Dünya Basını
Karadağ’da Djukanovic’in yenilgisi

Çevirmenin notu: Yugoslavya’nın dağılmasından sonra peyda olan ülkeciklerden Karadağ’da otuz yıldan fazla bir süredir cumhurbaşkanı ve başbakanlık görevlerinde bulunan Milo Djukanovic, bu ayın başında düzenlenen genel seçimlerde yenilgiye uğradı. Yerine Oxford mezunu 36 yaşındaki Jakov Milatovic geldi. Djukanovic, erken dönem siyasi kariyerinde Rusya’dan yana olsa da devamında bölgenin gördüğü en azılı NATO’culardan biri haline gelmişti. Fakat seçimden galip çıkan Jakov Milatovic’in mazisi de Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası’na dayanıyor, yani Batılıların tornasından geçme teknokratlardan biri.
Djukanovic’in yenilgisi
Lily Lynch
New Left Review
27 Nisan 2023
Karadağ’da buna “putların alacakaranlığı” deniyor. Yaklaşık 33 yıldır ülkeyi yöneten Milo Djukanovic, 2 Nisan’da yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerini ikinci turda kaybetti. Hür Avrupa Radyosu tarafından “Balkanların en zeki adamı” olarak yüceltilen Avrupa’nın en uzun süre iktidarda kalan lideri artık siyaset sahnesinden silinecek gibi görünüyor. Ancak bunun ülke için ne anlama geldiği yoğun bir tartışma konusu. Aralarında Karadağ’ın liberal Atlantikçilerinin ve azınlık gruplarının da bulunduğu kimlerine göre bu mağlubiyet Vladimir Putin için bağımsız devletin varlığını tehdit edebilecek bir zafer anlamına geliyor. Büyük Sırp nüfusu ve çeşitli Karadağlılar da dahil diğerleri için ise bu seçim bir diktatörlüğün sonu anlamına geliyor.
Muhaliflerine göre Djukanovic, Karadağ’ı otoriter bir mafya devletine dönüştüren diktatördü. Suç ve yolsuzluk yaygındı, adam kayırmacılık hüküm sürüyordu, eleştirel gazeteciler saldırıya uğruyor ve hatta öldürülüyordu ve etnik ve dini ayrışmalar kasıtlı olarak körükleniyordu. Tüm bunlara Batı tarafından göz yumuldu, zira Djukanovic sözüm ona “istikrarı” teminat altına alıyordu, bölgedeki dış politika hedeflerine ulaşması için ABD ile birlikte çalışmaya istekli olduğunu ispatladı, en son da Karadağ’ı NATO’ya soktu.
Eski başarılı bir basketbol oyuncusu olan Djukanovic, 1980’lerin sonunda Slobodan Milosevic’in “anti-bürokratik devriminin” partizanı olarak öne çıkmıştı; bu, Sırbistan Sosyalist Cumhuriyeti liderliğine sadık olanlar etrafında gücü merkezileştirmek amacıyla eski siyasi kadroların süpürüldüğü bir elit isyanıydı. Milosevic’in onayıyla genç siyasetçi 1991 yılında başbakanlığa atandı. Aynı yılın ilerleyen günlerinde Karadağ, Hırvatistan’ın bağımsızlığını ilan etmesinin ardından Sırp azınlığı korumak amacıyla başlattığı bir operasyonla UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan Hırvatistan’ın Dubrovnik kentini bombalaması nedeniyle uluslararası kınama aldı. Dubrovnik kuşatması, Karadağ’da Yugoslavya’yı Hırvat faşizminden koruma girişimi sayılarak meşrulaştırıldı. Djukanovic, Hırvatistan bayrağındaki damalı desene işaret ederek “bir daha asla oynamayacağını” ilan etti.
Altı yıl sonra Djukanovic, Milosevic’e net bir şekilde karşı olduğunu ilan ederek saf değiştirdi. Bu rota değişikliği, Djukanovic’in 1996’daki geniş çaplı Zajedno protesto hareketine şahit olması ve Sırp liderin “modasının geçtiği” sonucuna varmasının ardından geldi. Bu değişimde başka faktörler de rol oynadı: Milosevic’in güçlü eşi Mira Markovic’e karşı uzun süredir devam eden şahsi husumeti ve onu Milosevic’e karşı potansiyel bir denge unsuru olarak devşirmek isteyen Washington’un telkinleri. Djukanovic, 1997 cumhurbaşkanlığı seçimlerini usulsüzlük ve gözdağı iddiaları gündemdeyken az bir farkla kazandı. Zaferini ABD derhal tanıdı.
Milosevic 2000 yılında iktidardan uzaklaştırıldıktan sonra Djukanovic, Batı nezdindeki stratejik değerini büyük ölçüde kaybettiğini fark etti. Karadağ ve Sırbistan’ın hala Yugoslavya Federal Cumhuriyeti sınırlarında olduğu dönemde kendisini ve artık sol kimliği olmayan liberal bir parti olan Sosyalist Demokrat Parti’yi (DPS) bağımsız Karadağ ulusunun koruyucuları olarak yeniden yaratmaya koyuldu. Böylece daha derin bir kimlik çatışması ortaya çıktı: “Karadağlı” bağımsızlığa destekle ilişkilendirilirken “Sırp” üniter devlete destek anlamına geliyordu. 2006 yılındaki bağımsızlık referandumu öncesinde DPS Arnavut, Boşnak ve Hırvat azınlıklara kur yaparak çok kültürlülük retoriğini anlamlı bir inançtan ziyade siyasi çıkarlar doğrultusunda benimsedi. Çoğunun Sırbistan’dan ayrılma fikrinin arkasına geçmesi için çok az çabaya ihtiyacı vardı ve referandum günü katılımcıların yüzde 55,5’i bağımsızlık yönünde oy kullanırken yüzde 44,5’i birliğin korunmasını tercih etti. Nüfusu 615 bin olan küçük Karadağ bağımsız bir ülke olarak yeniden doğdu.
