kendi lehlerine olduğunu düşünen İran ve Direniş Ekseni açısından da böyle bir durum kabullenilebilir; ancak Hizbullah-İsrail savaşının nasıl sona ereceğini öngörmek pek kolay değil.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

İsrail, İran ile vekâlet savaşı yerine doğrudan çatışmaya mı gidecek?

Yayınlanma

Yazar

4 Ekim’de İsrail ve ABD, 1 Ekim’de İran’ın gerçekleştirdiği ikinci füze saldırısına nasıl karşılık vereceklerini tartışıyordu. Özellikle İran’ın petrol tesislerine saldırı yapılması gündemdeydi. İran ise ABD ve İsrail’e, artık “tek taraflı itidalle” sınırlı kalmayacaklarını ve herhangi bir İsrail saldırısının “olağanüstü bir şekilde misilleme” göreceğini açıkça belirtti. Bunun etkisiyle, uluslararası petrol fiyatları üst üste üç gün artarak Brent petrolünün varil fiyatı 75 dolara, Texas petrolü ise 71 dolara yükseldi; bu durum, ağustos ayından bu yana en uzun süren artış olarak kaydedildi.

İsrail’in askeri araçları artık hızla ilerliyor ve ABD Başkanı Biden’ın öneri ve endişelerini umursamıyor, Orta Doğu’daki durumu sürekli tırmandırarak krizi büyütüyor. Hatta dünya enerji arzını tehlikeye atarak küresel ekonomi için büyük bir bedel ödetmekten çekinmiyor. İsrail, İran ile 45 yıldır süregelen vekâlet savaşını sonlandırıp doğrudan çatışmaya girmeye dahi karar verebilir.

Bu yeni dönemde, bir yıllık barışın eşiğindeki Filistin-İsrail çatışmasında, İran, İsrail’e 200 orta menzilli füze fırlattı ve bu, Doğu Akdeniz’den Basra Körfezi’ne uzanan potansiyel bir bölgesel krizi yeniden gündeme getirdi. İran, büyük bir hava saldırısının, Lübnan Hizbullahı lideri Hasan Nasrallah ile İran İslam Devrim Muhafızları (IRGC) Kudüs Gücü Başkan Yardımcısı Abbas Nilfrushan’ın intikamını almak için yapıldığını iddia etti. 28 Eylül’de İsrail Hava Kuvvetleri, Beyrut’un güneyindeki Hizbullah karargâhına en az 80 adet yer altı bombası atarak birkaç binayı anında yerle bir etti ve Nasrallah ile Nilfrushan’ı öldürdü.

Sonrasında yapılan açıklamalarda, Nasrallah’ın cesedinin sağlam ve belirgin bir yara olmadan bulunduğu, büyük patlamanın yarattığı şok dalgaları nedeniyle hayatını kaybettiği görüldü. Bu durum, İsrail istihbaratının Nasrallah’ın yerini ve hareketlerini son derece doğru bir şekilde bildiğini ve hedefe yönelik yoğun bir bombardıman uygulandığını gösteriyor.

2 Ekim’de Lübnan Dışişleri Bakanı Abdullah Habib, CNN’e yaptığı açıklamada, Nasrallah’ın ölümünün ateşkese olumlu yaklaşmasından sonra gerçekleştiğini belirtti. Habib, ABD Başkanı Biden ve Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’ndaki çağrılarının ardından Lübnan hükümetinin Hizbullah ile ateşkesi müzakere ettiğini, Nasrallah’ın 21 gün boyunca ateşkesi kabul ettiğini ve bu durumun ABD ile Fransa’ya bildirildiğini aktardı. İran ise Nilfrushan’ın Nasrallah’a riskten kaçınması için Tahran’a gitmesi gerektiğini söyleyerek öldüğünü iddia etti.

