Bizi Takip Edin

Dünya Basını

Mihail Hazin’in ekonomi, kriz, jeostrateji görüşleri-1: “Sonuçta neden kaybettik?”

Avatar photo

Yayınlanma

Mihail Hazin, önemli bir iktisatçı. İlk defa Andrey Kobyakov ile birlikte yazdıkları 2003 tarihli “Dolar İmparatorluğunun Günbatımı ve Pax Americana’nın Sonu” adlı kitabıyla popüler olmuştu. Kitap, 2008 krizinin habercisiydi ve birçok açıdan öngörüleri krizle tamamen örtüşmüştü.

Bununla birlikte Hazin’in felaket tellallığı hatta komplo teorisyenliğiyle suçlandığı da çok olmuştur. Bu büsbütün temelsiz değil. Ama Hazin’i onlardan ayıran çok önemli bir nokta var: ifrata varan iddialar ileri sürdüğünde bile bu, güçlü bir analizin sonuçlarının abartılması şeklinde ortaya çıkıyor. Dolayısıyla, benim görüşüme göre öngörüler önemli, ama onları ortaya koyarken yapılan temellendirmeler çok daha önemli.

Aslında Hazin’e Rusya’daki siyasi önemini kazandıran da büyük ölçüde bu niteliği. Karar alıcılar arasında ilişkileri de var ve saygın; bu, benzer düşüncelerin onlar arasında da yaygın olduğuna yorulmalı.

Yazı, aslında bir youtube konferansının çözümü. Konferans 18 Mart’ta yayınlandı. Metne dökülmemişti — başka deyişle ben çeviriyi konferansı dinleyerek yaptım. Ancak çok tartışmalı ve nesnel olarak temellendirilmemiş gördüğüm üçüncü bölümünü (ABD ve Britanya arasında çatışmaların Güneydoğu Asya’da ve Kafkaslarda oynadığı rol) yayınlamayı gereksiz buldum. 

* * *

Özel talebi devlet hesabından teşvike dayanan çağdaş iktisat model 1980’lerin başında ortaya çıktı ve “reaganomics” adını aldı. Oysa bu daha 1970’li yılların sonunda icat edilmişti. Özü şudur: 1970’li yıllarda ABD’de sermaye verimliliğinde düşüş krizi tekrar etmişti; bu, aslında üçüncü krizdi ve bu 10 yıl boyunca iktisadi büyüme olmamasına yol açmıştı.

Aslında iki düşme döngüsü vardı. İlki 70’lerin başında, ikincisi 70’lerin sonuna doğruydu. Bunlar sermaye verimliliğinde düşüşün önemsiz olduğu iki-üç yıllık görece sükûnet devresiyle bölünmüştü.

Çağdaş batı iktisat bilimi, küçük bir büyüme dönemiyle ayrılmış iki resesyon olduğunu iddia eder, oysa öyle değildir. Mesele şudur: çağdaş liberal iktisat teorisi resesyonun fazla uzun olmasını yasaklar; bu yüzden 10 yıllık bir çöküşü hiçbir şekilde kabul edemez. Şuna dikkat edelim: 30’lu yıllarda da durum çok benzerdi ve 10 yıl boyunca iktisadi büyüme görülmemişti. Bu dönem depresyon diye anılıyor. Depresyon kelimesi toplumu korkutmuştu; bu yüzden resesyon kelimesi uyduruldu. Daha sonra da bu kelimenin altına, her resesyonun hızla sona erdiğini ve 2-2,5 yıldan fazla sürmediğini iddia eden iktisat teorisi icat edildi.

Oysa burada koca bir 10 yıl var. İstatistik verilerini halen gözden geçiriyorum; bunlar bir iktisadi büyümeyle ayrılmış iki çöküş, iki resesyon gösteriyordu. Bir kez daha tekrar ediyorum: gerçekte iki çöküş dalgası vardı ve bunlar arasında da hiçbir büyüme olmamıştı.

Bu konuda uzun uzun tartışılabilir, çünkü istatistik verilerin değerlendirilmesi muazzam bir sanattır, özellikle de geriye dönük olduğunda. Ben olasılık teorisi ve matematiksel istatistik uzmanı eğitimim sırasında SSCB Merkez İstatistik İdaresi’nde, İstatistik Enstitüsü’nde çalıştım, bu nedenle bu durumu, başlangıç verilerine biçimsel olarak bağlı kalırken, yani biçimsel bir tahrifat yapmadan bile verilerin nasıl varyasyon gösterebileceğini çok iyi biliyorum. Zaten çağdaş istatistik tahrifatla suçlanamaz.