Bu noktadan sonra Djukanovic, muhalifleri Karadağ’ın bağımsızlığına yönelik bir tehdit olarak göstererek iktidarını sağlamlaştırdı. Özellikle Sırp nüfusu hedef aldı. Balkanlarda Sırp milliyetçiliğinin genellikle Kremlin sempatisi ihtiva ettiği düşünülür; bu, Djukanovic’in Sırpları Karadağ’ın modernleşen, Avrupa-Atlantik yönelimine bir tehdit olarak göstermek için kullandığı bir varsayım. Azınlık grubu “beşinci kol”, devlet düşmanı, neo-faşist bir ittifak olarak yaftalandı ve bu nedenle ulusal ve yerel hükümette önemli ölçüde az temsil edildi. Sırplar sık sık seçmen haklarından mahrum bırakılmaktan ve diğer siyasi dışlanma biçimlerinden yakınıyorlardı. Sosyal yardımların alınması da genelde DPS’ye destek şartına bağlıydı.
Djukanovic’in aşırıya kaçması ülke içindeki muhalifleri tarafından eleştirilirken ajandası yurt dışındaki müttefikleri tarafından övgüyle karşılandı. ABD’nin eski Balkanlar Elçisi Robert Gelbard, “Karadağ’ı bağımsız, demokratik bir devlet, güçlü demokratik ve serbest piyasa ilkeleri üzerine kurulmuş bir ülke ve ABD’nin dünyayı görme biçimine uygun net bir gelecek vizyonuna sahip bir ülke olarak inşa ettiği için” onu “gerçek bir kahraman” olarak nitelendirmişti. John McCain, Djukanovic’in Karadağ’ın bağımsızlığı için gösterdiği çabayı “Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana Avrupa’nın en büyük demokrasi projesi” olarak tanımlamıştı. Aydınlanmış Batı, kemer sıkma politikaları ve kamu varlıklarının özelleştirilmesini alkışla karşıladı.
Şu anda Djukanovic, NATO’nun ateşli bir destekçisi olarak bilinse de erken siyasi kariyerini Rusya’ya yakınlaşarak geçirmiş olması ironiktir. Milosevic’in devrilmesinden sonraki yıllarda Batı, Belgrad’da iktidardaki kırılgan yeni demokratik koalisyona zarar verebileceği endişesiyle başlangıçta bağımsız Karadağ’ı destekleme konusunda isteksizdi. Bu yüzden Djukanovic başka yerlerde destek aradı. 2006 referandumunun ardından Rusya, Karadağ’ı egemen bir devlet olarak tanıyan ilk ülke oldu. Putin, Karadağ’daki Rus yatırımlarına 2 milyar dolar değer biçti; bu rakam kabaca ülkenin o dönemdeki tüm ekonomik üretimine eşitti. Ruslar ayrıca Karadağ’ın sanayi sektöründeki hisselerin çoğunu ve Adriyatik kıyı şeridinin büyük bölümünü satın aldı. Çok geçmeden Karadağ’daki her üç yattan biri bir Rusa ait oldu.
Ancak Kırım’ın ilhakıyla birlikte ilişkiler yeni ve daha gergin bir aşamaya girdi. Karadağ, Moskova’ya yaptırım uygulayan AB’nin yanında yer aldı. Djukanovic uzun zamandır Karadağ’ın NATO üyeliğinden söz ederken Ukrayna’daki savaş bunu daha acil bir mesele haline getirdi. Ülkenin katılım koşulları dramatikti: Karadağlı yetkililer Ekim 2016’daki seçim gününde Rusya’nın Djukanovic’e suikast düzenlemek ve Karadağ’ın Atlantik askeri ittifakına katılmasını engellemek amacıyla darbe teşebbüsü tertiplediğini iddia etti. Muhalefet, Djukanovic’in zorlu bir seçim mücadelesiyle karşı karşıya olduğu bir dönemde iktidarını korumayı amaçlayan “ucuz, mizansen bir vodvil darbesi” olarak tanımladıkları bu anlatıya ilişkin şüphelerini dile getirdi. Fakat bunun bir önemi yoktu. Djukanovic bir kez daha zafer kazandı ve Karadağ, Haziran 2017’de NATO’ya girdi.
Son dönemde Sırplar ve Karadağlılar arasındaki gerilim, ülkenin yüzde 70’inin bağlı olduğu güçlü Sırp Ortodoks Kilisesi etrafında yoğunlaştı. 2019’un araık ayında hükümet, Djukanovic’in tartışmalı din özgürlüğü yasasını kabul ederek devletin 1918’den sonra kiliseye verilen mülklere el koymasına izin verdi. Karadağ genelinde halka açık ayinler ve geçit törenleri şeklinde protestolar düzenlendi. Bu hoşnutsuzluk 2020 parlamento seçimlerine damgasını vurdu ve kilise, DPS’yi tahttan indirmeyi amaçlayan “onlar hariç herkes” kampanyasını başlattı. Sonuç hem Rusya taraftarı hem de ABD taraftarı siyasi blokları kapsayan ve oyların yüzde 50,7’sini kazanan muhalefet için benzeri görülmemiş bir zafer oldu. Djukanovic cumhurbaşkanı olarak kalsa da rakipleri anında etrafı krizle kuşatılan kırılgan yeni bir hükümet kurdu. Sadece birkaç ay görevde kaldıktan sonra güven oylamasıyla düşürüldü. Ardından gelen muhalefet hükümeti de aynı kaderi paylaştı.