Ağaçlar sessiz olmak istiyor ama rüzgar durmuyor. Eğer Lübnan yukarıdaki açıklamayı doğrularsa, Netanyahu hükümetinin Hizbullah’ın ateşkesi kabul ettiğini ilan ettiğini görmek istemediğini, Hizbullah’a karşı başlattığı “Kuzey Seferi”ni durdurmaya niyeti olmadığını ve bu çatışmayı İran’ı da hedef alacak şekilde daha da tırmandırmaya kararlı olduğunu gösteriyor. Hatta savaş Lübnan, Suriye ve İran’ı da kapsayan topyekûn bir savaşa dönüşebilir. 2 Ekim’de İsrail’in Şam’da bir eve düzenlediği hava saldırısında Nasrallah’ın damadı Hassan Karsi öldürüldü. Nasrallah’ın üst düzey Hamas yetkilileriyle evli iki kızı var ve Nasrallah’ın diğer damadının da er ya da geç İsrail’in ölüm listesinde olması muhtemel, çünkü Netanyahu hükümeti Hizbullah’la ölümüne savaşmaya kararlı.

Hizbullah ateşkes teklifini kabul etti ve Nasrallah öldürüldü. Bu garip bir durum mu? Hayır. 31 Temmuz’da Tahran’da İsrail askeri istihbaratı tarafından öldürülen Hamas lideri İsmail Haniye de bir barış lideriydi ve Gazze’de ateşkes istiyordu. Müzakere ortaklarını ortadan kaldırmak, barış görüşmelerinin yolunu kesmek, süper askeri araçlarla savaşmak, ABD’den sonsuz ekonomik ve askeri yardım ithal ederek sıfır toplamlı bir son elde etmek Netanyahu hükümetinin temel mantığı ve formülüdür.

İran’ın saldırısında stratejik vuruş silahları kullandığı ve İsrail’in Demir Kubbe savunma sistemini kısmen deldiği için, her ne kadar kasıtlı olarak zayiat vermekten kaçınsa da, sonuçta İsrail’in stratejik savunma ve caydırıcılık sistemini kırmış ve İran’ın stratejik sürpriz ve caydırıcılık kapasitesini artırmıştır. Bu durum, İsrail’in büyük bir misilleme yapma olasılığını artırıyor.  İsrail’in dinlenmeyeceği ve misillemenin 18 Nisan sembolik saldırısını aşacağı, İranlı siyasi ve askeri liderlerin, hükümet ve askeri birimlerin, nükleer ve petrol tesislerinin, önemli liman ve havaalanlarının vb. saldırının hedefi haline gelebileceği ve hatta saldırıyı gerçekleştirmek için savaş uçaklarının İran hinterlandının derinliklerine gönderilmesini göz ardı etmemesi bekleniyor. Kısacası, güç gösterisi topu bir kez daha İsrail’in yarı sahasına atılmıştır ve bu karsr Netanyahu ve savaş kabinesine kalmıştır.

Netanyahu hükümeti, “Korkunç İvan” ve “Çılgın İvan”ın bir bileşimi olan gerçek bir savaş kabinesine dönüştü. “Korkunç İvan”, güvensizlik nedeniyle, yaşlı Veliaht Prens de dahil olmak üzere tehdit olarak algıladığı herkesi öldüren Rus İmparatorluğu’nun 4. İvan’ına atıfta bulunur; “Çılgın İvan” ise Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği denizaltılarının, takip edilme riskini atlatmak için ani manevralar yaparak denizde çarpışma riskini göze aldığı taktikleri ifade eder.

Netanyahu hükümeti Gazze’de ateşkes yerine Direniş Ekseni’nin şartlarını reddediyor ve saldırılarını genişleterek, Hamas’tan daha güçlü ve daha esnek olan Hizbullah’ı yok etmeye çalışıyor. Bu durum, bölgesel çatışmayı Üçüncü Lübnan Savaşı’na veya Altıncı Ortadoğu Savaşı’na taşıma riskini göze alarak, İsrail’i uzun süreli bir savaş durumuna sokmak ve ABD ile İran arasında bir savaşı kışkırtmak pahasına gerçekleştiriliyor.