70’lerin sonunda ABD Fed başkanı Paul Walker yeni bir model geliştirdi, daha doğrusu onun yönetiminde iktisadi kalkınmayı sağlayabilecek bir model geliştirildi. Bu modelin muhtevasını… daha önce de anlatmıştım. Böylece tarihte ilk defa hane halkı ve özel kişilerin kredileri ödememesine izin verildi; yani bir sonraki krediyi ancak öncekini ödedikten sonra alabileceklerdi. Bunun tek istisnası da ipotekti. Bu, borcun devlet tarafından re-finansmanına izin verilmesiydi. Başlattıkları model borcun devamlı finanse edilmesiydi; bu da re-finansman sunulan kredinin devamlı surette artırılması, yani borcun artırılması suretiyle yapılıyordu.

Sonuçta 2008 krizi bugüne kadar sürdü. Amerikan hane halkının ortalama borcu reel gelirin yaklaşık yüzde 60’ından yüzde 130’dan fazlasına yükseldi. Fed faizleri de 1980-1981’de yüzde 18’den 2008 aralığında sıfıra düştü.

2008 krizi meydana geldi, çünkü borcun re-finansmanı artık mümkün değildi. Merkez Bankası faizi, mevduat faizinden farklı olarak, negatife düşemez.

O halde şu soru ortaya çıkıyor: ileride neler olacağını 70’lerin sonunda bilmiyorlar mıydı; neden açıkça işlevselliği zamanla sınırlı bir şemaya giriştiler? Üstelik de bu şemanın sonucunda tam bir felaket ortaya çıkacağını çok iyi biliyorlardı.

70’li yıllar boyunca Sovyetler Birliği iki sistemin rekabetinde başarı kazanmıştı. Bütün 70’li yıllar boyunca SSCB’de iktisadi büyüme devam ediyordu. Evet, yavaşlayarak; çünkü sermaye verimliliğinin düşme krizi SSCB’de de yaşanıyordu. Ama planlı ekonomi bu krizin sonuçlarını minimize etmeye imkân sağlıyordu.

SSCB sıfır iktisadi büyüme ortamına ancak 80’lerin başında girdi; farklı değerlendirmelere göre tam da Brejnev’in öldüğü ve Andropov’un geldiği sırada. Ben İstatistik Enstitüsü’nde çalışırken anlatırlardı: Sovyet yaşlıları, yaşlılar yani uzman anlamında, 70’lerin sonlarında ve 80’lerin başlarında SSCB’de iktisadi büyümeyi yeniden hesaplamaya karar verdiler. Ve iktisadi büyümenin 1982, 1983, 1984’te sıfır olduğunu hesapladılar. Kesin olarak söylemek mümkün değildir, çünkü her istatistik veri varyasyon niteliği taşır. Doğal olarak bu değerlendirme resmi değildi, ama zaten bu yüzden ben buna inanma eğilimindeyim. Bu hiçbir yerde yayınlanmadı. Bana öğretmenim, bu sırada enstitünün başındaki iktisat öğretmenim Emil Borisoviç Yerşov söylemişti.

SSCB 1970’lerin başında bir karar almak zorundaydı. Ya batı gitgide daha derin bir stagnasyona düşerken dünya liderliğini alacak ya da başka bir senaryoyu seçecekti. Eğer batılı siyaset bilimcileri okursanız tam bu sırada, yani 60’ların sonunda ve 70’lerin başında, özellikle 70’lerin başında onlarda da görülür. Çünkü ABD’de kriz 70’lerin başında başlamıştı; herkes için açıktı bu, tam olarak 15 Ağustos 1971’de ABD Başkanı Richard Nixon ABD’de 20’nci yüzyılın son temerrüdünü açıklamış ve altına bağlı dolardan vazgeçmişti.

Meselenin ürkütücü yanı, bunların kısa adımlar konseptini geliştirmiş olmasıydı. Bu konseptin özü şuydu: eğer SSCB tedricen ve çok kısa, nükleer savaş için gerekçe olamayacak kadar kısa adımlarla yeni topraklar ele geçirirse, er ya da geç bütün dünyayı ele geçirmiş olacak. Bütün batıda böyle bir hissiyat vardı. Ve bu anda SSCB geri çekildi.