Fakat yeni muhalefet her ne kadar krizle boğuşsa da geçen yıl yapılan yerel seçimlerde 14 belediyenin 11’inde kaybeden ve haziran ayında yapılacak parlamento seçimlerinde de benzer bir sonuç almayı bekleyen DPS’nin düşüşü sürüyor. Son cumhurbaşkanlığı yarışında Djukanovic, AB taraftarı yeni bir ortayolcu parti olan “Şimdi Avrupa!”nın adayı olarak yarışan 36 yaşındaki Oxford eğitimli iktisatçı Jakov Milatovic tarafından yenilgiye uğratıldı. Yolsuzluk karşıtı bir platformda kampanya yürüten Milatovic, 2020’de muhalefetin zafer kazanmasından bu yana ekonomi bakanı olarak görev yapıyordu. Görev süresi boyunca asgari ücret iki katından fazla arttı: Karadağ tarihindeki en büyük zam. Ancak Kovid krizinden zarar gören yurttaşlar tarafından memnuniyetle karşılanan bu reformun bir bedeli vardı; brüt maaşlar artık zorunlu sağlık sigortasını içermiyordu. Başka bir deyişle, daha önce sağlık hizmetleri için devlete giden maaşın bir kısmı artık doğrudan insanların cebine giriyor. Milatovic’in ekonomi programı evrensel sağlık hizmetini temel bir hak olarak muhafaza ediyor ve başka yöntemlerle finanse ediliyor, fakat bu yöntemler henüz netleşmedi ve kamu harcamalarındaki artış şu anda ülkenin borç seviyelerini yükseltiyor.
Djunakovic rakibinin politikalarıyla, kamu maliyesinin istikrarını tehdit edecek ve sözde bir “Yunan senaryosunu” hızlandıracak tehlikeli “ekonomik popülizm” biçimi diyerek alay etti (Milatovic’in yıllarını Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası’nda geçirmiş mülayim bir teknokrat olduğu düşünüldüğünde popülizm suçlaması şüpheli). Ayrıca Milatovic’in Sırp milliyetçiliği savunucusu olduğunu ve Batı’yı kendisinin zararsız bir liberal olduğuna inandırdığını iddia etti. Bu tipik ilişkilendirme yoluyla suçlu çıkarma örneğiydi; pek çok Sırp Milatovic’i Djukanovic’e hoş bir alternatif olarak desteklediği için bu Milatovic’in kendisinin aşırı milliyetçi olması gerektiği anlamına geliyordu. Bu anlamda Djukanovic’in seçim kampanyası, Kremlin taraftarı partiler ile AB’ci partiler arasındaki ayrımı ortadan kaldırmaya ve hepsini Karadağ’ı “Büyük Sırbistan”a katmak isteyen kripto-Sırp milliyetçileri olarak göstermeye dayanıyordu.
Nihayetinde Milatovic’in zaferi, politikalarına ilişkin bir referandumdan ziyade Djukanovic’in retoriğinin keskin bir şekilde reddedilmesiydi. Hem Rusya taraftarı Demokratik Cephe’nin hem de AB taraftarı daha küçük partilerin destekçileri nihayetinde muhalefetin ardında birleşti. Bu durum iki tur arasındaki oy dağılımında açıkça görüldü. Djukanovic, 19 Mart’ta yapılan ilk turda yüzde 35, Milatovic ise yüzde 29 oy alırken ikinci turda Djukanovic yüzde 41, Milatovic ise yaklaşık yüzde 60 oy aldı. Kaçınılmaz netice, Djukanovic’in kutuplaştırma stratejisinin iflas etmiş olduğuydu. Bağımsızlıktan on altı yıl sonra Karadağlı yurtseverleri Sırplardan ayırma teşebbüsü artık işe yaramazdı. Bunun yerine farklı etnik ve ideolojik geçmişlerden gelen seçmenlerin çoğunluğu onu görevden almak için birleşti. Yerine gelecek kişinin Karadağ’ın kleptokratik sistemini temizleme ve ekonomik büyümeyi başlatma vaatlerini yerine getirip getiremeyeceği ise ayrı bir konu.
Dünya Basını
Foreign Policy: Çin İran’ı Destekliyor, İsrail’i Kınıyor

Çin İran’ı destekliyor, İsrail’i kınıyor. Pekin’in tepkisi eskisinden daha güçlü ve daha doğrudan.
James Palmer, Foreign Policy dergisinin yardımcı editörü
17 Haziran 2025
Çin, devam eden İran-İsrail çatışmasında tavrını ortaya koydu. Cumartesi günü, Dışişleri Bakanı Wang Yi, İsrailli mevkidaşına yaptığı telefon görüşmesinde, İsrail’in İran’a yönelik saldırılarının “kabul edilemez” ve “uluslararası hukuka aykırı” olduğunu söyledi.