Amerikan siyasetinin haber ağı “Politico” 2 Ekim’de Biden hükümetinin Netanyahu hükümetine karşı etkisiz hale geldiğini, sadece İran’ın nükleer tesislerine doğrudan saldırmaması için Netanyahu’yu ikna etmeye çalıştığını ancak kararlarını etkileme konusunda pek fazla alanlarının kalmadığını açıkladı. Haberde, iki Amerikalı anonim yetkiliye atıfta bulunarak, Biden hükümetinin Orta Doğu’daki etkisinin giderek azaldığı ve geçen bir yılın ardından, durdurmak için çaba gösterdiği durumu—bölgesel savaşı—artık engelleyemediğini kabul ettiğine dikkat çekildi. Şu anki seçenek, İsrail’in yanıtını sınırlamak, ancak eylemlerini tamamen durdurmak değil.

Haberde ayrıca, Netanyahu hükümetinin defalarca Amerikan önerilerini görmezden gelerek Gazze’deki savaş hedeflerini genişlettiği, bu durumun giderek artan insani kriz nedeniyle Biden hükümetine ciddi iç siyasi baskılar yarattığı belirtildi. Bu da Biden’ın Netanyahu’dan uzak durması için yapılan çağrıların daha da güçlenmesine yol açtı. Biden’ın Netanyahu üzerindeki etkisinin zayıflamasıyla birlikte öfkesinin de arttığı, telefon görüşmelerinin giderek daha fazla “yüksek sesli tartışmalara” dönüşmeye başladığı ifade edildi. Biden, yakın arkadaşlarına Netanyahu’nun ateşkese ulaşma niyetinin olmadığını, aksine çatışmayı uzatarak kendi siyasi geleceğini kurtarmaya çalıştığını ve aynı zamanda Kasım’daki seçimlerde Cumhuriyetçi aday Trump’a yardımcı olmaya çalıştığını söyledi.

Netanyahu’nun Trump ve Yahudi damadı Kushner ile güçlü kişisel bağları ve çıkar ilişkisi olduğu biliniyor. Bazı haberlere göre, Netanyahu, Amerika’da eğitim aldığı dönemde Kushner ailesinin evinde kalmıştı. Trump, 2017’de Beyaz Saray’a girdiğinde, İsrail’e ilk resmi ziyaretini gerçekleştirdi; 20 yılı aşkın süredir iki partili hükümetin kabul ettiği politikaları kırarak, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıdı; İsrail sağının nefret ettiği İran nükleer anlaşmasını (JCPOA) feshetti; Filistin’in temel çıkarlarını feda eden “Yüzyılın Anlaşması”nı sundu ve dört Arap ülkesini “toprak karşılığında barış” ilkesini bir kenara bırakarak İsrail ile ilişki normalleştirmeye ikna etti.

Buna karşılık, Netanyahu’nun Amerikan Demokrat Partisi ile ilişkisi oldukça hassas ve çalkantılıdır. Biden kişisel olarak İsrail’e ve Yahudi halkına yakın olsa da, Obama hükümeti Filistin-İsrail arasında denge kurmaya çalışmış, Suudi Arabistan ile İran arasında uzlaşıyı teşvik etmiş, İsrail sağının karşı çıkmasına rağmen İran ile nükleer anlaşmaya varmış ve “Şii hilali”ni İran’ın etki alanı olarak görmüş, 2016’nın sonunda görev süresini tamamlamadan İsrail’in yasa dışı yerleşimlerini kınayan 2334 sayılı kararı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde kabul ettirmişti.

Amerikan seçimlerine bir ay kala, Netanyahu hükümeti Orta Doğu savaşının ölçeğini genişletmeye karar veriyor ve bu durum Biden hükümetini ve Demokratları zor durumda bırakıyor, aynı zamanda Trump ve Cumhuriyetçi Parti’ye oy kazandırma şüphesi doğuruyor. Sorun şu ki, Netanyahu bu kadar ileri gitmeye devam ettikçe, Biden ekibi durmak istese de duramıyor; İsrail’in savaş politikalarını bağımlı bir şekilde takip ediyor, sürekli olarak ona silah sağlıyor ve stratejik destek sunmaya devam ediyor. Amerika’nın İsrail’e güvenlik taahhüdünü sürdürdüğü söylenebilir, ancak aslında Amerika’nın Orta Doğu politikası ve ulusal çıkarları tamamen İsrail’in etkisi altına girmiş durumda.