Tamamen benzer bir duruma daha dikkat çekeceğim. Sanırım Burns, geçen hafta Kongre’deki konuşmasında korktuğunu söylemişti. Tamamen aynı mantık, Sovyetler Birliği yönetiminde, Brejnev politbürosunda Kosıgin ve Podgornıy ile ekibinin de olduğu orta dönem Brejnev politbürosunda da vardı. Hatırlatmama izin verin: Brejnev SSCB iktidarındaki nihai zaferini 1976’da, Podgornıy’ın ekibini Politbüro’dan attığında kazandı. Podgornıy Yüksek Sovyet başkanıydı.

Üç istikamette de, küresel projelere karşı koymaya yönelik temel istikametlerde SSCB tavizler verdi. Askeri-iktisadi planda SSCB Nixon’la stratejik taarruz silahlarının sınırlandırılması anlaşmasını imzaladı; bu, Amerikan bütçesindeki baskıyı kaldırdı. Hatırlatırım; daha 1970’lerin başında ABD’de kriz başlamıştı zaten ve bütçe problemleri de korkunçtu. Ama SSCB’de henüz bu problem yoktu. İkincisi: petrol pazarındaki ciddi problemler devam ederken SSCB Samotlor petrol bölgesinde üretimle dünya petrol pazarına girdi, üstelik 70’lerin başındaki petrol krizinin hemen arkasından. Yani SSCB, batı için hayat şartlarını ağırlaştırmak yerine ona yardım etmeye girişti. Ve son olarak üçüncüsü, 1975’te Helsinki’de Helsinki nihai senedi imzalandı. SSCB sözleşmenin üçüncü insani sepetiyle savaş sonrası sınırların kesin tespit edileceğini düşünüyordu. [Üç sepet ilkesi, Helsinki nihai senedinin temelindeki ilkeydi; buna göre güvenlik için üç boyut saptanmıştı: siyasi-askeri iktisadi ve ekolojik, insani. — H.Y.] Üçüncü sepeti ise sanki tali tutmuşlardı, oysa batının insan hakları anlayışını da kapsayan bu sepeti imzalamakla, SSCB dünyada ideolojik egemenlikten fiilen vazgeçmişti, çünkü şöyle denebilirdi: baksanıza, imzaladınız işte. Tabii bu insan haklarını kendince yorumlayarak iddiaya devam etmek mümkündü ama aslında ilkesel hata yapılmıştı. Ve SSCB donakaldı.

Kapitalizmin krizine, dolayısıyla sosyalizmin mutlak zaferine dair resmi doktrin değişmeden kalıyordu, çünkü marksist bilimde öyle yazıyordu, ama küresel hâkimiyet yolunda gerçek adımlar atılmadı. Böyle bir adımın neden atılmadığını uzun süre anlamadım. Bugün birkaç neden görüyorum. Birincisi şu: Brejnev politbürosu üyeleri (bunlar teori açısından genelde büyük âlimler değildiler) sosyalizm nasılsa kazanacak diye düşünüyorlardı. Bu yüzden hızla kazanmakla ağır ağır ilerlemek farksız. Elinde kaynaklar varken olayları hızlandırma mantığı yoktu bunlarda. İkinci neden: Çin’in bağımsız bir siyaset yönünde hareket etmeye başlamış olduğunu, ona karşı koymaları gerekeceğini biliyorlardı. Hatırlatırım: Kültür Devrimi 60’ların sonundaydı, Nixon’un Pekin ziyareti ise sanırım 1972. Soru şöyle konulmuştu: SSCB 25 yıl sonra kendi kaynaklarıyla Çin’in üstesinden gelebilir mi? Cevap “hayır” şeklindeydi. Ve nihayet üçüncüsü: ABD, NATO ve o sırada mevcut diğer askeri-siyasi bloklar, bugün kimsenin hatırlamadığı CENTO, SEATO vb. ortadan kalkacak olursa SSCB kendi kaynaklarıyla ve Varşova Paktı kaynaklarıyla bütün dünyada barış ve düzeni sağlayabilir mi? Cevap “hayır, kaynaklar yetmez” şeklindeydi.

Mantıken, en azından siyasi mantık gereği, önce yenmek ve sonra halletmek gerekti ama Brejnev’in teknokrat politbürosu bunu benimsemedi. Ve sonuçta kaybettik.