Wang, İranlı mevkidaşına “İran’ın ulusal egemenliğini korumak, meşru hak ve çıkarlarını savunmak ve halkının güvenliğini sağlamak” için destek teklif etti. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping salı günü yaptığı açıklamada bu yorumları yineledi. Çin’in tepkisi, geçen sonbaharda İran ile İsrail arasında yaşanan çatışmaya verdiği tepkiden daha sert ve doğrudan.
Çin, İran’ın da üyesi olduğu Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) aracılığıyla İsrail’in son saldırılarını kınayan bir bildiri yayınlamak da dahil olmak üzere diplomatik kaynaklarını seferber etti. Bu, İsrail ile güçlü silah ticareti bağları olan ve bildirinin hazırlanmasında danışılmayan ŞİÖ üyesi Hindistan’ın tepkisini çekti.
İran, son yıllarda Çin’e yakınlaştı. İki ülke, askeri tatbikatlarda düzenli olarak işbirliği yapıyor ve 2021’de ekonomik, askeri ve güvenlik işbirliği anlaşması imzaladı. İran’ın petrol ihracatının yüzde 90’ından fazlası Çin’e gidiyor. İran, yaptırımları tetiklememek için Batı bankalarını ve nakliye hizmetlerini atlatmak için bir dizi dolanma yöntemi kullanıyor ve yuan cinsinden işlemler yapıyor.
İsrail, İran’ın petrol endüstrisini bozmayı başarırsa, bu Çin için acı verici olabilir. Ancak İran, Çin’in altıncı en büyük tedarikçisi olduğu için Çin bu darbeyi absorbe edebilecektir.
Çin, güçlü açıklamasına rağmen İran’a retorik destekten öteye geçmesi olası değildir. Çin, Orta Doğu meselelerine daha fazla karışmak istememekte, bunun yerine ABD’nin dikkatinin dağılmasını memnuniyetle karşılamaktadır. Washington’daki şahinler, Çin-İran ilişkilerini olduğundan daha güçlü göstermeye çalışmaktadır; ancak İran, Çin’in temel çıkarları açısından nihayetinde marjinal bir ülkedir.
Çin müdahale ederse, muhtemelen İran’a, Tahran’ın geçmişte tehdit ettiği gibi Hürmüz Boğazı’nı gemilere kapatmaması için baskı yapmak olacaktır. Çin’in ana petrol tedarikçisi Rusya olsa da, Çin’in petrol ithalatının yaklaşık yarısı Körfez ülkelerinden gelmektedir. Boğazın kapatılması ve bunun sonucunda enerji fiyatlarında yaşanacak artış, zaten zor durumda olan Çin ekonomisi için acı verici olacaktır.
Çin, 2023’te İran-Suudi Arabistan uzlaşmasında oynadığı arabuluculuk rolünü temel alarak barış elçisi olarak hareket etme umudunu taşıyor olabilir. Ancak İsrail’in Çin’i tarafsız bir arabulucu olarak kabul etmesi zor görünüyor. Çin-İsrail ilişkileri, hem Çin’in Filistin yanlısı tutumu hem de Çin internetinde antisemitizm patlamaları nedeniyle İsrail-Hamas savaşı sırasında bozuldu. Anlaşma için Çin’e başvurmak, huysuz bir ABD başkanını kendinden uzaklaştırma riskini de beraberinde getirecektir.
Çin için İran-İsrail çatışmasının bir avantajı, savunma teknolojisi için yeni pazarlar olabilir. Pakistan, Hindistan ile son çatışmasında beklentileri aştı. Bu başarı, büyük ölçüde Çin sistemlerinin kullanılmasına bağlanıyor: J-10C savaş uçağı, bu çatışmada ilk kez savaşta test edildi ve hava savunma sistemi de çoğunlukla Çin yapımı.
Şu ana kadar İsrail, İran’ın eski hava savunma sistemleri ve hava kuvvetleri üzerinde hakimiyet kurdu ve bu durumu düzeltmek, Tahran’ın biraz nefes alması halinde gündeminin üst sıralarında yer alacak. Orta Doğulu alıcılar önceden J-10’lara şüpheyle yaklaşıyordu, ancak İran mevcut çatışma öncesinde ilgi gösteriyor gibi görünüyordu.
Çin bir zamanlar İran’ın önemli silah ortağıydı, ancak iki ülke 2005’ten bu yana yeni bir anlaşma imzalamadı. Bu durum şimdi değişebilir.
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
Dünya Basını
INSS: İran dış tehdide karşı kenetlenmiş görünüyor

İsrail’in güvenlik bürokrasisine yakınlığıyla bilinen, Tel Aviv Üniversitesi bünyesinde faaliyet gösteren yarı resmî düşünce kuruluşu INSS (Ulusal Güvenlik Araştırmaları Enstitüsü), İsrail-İran savaşının gidişatına dair bir değerlendirme yayımladı. İsrail ordusunda 20 yıldan fazla İran uzmanı olarak görev alan, INSS İran ve Şii Ekseni Araştırma Programı Direktörü Dr. Raz Zimmt tarafından kaleme alınan analiz, Tahran’ın savaşta geldiği kritik eşik, İran’ın nükleer altyapısına ve komuta sistemine verilen zarar, İran yönetiminin dayanıklılığı ve önündeki seçeneklere odaklanıyor.