Netanyahu hükümeti, Biden ekibine biraz saygı gösterip İran’ın nükleer tesislerine saldırmayı engellerse nükleer silahlanma riskini azaltmış olur, ama İran’ın petrol tesislerine saldırmayı, petrol gelirlerini kısıtlamayı ve İran halkı ile hükümetinin arasını açma fırsatını kaçırır mı? İran, dünyada önde gelen petrol üreticisi ülkelerden biridir, ABD yaptırımları ve ambargoları altında olmasına rağmen, günlük gerçek üretimi ve gri ihracatının yaklaşık 2 milyon varil civarında olduğu tahmin edilmektedir. Şu an dünya petrol piyasasında arz fazlası durumu oldukça istikrarlı olsa da, İran’ın petrol tesislerinin tahrip edilmesi, gelecekteki enerji arzında büyük bir daralmaya yol açabilir, özellikle de Rusya’nın birkaç yıl içinde normal petrol ve gaz ihracatına yeniden başlaması beklenmiyor.

Daha da önemlisi, İran İsrail’e karşı tekrar nasıl misilleme yapacaktır? Haniye olayından sonra, İran İsrail’den intikam alacağını açıklamıştı, hatta Macaristan aracılığıyla İsrail’e önceden belirlenmiş hedefleri bildirmişti, fakat ikinci hamle hala gerçekleşmedi. Nasrallah ve Nilfrushan’ın öldürülmesi, İran için eski öcün ödenmeden yeni bir nefretin eklenmesi anlamına geliyordu ve İsrail’in bir adım daha ileri gitmesi, İran için büyük bir aşağılamaydı. Bu nedenle, geri çekilmeye hiç şansı kalmayan Tahran, sert bir şekilde yanıt vermek zorunda kaldı ve ilk kez savunması zor ve siyasi anlamı büyük orta menzilli füzeleri kullandı.

Tabii ki, intikamın gerçek olup olmadığına bakmaksızın, propaganda yerine etkilerine bakmak gerekir. Bu kadar büyük ve sarsıcı bir cezalandırıcı hava saldırısı, İsrail’e hiçbir ciddi zarar vermemiş gibi görünüyor, tek onaylanan ölüm ise İran füzelerinin enkazından ölen Batı Şeria’daki bir Filistinli sivildi. Bu, ne kadar büyük bir ironidir!

İran, İsrail ile askeri mücadelesinin sona erdiğini açıklamış durumda, bu da “barış teklifini” yüksek sesle sunduklarını gösteriyor. Soru şu ki, Netanyahu, İran’ın işi büyütmek istemediğini ve Amerika’nın her halükârda İsrail’i destekleyeceğini artık anlamış durumda, bu nedenle ne zaman saldırılacağı ne kadar küçük ya da büyük olacağı tamamen onun kararına bağlıdır. İsrail ile İran arasındaki çatışma ve düşmanlık yapısal ve uzun vadeli bir sorundur. Ya İsrail, Arap topraklarındaki yasa dışı işgalini sonlandırır, ya da İran “İslam Devrimi”nin ihraç edilmesinden vazgeçer; başka bir barış yolu yoktur.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Muhafazakarların kıyamet günü planı: Project 2025

Yayınlanma

Amerikan siyasetinin son bir yılına damgasını vuran bir hadise var; Project 2025. Demokratlar sabah bununla kalkıyor, akşam bununla yatıyor. Liberal çevrelerde öyle bir korku unsuruna döndü ki Demokrat seçim kampanyası neredeyse bunun üzerine kuruldu. Joe Biden, “Project 2025’i googlelayın” diye bir tweet attığından bu yana liberal diskurun vazgeçilmezi haline geldi.