Ama ekonomi şeması, reaganomics de icat edilmişti. Burada açıklamak gerek: ABD neden bugün çok açıkça krize yol açan bir konsepti kabul etti? Çok basit bir nedenden ötürü. Çünkü o sırada başlıca, kilit görev SSCB’yi tasfiye etmekti. Daha sonra çıkacak problemler umurlarında değildi. Çünkü SSCB kazanacak olsaydı batı eliti için hayat alanı kalmazdı zaten. Temel, kilit görevi görmeye, SSCB’nin tasfiyesine giriştiler. Ve yaptılar.

Ama işin ilginç tarafı bundan sonra başladı. 1980’lerin sonunda, tam olarak 1989’da doğu bloku, Varşova Paktı, Comecon vb. dağılmaya başladığında ilkesel bir mesele ortaya çıktı: ne yapmalı? Çünkü bu sırada 1980’lerin başından beri Amerikan ekonomisinde özel tüketimin teşviki ve dolayısıyla iç üretimin teşviki karşılığı muazzam bir borç birikmişti. Böylece hızlı bir iktisadi büyüme imkânı ortaya çıkmıştı ve bu sayede SSCB’yi yenmişlerdi. Bu borçla ve SSCB’yle ne yapacaklardı?

ABD başkanı olan (1988’de kazandı, yani 1989 ocağından itibaren) baba Bush’un ileri sürdüğü fikir şöyleydi: SSCB’nin elindeki dış pazarları almak, bu parayla eski borçları kapatmak ve yeni iktisadi modeli borçsuz temiz bir sayfadan inşa etmeye başlamak gerek; bu sırada da SSCB batıyla ilişkilerinde dost bir devlet olur. Buna alternatif mantık ise şöyleydi: SSCB’yi ve sonra Rusya’yı un ufak etmek, parçalarına bölmek ve onun varlıkları üzerinde, reaganomics sayesinde yükselmiş olan mali elite yeni borçlar yaratmak gerek.

İkinci seçenek daha uygun görüldü, çünkü bu onların parasıydı, yani bu işten çok iyi para kazanıyorlardı. Mali elit de Washington’da egemen olmaya başlamıştı ve bu egemenlik ölçüsünde bu mantık kabul edildi.

Sıkıntı, Bush’un 1992 seçimlerinde de kazanması gerekmesiydi, çünkü muzaffer liderdi, bu onun birinci dönemiydi, ikinci dönem de adaylığını koyabilirdi ve halkın daha büyük kesimi onu destekliyordu. Ve mükemmel bir tezgâh kuruldu. … Bush’tan daha muhafazakâr olan Ross Perot adında biri ortaya çıktı. Ve sonuçta Ross Perot ultra-muhafazakârlardan epey oy topladı. Bush ve Perot’nun oyları birlikte Clinton’dan çok daha fazlaydı. Ross Perot, Bush’tan öyle çok oy aldı ki sonuçta Clinton birinci geldi. Ve SSCB’den geri kalanları da un ufak etme mantığı tam anlamıyla işlemeye başladı.

Dünya Basını

Foreign Policy: Çin İran’ı Destekliyor, İsrail’i Kınıyor

Yayınlanma

Çin İran’ı destekliyor, İsrail’i kınıyor. Pekin’in tepkisi eskisinden daha güçlü ve daha doğrudan.

James Palmer, Foreign Policy dergisinin yardımcı editörü
17 Haziran 2025

Çin, devam eden İran-İsrail çatışmasında tavrını ortaya koydu. Cumartesi günü, Dışişleri Bakanı Wang Yi, İsrailli mevkidaşına yaptığı telefon görüşmesinde, İsrail’in İran’a yönelik saldırılarının “kabul edilemez” ve “uluslararası hukuka aykırı” olduğunu söyledi.

Wang, İranlı mevkidaşına “İran’ın ulusal egemenliğini korumak, meşru hak ve çıkarlarını savunmak ve halkının güvenliğini sağlamak” için destek teklif etti. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping salı günü yaptığı açıklamada bu yorumları yineledi. Çin’in tepkisi, geçen sonbaharda İran ile İsrail arasında yaşanan çatışmaya verdiği tepkiden daha sert ve doğrudan.