“İran’a Karşı Kampanya: Durum Değerlendirmesi, İkilemler ve Sonuçlar” başlıklı analizde Zimmt, savaşın nasıl sona erebileceğine dair üç olası senaryo üzerinde duruyor. Analiz, hem İran’ın kırılganlıklarını hem de İsrail’in askeri kazanımlarını sürdürme konusunda karşı karşıya olduğu stratejik riskleri ortaya koyarken, ABD’nin pozisyonunun belirleyici rolüne dikkat çekiyor. INSS, savaşın sona erme biçiminden bağımsız olarak İsrail’in uzun vadeli bir “İran tehdidine” karşı hazırlıklı olması gerektiğini vurguluyor.
Makaledeki değerlendirmelerin büyük ölçüde İsrail’in resmî güvenlik bakış açısını yansıttığı ve ülkede uygulanan askeri sansür nedeniyle, İran saldırılarının İsrail’e verdiği zararın kapsamının olduğundan düşük gösterilmiş olabileceği göz önünde bulundurulmalı.
***
İran’a karşı yürütülen savaş: Durum değerlendirmesi, ikilemler ve olası sonuçlar
Dr. Raz Zimmt
İsrail ile İran arasındaki çatışmaların başlamasından üç gün sonra, İran kritik bir dönüm noktasına yaklaşmış durumda. Bu durum, İsrail’in İran’ın stratejik varlık ve kabiliyetlerine ciddi zararlar veren yoğun ve sürekli saldırılarının ardından gelişti. Tahran açısından tablo karmaşık ve çok boyutlu. Bir yandan, İran’ın üst düzey askeri liderliğini hedef alan saldırılarla ciddi bir darbe aldığı görülüyor. Bu saldırı, sadece stratejik bir sürpriz ve ulusal bir aşağılanma olmakla kalmadı, aynı zamanda İsrail’in İran rejiminin güç merkezlerine sızma yeteneğini de bir kez daha gözler önüne serdi. İran Genelkurmay Başkanı, Devrim Muhafızları Ordusu (IRGC) komutanı, istihbarat ve operasyon birimlerinin başkanları ile IRGC Hava-Uzay Kuvvetleri komutanının öldürülmesi, Tahran’ın bu askeri kampanyayı etkin biçimde yönetme kapasitesini geçici olarak sekteye uğrattı.
Son günlerde, İsrail Hava Kuvvetleri İran’ın nükleer programına yönelik saldırılarla operasyonel başarılar elde etmeyi sürdürdü. Bu saldırılar Natanz zenginleştirme tesisine kısmi (tam değil) zarar verirken, nükleer silah geliştirme programıyla bağlantılı olduğu düşünülen ve bu programın gelişiminde kilit rol oynayan ondan fazla bilim insanının hedef alınıp öldürülmesini de kapsıyor. Ayrıca, İran’ın askeri ve güvenlik altyapısı da İsrail tarafından hedef alındı: komuta merkezleri, füze ve hava savunma sistemleri, IRGC’nin istihbarat ağı ve bazı stratejik enerji tesisleri. Saldırıların devam etmesi, İran’ın komuta-kontrol sistemini zayıflatabilir ve rejimin iç sorunları yönetme kabiliyetini giderek aşındırarak genel istikrarını tehdit edebilir.
Öte yandan, İranlı yetkililer sınırlı da olsa bazı kazanımlara işaret edebiliyor. Her ne kadar nükleer program zarar görse de bu zarar henüz kritik düzeyde değil, özellikle de Fordow zenginleştirme tesisinin hâlâ sağlam. Ayrıca rejimin iç istikrarı açısından şu an ciddi ve acil bir tehdit söz konusu değil. İran liderliği dış tehdide karşı birlik, kararlılık ve canlılık mesajı vererek kenetlenmiş görünüyor. Rejime yönelik halkın duyduğu memnuniyetsizlik inkâr edilemez ancak bu aşamada halktan rejime yönelik aktif bir direniş gözlenmiyor. İsrail saldırılarında zarar gören yerleşim bölgelerine ait yıkım görüntüleri ise paradoksal biçimde iç dayanışmayı artırarak milli birlik duygusunu pekiştirmiş görünüyor.
Ayrıca İran, İsrail’in iç cephesine de sınırlı düzeyde zarar vermeyi başardı. Her ne kadar bu zarar kapsam açısından büyük olmasa da İran hükümeti ve medyası bu saldırıların belgelerini kullanarak psikolojik direnç ve uzun vadeli stratejik denge anlatısını güçlendirmeye çalışıyor. Bu söylem, İslam Cumhuriyeti’nin hem direnme hem de zamanla İsrail’e zarar verebilme kapasitesine sahip olduğunu vurguluyor.
İran liderliğinin bu savaş sonrası dönemde bazı temel kazanımları korumayı hedeflediğini değerlendirmek makul olur:
-Rejimin hayatta kalması; iç ve dış tehditlere karşı en öncelikli mesele olarak görülüyor;
-Nükleer programın devamlılığı; rejimin varlığını sürdürmesi için bir tür “sigorta poliçesi” olarak algılanıyor;
-Gelecekteki güvenlik tehditleriyle mücadele edebilmek için gerekli olan füze sistemleri, istihbarat altyapısı ve komuta-kontrol ağları gibi stratejik varlıkların muhafazası.
Tahran’ın bu temel hedefleri sürdürebilme yetisi, önümüzdeki haftalarda savaşın nasıl yönetileceği, ne zaman sona erdirileceği ve savaş sonrası bir düzenlemeye gidilip gidilmeyeceği ya da nükleer stratejide bir değişiklik yapılıp yapılmayacağı gibi kararları belirleyecek.