Kısaca özetlemek gerekirse Project 2025, başını muhafazakâr düşünce kuruluşu Heritage Foundation’ın çektiği, sayısı 100’ü geçen muhafazakâr organizasyon ve 400 kadar akademisyenin katkılarıyla hazırlanan, sayfa sayısı 900’ü geçen devasa bir başkanlık değişim planı. Demokratlar, bu planla ABD’nin faşizme sürükleneceğini düşünürken Cumhuriyetçiler konunun abartıldığını söylüyor. Peki Project 2025 gerçekten de liberaller için bir kıyamet günü planı anlamına mı geliyor?

Devletin Muhafazakârlaşması

Detaylara girmeden önce böyle bir plana neden ihtiyaç duyulduğunu anlatmak gerekir. Hepimiz bugüne kadar Amerikan devlet yapısını muhafazakâr bildik. Özellikle Ronald Reagan döneminden sonra ABD, Soğuk Savaş’ta Sovyetlerin komünizmine karşı daha sağda bir tutum belirlemişti. Küresel çapta, özellikle de Güney Amerika’da sağ hareketleri desteklemekten geri durmadı. Doğal olarak bu politikanın temsilcisi de Franklin D. Roosevelt sonrası partiler yer değiştirince kendini muhafazakârlığın temsilcisi olarak bulan “büyük eski parti” (GOP) yani Cumhuriyetçilerdi. 60’lar ve 70’ler bu değişimin perçinlendiği bir dönem oldu. Belki de Obama döneminde kadar Amerikan devletinin bürokrasisinden ordusuna bu muhafazakâr tutumun kalıcı olduğunu gözlemledik.

Obama dönemiyle işler değişti. Amerikan devleti modern çağda daha liberal bir tutumun ulusal çıkarları koruyacağına inanarak bir değişim süreci başlattı. Bugün bu sayede istihbarattan orduya tüm kurumlarda LGBT bayraklı ya da Black Lives Matter sembollü paylaşımlar görüyoruz. Bu sırada muhafazakârlar, uzun süredir kendilerine ait olduğuna inandıkları devletin ellerinden kayıp gittiğini izlediler.

Ne değişecek?

İşte Project 2025, muhafazakârların devleti liberallerden “geri alma” projesi. Tüm kültürel ve ekonomik politikaların yanında, Project 2025, Trump’ın seçilmesiyle birlikte önceden saflarına kattığı binlerce muhafazakârı Amerikan bürokrasisine yerleştirmeyi planlıyor. Tabii Project 2025, ekonomiden sınır güvenliğine pek çok alanda birçok politika önerisinde bulunuyor. Bunların en önemlilerini şöyle bir sıralayalım.

Öncelikle Project 2025’in en çok konuşulan sosyal vaatlerinden başlamakta fayda var. Özellikle Demokrat Parti Kongresi boyunca en çok dile getirilen mesela ulusal çapta bir kürtaj yasağıydı. Project 2025 böyle bir vaatte doğrudan bulunmasa da bazı kürtaj ilaçlarının pazardan toplatılmasını talep ediyor. Dahası, Sağlık Bakanlığı’nın İncil’i temel alan, aile ve evlilik tanımları üzerinden hizmet sunmaları gerektiğini vurguladığı gibi pornonun yasaklanmasını da istiyor. Yasadışı göçü durdurmak metindeki önemli kısımlardan biri. Project 2025, güney sınırındaki duvarın tamamlanması için yeni bir bütçe ayrılması ve Ulusal Güvenlik Bakanlığının diğer sınır güvenliği kurumlarıyla birleştirilerek daha da güçlendirilmesini ön görüyor.

Project 2025, eğitim alanında da büyük değişimler talep ediyor. Okullardaki “woke” eğitimin çocukları yozlaştırdığını, bu sebeple son yıllarda çokça tartışılan LGBT ve kapsayıcılık temelli eğitimlere denetleme getirmeyi planlıyor.