Çin, İran’ın da üyesi olduğu Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) aracılığıyla İsrail’in son saldırılarını kınayan bir bildiri yayınlamak da dahil olmak üzere diplomatik kaynaklarını seferber etti. Bu, İsrail ile güçlü silah ticareti bağları olan ve bildirinin hazırlanmasında danışılmayan ŞİÖ üyesi Hindistan’ın tepkisini çekti.

İran, son yıllarda Çin’e yakınlaştı. İki ülke, askeri tatbikatlarda düzenli olarak işbirliği yapıyor ve 2021’de ekonomik, askeri ve güvenlik işbirliği anlaşması imzaladı. İran’ın petrol ihracatının yüzde 90’ından fazlası Çin’e gidiyor. İran, yaptırımları tetiklememek için Batı bankalarını ve nakliye hizmetlerini atlatmak için bir dizi dolanma yöntemi kullanıyor ve yuan cinsinden işlemler yapıyor.

İsrail, İran’ın petrol endüstrisini bozmayı başarırsa, bu Çin için acı verici olabilir. Ancak İran, Çin’in altıncı en büyük tedarikçisi olduğu için Çin bu darbeyi absorbe edebilecektir.

Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?

Çin, güçlü açıklamasına rağmen İran’a retorik destekten öteye geçmesi olası değildir. Çin, Orta Doğu meselelerine daha fazla karışmak istememekte, bunun yerine ABD’nin dikkatinin dağılmasını memnuniyetle karşılamaktadır. Washington’daki şahinler, Çin-İran ilişkilerini olduğundan daha güçlü göstermeye çalışmaktadır; ancak İran, Çin’in temel çıkarları açısından nihayetinde marjinal bir ülkedir.

Çin müdahale ederse, muhtemelen İran’a, Tahran’ın geçmişte tehdit ettiği gibi Hürmüz Boğazı’nı gemilere kapatmaması için baskı yapmak olacaktır. Çin’in ana petrol tedarikçisi Rusya olsa da, Çin’in petrol ithalatının yaklaşık yarısı Körfez ülkelerinden gelmektedir. Boğazın kapatılması ve bunun sonucunda enerji fiyatlarında yaşanacak artış, zaten zor durumda olan Çin ekonomisi için acı verici olacaktır.

Çin, 2023’te İran-Suudi Arabistan uzlaşmasında oynadığı arabuluculuk rolünü temel alarak barış elçisi olarak hareket etme umudunu taşıyor olabilir. Ancak İsrail’in Çin’i tarafsız bir arabulucu olarak kabul etmesi zor görünüyor. Çin-İsrail ilişkileri, hem Çin’in Filistin yanlısı tutumu hem de Çin internetinde antisemitizm patlamaları nedeniyle İsrail-Hamas savaşı sırasında bozuldu. Anlaşma için Çin’e başvurmak, huysuz bir ABD başkanını kendinden uzaklaştırma riskini de beraberinde getirecektir.

Çin için İran-İsrail çatışmasının bir avantajı, savunma teknolojisi için yeni pazarlar olabilir. Pakistan, Hindistan ile son çatışmasında beklentileri aştı. Bu başarı, büyük ölçüde Çin sistemlerinin kullanılmasına bağlanıyor: J-10C savaş uçağı, bu çatışmada ilk kez savaşta test edildi ve hava savunma sistemi de çoğunlukla Çin yapımı.

Şu ana kadar İsrail, İran’ın eski hava savunma sistemleri ve hava kuvvetleri üzerinde hakimiyet kurdu ve bu durumu düzeltmek, Tahran’ın biraz nefes alması halinde gündeminin üst sıralarında yer alacak. Orta Doğulu alıcılar önceden J-10’lara şüpheyle yaklaşıyordu, ancak İran mevcut çatışma öncesinde ilgi gösteriyor gibi görünüyordu.

Çin bir zamanlar İran’ın önemli silah ortağıydı, ancak iki ülke 2005’ten bu yana yeni bir anlaşma imzalamadı. Bu durum şimdi değişebilir.

Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

INSS: İran dış tehdide karşı kenetlenmiş görünüyor

Yayınlanma

İsrail’in güvenlik bürokrasisine yakınlığıyla bilinen, Tel Aviv Üniversitesi bünyesinde faaliyet gösteren yarı resmî düşünce kuruluşu INSS (Ulusal Güvenlik Araştırmaları Enstitüsü), İsrail-İran savaşının gidişatına dair bir değerlendirme yayımladı. İsrail ordusunda 20 yıldan fazla İran uzmanı olarak görev alan, INSS İran ve Şii Ekseni Araştırma Programı Direktörü Dr. Raz Zimmt tarafından kaleme alınan analiz, Tahran’ın savaşta geldiği kritik eşik, İran’ın nükleer altyapısına ve komuta sistemine verilen zarar, İran yönetiminin dayanıklılığı ve önündeki seçeneklere odaklanıyor.