Şu an itibariyle İran, savaşın yürütülmesine odaklanmış durumda; İsrail saldırılarının etkisini en aza indirirken İsrail’e azami zarar vermeye çalışıyor. Ancak savaş devam edip kayıplar arttıkça, Tahran liderliği önünde birkaç önemli seçenek bulacak:
-Mevcut çatışma biçimini sürdürerek İsrail’i uzun bir yıpratma savaşına çekmek;
-Politik bir düzenlemeyle savaşı sonlandırmaya çalışmak;
-Gerilimi daha da tırmandırarak Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’ndan (NPT) çekilmek ya da gizli bir tesiste nükleer silah geliştirme hamlesine girişerek uluslararası müdahaleyi tetiklemek ve bu yolla savaşı durdurmak.
Savaşı sürdürmek İran’a İsrail’in iç cephesini hedef almaya devam etme fırsatı tanıyabilir, fakat aynı zamanda giderek ağırlaşan bir tahribatı da göğüslemesini gerektirir ki bu da stratejik varlıklar, kritik altyapı ve nükleer kabiliyetlerin başka unsurlarını tehlikeye atabilir. Zamanla bu tür kayıplar, İran’ın savaş sonrası korumak istediği başarıları güvence altına alma kapasitesini zayıflatabilir. Ayrıca İran’ın mevcut füze ateşleme temposunu sürdürebilme kapasitesi belirsizliğini koruyor. Eğer özellikle de İsrail’in operasyonları kabiliyetlerini daha da aşındırdıkça “savaş ekonomisine” geçmeye zorlanırsa İran’ın İsrail’in hava savunma sistemlerine anlamlı bir tehdit oluşturma gücü azalabilir ve bu da yalnızca zaman zaman yapılacak dağınık saldırılara indirgenebilir.
İran’ın savaşı sona erdirme ve müzakerelere dönme yönünde bir karar alması, İsrail’in ateşkese onay vermesine ve muhtemelen ABD’nin Tahran’ın belirli şartlarını kabul etmesine bağlı olacak. Ancak, İran’ın şu anda bu konuda esneklik ve hazırlık gösterme niyetinde olup olmadığı şüpheli. Dışişleri Bakanı Abbas Irakçi her ne kadar genel bir ateşkes olasılığına açık olduklarını dile getirmiş olsa da İran Dışişleri Bakanlığı ABD ile görüşmelere yeniden başlamanın faydasız olduğunu belirtti; çünkü Tahran, İsrail’in bu saldırıları bağımsız olarak değil, ABD’nin işbirliğiyle ya da en azından Washington’un zımni onayıyla gerçekleştirdiğine inanıyor.
NPT’den çekilmek ki bu adım İran Meclisi’ndeki bazı üyeler tarafından halihazırda önerildi, ya da nükleer bir çıkış girişiminde bulunmak, uluslararası müdahaleyi tetiklemek için baskı taktikleri olarak kullanılabilir. Ancak İran’ın bunu gizlice gerçekleştirme kapasitesi oldukça kuşkulu; çünkü nükleer programına yönelik istihbarat sızıntıları ve İran hava sahasında süren yoğun İsrail saldırıları bu olasılığı sınırlandırıyor. Ayrıca böyle bir hamle büyük riskler taşır: Doğrudan ABD askeri müdahalesini kışkırtabilir ki bu, İran’ın kaçınmaya çalıştığı bir senaryo. Bu ayrıca İsrail’in önleyici saldırısı sonrasında elde ettiği uluslararası meşruiyeti de baltalayabilir.
Dünya Basını
Amerikalı profesör Stephen Walt: İsrail Hegemon Olamaz

Uluslararası İlişkiler teorilerinde realist yaklaşımın öne çıkan isimlerinden, Harvard Üniversitesi Profesörü Stephen M. Walt, Foreign Policy için kaleme aldığı makalede İsrail’in neden bölgesel hegemon olamayacağını tartışıyor.
İsrail’in İran’a yönelik kapsamlı saldırısı, bölgesel rakiplerinin her birini ortadan kaldırma veya zayıflatma kampanyasının son turudur. Ekim 2023’teki Hamas saldırısının ardından, Filistin halkını anlamlı bir siyasi güç olarak yok etmeye yönelik acımasız bir kampanya yürütmüştür; bu çaba, önde gelen insan hakları kuruluşları ve çok sayıda akademik uzman tarafından soykırım olarak tanımlanmıştır. Hava saldırıları, tuzaklı cep telefonları ve diğer yöntemlerle Lübnan’daki Hizbullah liderliğini yok etmiştir. Yemen’deki Husilere saldırmış ve Esad sonrası Suriye’de silah depolarını yok etmek ve tehlikeli gördüğü güçlerin orada siyasi etki kazanmasını engellemek için bombalamalar gerçekleştirmiştir. İran’a yönelik son saldırılar ise yalnızca bu ülkenin nükleer altyapısına zarar vermeyi ya da onu yok etmeyi değil, daha fazlasını amaçlamaktadır. En azından, İsrail İran’ın nükleer programı üzerindeki müzakereleri sona erdirmek; üst düzey İranlı liderleri, askeri yetkilileri, diplomatları ve bilim insanlarını öldürerek İran’ın karşılık verme kapasitesini felç etmek; mümkünse ABD’yi savaşa daha fazla çekmek istemektedir. En uç noktada ise rejimi çöküşe sürükleyecek kadar zayıflatmayı ummaktadır.