Gelelim Project 2025’in en önemli kısmına; devlet seviyesinde değişimler. Metindeki en büyük vurgu, devlet kurumlarındaki çürüme üzerineydi. FBI için “kibirli ve hukuk tanımaz bir organizasyon” ifadesi kullanılırken Adalet Bakanlığı’nın Başkan’ın kontrolü altına girmesini ve hatta Eğitim Bakanlığı’nın tamamen kapatılmasını istiyor. Tüm bu vaatleri üst üste sıraladığınızda Demokratların neden gerildiğini anlamak zor değil. Burada devletin sadece muhafazakârlaşması değil, bağımsız Demokratik kurumların da tahakküm altına alınması söz konusu.

Trumpizm’in başka planları var

Peki, Trump ne diyor bu işlere? Cumhuriyetçi Parti’nin lideri ve MAGA hareketinin önderi olarak böylesi muhafazakâr bir planı sevinçle karşılamıştır değil mi? Pek sayılmaz.

Joe Biden başta olmak üzere tüm Demokratlar kendisine Project 2025 üzerinden vurmaya başlayınca Trump, davayı “satıverdi”. “Kim yazmış bilmiyorum, bir alakam yok. Nasıl solda kötü insanlar varsa sağda da aşırıcı kötü insanlar var. Desteklemiyorum” dedi ve çıktı işin içinden. Tabii bunun tek sebebi Demokratların Trump’a Project 2025 üzerinden yüklenmesi değildi, asıl sebep bunun işe yaramasıydı.

ABD toplumunun kendisine oy verenler de dahil olmak üzere ciddi bir kısmı bu kadar muhafazakar değil. Trump, böylesi bir projeyi sahiplenerek seçimin kaderini belirleyecek kararsız seçmeni ötekileştirmek istemedi. Böylece ilk fırsatta Project 2025’i kapının önüne koymayı bildi. Tabii böylesi bir proje ne tamamen çöpe atılacak ne de tamamen uygulanmaya çalışılacaktır. Heritage Foundation benzer bir projeyi Reagan için de hazırlamış, sadece küçük bir kısmını hayata geçirmişti.

Bu nedenle Trump’ın kazanması halinde Project 2025’teki bir takım maddelerin hayata geçirilmeye çalışılacağını tahmin ediyorum. Devlet kurumlarının başında liberallerin bulunması, ABD müesses nizamının tamamen Demokratların yana tavır alması, sadece Cumhuriyetçiler için değil Trump için de çok büyük bir sorun. Bunu 2020 seçimleri öncesinde FBI’ın, oğlunun laptop meselesini Biden’dan yana tavır alarak gerçek olmasına rağmen “Rus manipülasyonu” diye açıklamasından biliyoruz. Muhtemelen yeni bir Trump dönemi FBI ve CIA da dahil olmak üzere bir çok ABD kurumunda reformlar getirecektir.

Ancak Trump’ın Project 2025’i dışlaması projeye pahalıya patladı. Heritage Foundation’ın Project 2025’i yöneten üyesi Paul Dans görevinden istifa etti. Tahmin ederim ki Heritage Foundation içinde ortada bırakıldıkları için Trump’a en azından ufak bir kırgınlık oluşmuştur.

Trump ne kadar davayı “satsa da” Project 2025 Amerikan seçimlerine çoktan damgasını vurdu. Anketler büyük oranda iki taraf lehine de gerçeği yansıtmayan sonuçlar verebiliyorlar ancak hepsinin bir ortak noktası var; parti seçimi konusunda cinsiyet giderek daha da belirleyici bir faktör haline geliyor. Kadınlar Demokratlara erkekler ise Cumhuriyetçilere yönleniyorlar. Project 2025 de buna sebep olan faktörlerin başında geliyor. Bu proje, son 15 yılı kasıp kavuran kültür savaşlarının her gün yenisi açılan cephelerinden sadece bir tanesi. Muhtemelen sonuncusu da olmayacak. Ancak mevcut görüntüye bakılırsa Project 2025 Trump’ın kampanyasına faydadan çok zarar getirdi.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English