Tüm bu eylemler en azından kısa vadede kısmen başarılı olduğuna göre, artık İsrail’i bölgesel bir hegemon olarak mı düşünmeliyiz? Eğer böyle bir devlet, “belirli bir bölgede tek büyük güç” olarak tanımlanıyorsa ve “başka hiçbir devlet (veya devletler kombinasyonu) tümüyle bir askeri güç sınavında ciddi bir savunma yapamayacaksa”, İsrail bu tanıma uyuyor mu? Eğer öyleyse, komşularının da tıpkı diğer hegemonlarla karşı karşıya kalanların yaptığı gibi hareket etmesi mi beklenmelidir: “Üstün gücünü tanıyıp, hegemonun hayati çıkarları konusunda ona boyun eğmek”?
İlk bakışta, bu olasılık gerçek dışı görünüyor. Nüfusu 10 milyondan az olan (ve bunların sadece %75’i Yahudi olan) bir ülke, birkaç yüz milyon çoğunluğu Müslüman Arap ve 90 milyondan fazla Pers’in yaşadığı geniş bir bölgeyi nasıl egemenliği altına alabilir?
Ancak, İsrail’in komşularına kıyasla birçok avantajı olduğunu düşündüğümüzde bu fikir daha makul hale geliyor. Vatandaşları daha iyi eğitimli, son derece vatansever ve genellikle Arap muadillerinden daha etkili liderler tarafından yönetilmiştir. Zengin ve siyasi olarak etkili bir diasporadan cömert ve tutarlı destek alır, geçmişte ise Büyük Britanya ve Fransa gibi büyük güçlerden paha biçilmez yardımlar görmüştür. Çoğu Arap rakibi iç bölünmeler, isyanlar veya darbelerle karşı karşıya kalmış ve Araplar arası rekabetle bölünmüştür.
Ayrıca modern askeri gücün artık sayısal üstünlükten çok teknolojik hakimiyet, eğitim ve yetkin komuta becerilerine dayandığı için, İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) daima karşı karşıya kaldığı güçlerden çok daha yetenekli olmuştur. Savaşlar giderek daha pahalı ve sofistike silahlara bağımlı hale geldikçe bu avantaj daha da artmıştır. Hizbullah ve Hamas zamanla daha yetenekli hale gelmiş olsa da, hiçbiri İsrail’in varlığını tehdit edememiş veya İsrail’in onlara verebileceği zararla boy ölçüşememiştir. İsrail’in geniş nükleer silah cephanesi ve övülen istihbarat yetenekleri, konumunu daha da sağlamlaştırmıştır.
En önemlisi, İsrail Amerika Birleşik Devletleri’nden büyük ve büyük ölçüde koşulsuz destek almaktadır. ABD hükümeti ne yaparsa yapsın İsrail’i desteklemekte ve İsrail’in “niteliksel askeri üstünlüğünü” sürdürme konusunda resmen taahhütte bulunmuştur. Bu yardım olmasaydı, yaklaşık 10 milyon İsrailli kendi topraklarını savunabilir—nükleer silahları olduğunu unutmayın—ama çevre bölgeye hükmetme şansları pek olmazdı.
Tüm bunlar göz önüne alındığında, İsrail’in daha geniş Orta Doğu’yu egemenliği altına alma fikri o kadar da saçma değildir. Ancak İsrail’i gerçek bir bölgesel hegemon olarak görmek bir hata olur.
Birincisi, bölgesel bir hegemon, komşularına kıyasla o kadar güçlüdür ki artık onlardan ciddi bir güvenlik tehdidiyle karşılaşmaz ve yakın zamanda gerçek bir rakibin ortaya çıkacağı konusunda endişelenmesine gerek yoktur. Bu, ABD’nin 20. yüzyılın başında ulaştığı konumdu: Diğer büyük güçler Batı Yarımküre’den çekilmişti ve bölgede hiçbir ülke veya ülke kombinasyonu, Amerika’nın ekonomik gücü ve askeri potansiyelini yakalayamazdı. Küba füze krizi hariç—ki bu da dış bir gücün (Sovyetler Birliği) yarımküreye nükleer başlıklı füzeler göndermesiyle olmuştu—ABD 19. yüzyıl sonundan bu yana yarımküre içinden ciddi bir askeri tehdit yaşamamıştır. Bu ayrıcalıklı konum, Washington’un dış ve savunma politikalarını Avrasya’ya odaklamasını sağlamıştır; amacı başka hiçbir gücün stratejik önemi olan bir bölgede benzer bir konuma gelmesini engellemekti.
Bugün İsrail bu standardı karşılamıyor. Örneğin Husiler hâlâ meydan okuyor ve IDF, Gazze’de büyük bir yıkım gerçekleştirmesine rağmen hâlâ orada bataklığa saplanmış durumda. İsrail, Hizbullah ve Hamas’ı ciddi şekilde zayıflatmıştır ama bunlar devlet dışı aktörlerdi ve hiçbiri İsrail’in varlığına yönelik varoluşsal bir tehdit oluşturmamıştı. Bugün hiçbir Arap devleti ya da koalisyonu İsrail’e denk değil, ancak hem Türkiye hem de İran önemli askeri güçlere ve çok daha büyük nüfuslara sahip; tümüyle bir savaş durumunda kaybetseler bile inandırıcı bir savunma yapabilirler. Bu da İsrail’in onları hesap dışı bırakamayacağı ya da bu devletlerin ona boyun eğeceğini varsayamayacağı anlamına gelir. İran’ın süregelen direnişi bunu açıkça göstermektedir: Son saldırılara karşılık olarak verdiği yanıt maruz kaldığı zarardan az olsa da hiç de önemsiz değildir ve çatışma sona ermemiştir. Tahran’ın, bu son karşılaşmayı kaybetse bile, gönüllü olarak çıkarlarını İsrail’e tabi kılacağına dair hiçbir işaret yoktur. Bu tek başına bile İsrail’in bölgesel hegemon olmadığını gösterir.
Ayrıca, son saldırıların tüm gerekçesi İran’ın bir gün nükleer silah edinme ihtimaliydi. Risk, İran’ın İsrail’e nükleer saldırı düzenlemesi değildi—bu intihar olurdu—ama bir İran bombası, İsrail’in bölgede cezasız güç kullanma kapasitesini sınırlardı. İsrailli liderlerin bu ihtimali—daha temkinli hareket etmeye mecbur kalma ihtimalini—bir tehdit olarak görmesi, ABD’nin uzun süredir sahip olduğu türden “serbest güvenlik”ten yoksun olduklarını gösterir.
İsrail’in son savaş alanı başarıları, İsrail’in kontrol ettiği topraklarda nüfusun yaklaşık yarısını oluşturan Filistinliler sorununu da çözmüş değildir. Üstün askeri ve istihbarat kapasitesi, Hamas’ın 2023 Ekim’inde yüzlerce İsrailliyi öldürmesini engelleyememiştir ve buna karşılık İsrail’in 55.000’den fazla Filistinliyi öldürmesi, bu çatışmaya siyasi bir çözüm getirmeye de yardımcı olmamıştır. Aksine, İsrail’in küresel imajını ciddi şekilde zedelemiş ve uzun süredir müttefik olan çevrelerde bile desteği zayıflatmıştır.
En önemlisi, İsrail hâlâ Amerikan desteğine kritik ölçüde bağımlıdır; komşularına saldırmak için ihtiyaç duyduğu uçakların, bombaların ve füzelerin çoğunu ABD sağlar ve sürekli diplomatik koruma sunar. Gerçek bir bölgesel hegemon, komşularına hükmetmek için başkalarına güvenmek zorunda kalmaz ama İsrail kalıyor. ABD desteği onlarca yıldır sarsılmazdı; bunun sebebi güçlü bir yerli çıkar grubunun etkisidir, ancak bu ilişki son yıllarda bazı gerilim işaretleri göstermiştir ve Amerika’nın küresel güç konumu gerilerken sürdürülmesi daha zor hale gelecektir. Eğer bu son çatışma ABD’yi içine çekerse, Trump’ın barışı koruyacağını düşünen MAGA yanlıları da dahil olmak üzere daha fazla Amerikalı, bu “özel ilişki” için ödenen bedelin ne kadar ağır olduğunu fark edecektir.
Son olarak, kalıcı bölgesel hegemonya, komşu ülkelerin hegemonun baskın konumunu kabul etmesini (ve bazı durumlarda memnuniyetle karşılamasını) gerektirir. Aksi takdirde hegemon, sürekli olarak yeni bir muhalefet doğmasından endişe eder ve bunu önlemek için sürekli eylemlerde bulunmak zorunda kalır. Ayrıcalıklı konumunu başkalarına kabul ettirebilmek için kalıcı bir hegemon, belirli bir hoşgörüyle hareket etmelidir; eski ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt’in Latin Amerika’ya karşı “iyi komşuluk” politikasını benimsemesi gibi. Napolyon Fransası, Nazi Almanyası veya İmparatorluk Japonya’sı gibi hegemonyaya aday ülkelerin bir süreliğine baskın konum elde ettiklerini ama bu kazanımları pekiştiremediklerini ve sonunda daha güçlü karşı koalisyonlara yenik düştüklerini hatırlamak gerekir.
Komşulara karşı hoşgörüyle davranmak İsrail’in güçlü yönlerinden biri olmamıştır ve ülkedeki sağcı güçlerin ve dini aşırılık yanlılarının artan etkisi bunu daha da olanaksız kılmaktadır. Tüm bunlar bir araya getirildiğinde, İsrail’in bölgesel hegemon olmaktan çok uzak olduğu açıktır. Liderlerinin bu statüyü elde etmeyi istememesi için hiçbir neden yoktur—kim istemez ki—ama bu konum onlara daima ulaşılmaz kalacaktır. Ve bu da İsrail devletinin uzun vadeli güvenliğinin, komşularıyla, özellikle de Filistinlilerle kalıcı bir siyasi anlaşma yapmasına bağlı olduğunu gösteren bir başka hatırlatmadır. Kalıcı güvenliğin yalnızca güçle değil, esasen siyasetle sağlandığını bir kez daha hatırlatır.
-
Görüş6 gün önce
Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?
-
Dünya Basını2 hafta önce
Trumpizmin gerici ideoloğu: Curtis Yarvin
-
Asya2 hafta önce
Huawei kurucusu: Çiplerimiz ABD’nin bir nesil gerisinde
-
Ortadoğu4 gün önce
İsrail’de hangi ‘halk’ yaşıyor?
-
Diplomasi7 gün önce
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
-
Dünya Basını2 hafta önce
Mevcut jeopolitik değişiklikleri anlamak: Sergey Karaganov ile mülakat
-
Görüş2 hafta önce
Avrupa’nın savunma özerkliği ve Almanya’nın askerî rolü dönüm noktasında
-
Avrupa4 gün önce
Merz: İsrail hepimizin kirli işlerini yapıyor