“İran’a Karşı Kampanya: Durum Değerlendirmesi, İkilemler ve Sonuçlar” başlıklı analizde Zimmt, savaşın nasıl sona erebileceğine dair üç olası senaryo üzerinde duruyor. Analiz, hem İran’ın kırılganlıklarını hem de İsrail’in askeri kazanımlarını sürdürme konusunda karşı karşıya olduğu stratejik riskleri ortaya koyarken, ABD’nin pozisyonunun belirleyici rolüne dikkat çekiyor. INSS, savaşın sona erme biçiminden bağımsız olarak İsrail’in uzun vadeli bir “İran tehdidine” karşı hazırlıklı olması gerektiğini vurguluyor.

Makaledeki değerlendirmelerin büyük ölçüde İsrail’in resmî güvenlik bakış açısını yansıttığı ve ülkede uygulanan askeri sansür nedeniyle, İran saldırılarının İsrail’e verdiği zararın kapsamının olduğundan düşük gösterilmiş olabileceği göz önünde bulundurulmalı.

***

İran’a karşı yürütülen savaş: Durum değerlendirmesi, ikilemler ve olası sonuçlar

Dr. Raz Zimmt

İsrail ile İran arasındaki çatışmaların başlamasından üç gün sonra, İran kritik bir dönüm noktasına yaklaşmış durumda. Bu durum, İsrail’in İran’ın stratejik varlık ve kabiliyetlerine ciddi zararlar veren yoğun ve sürekli saldırılarının ardından gelişti. Tahran açısından tablo karmaşık ve çok boyutlu. Bir yandan, İran’ın üst düzey askeri liderliğini hedef alan saldırılarla ciddi bir darbe aldığı görülüyor. Bu saldırı, sadece stratejik bir sürpriz ve ulusal bir aşağılanma olmakla kalmadı, aynı zamanda İsrail’in İran rejiminin güç merkezlerine sızma yeteneğini de bir kez daha gözler önüne serdi. İran Genelkurmay Başkanı, Devrim Muhafızları Ordusu (IRGC) komutanı, istihbarat ve operasyon birimlerinin başkanları ile IRGC Hava-Uzay Kuvvetleri komutanının öldürülmesi, Tahran’ın bu askeri kampanyayı etkin biçimde yönetme kapasitesini geçici olarak sekteye uğrattı.

Son günlerde, İsrail Hava Kuvvetleri İran’ın nükleer programına yönelik saldırılarla operasyonel başarılar elde etmeyi sürdürdü. Bu saldırılar Natanz zenginleştirme tesisine kısmi (tam değil) zarar verirken, nükleer silah geliştirme programıyla bağlantılı olduğu düşünülen ve bu programın gelişiminde kilit rol oynayan ondan fazla bilim insanının hedef alınıp öldürülmesini de kapsıyor. Ayrıca, İran’ın askeri ve güvenlik altyapısı da İsrail tarafından hedef alındı: komuta merkezleri, füze ve hava savunma sistemleri, IRGC’nin istihbarat ağı ve bazı stratejik enerji tesisleri. Saldırıların devam etmesi, İran’ın komuta-kontrol sistemini zayıflatabilir ve rejimin iç sorunları yönetme kabiliyetini giderek aşındırarak genel istikrarını tehdit edebilir.

Öte yandan, İranlı yetkililer sınırlı da olsa bazı kazanımlara işaret edebiliyor. Her ne kadar nükleer program zarar görse de bu zarar henüz kritik düzeyde değil, özellikle de Fordow zenginleştirme tesisinin hâlâ sağlam. Ayrıca rejimin iç istikrarı açısından şu an ciddi ve acil bir tehdit söz konusu değil. İran liderliği dış tehdide karşı birlik, kararlılık ve canlılık mesajı vererek kenetlenmiş görünüyor. Rejime yönelik halkın duyduğu memnuniyetsizlik inkâr edilemez ancak bu aşamada halktan rejime yönelik aktif bir direniş gözlenmiyor. İsrail saldırılarında zarar gören yerleşim bölgelerine ait yıkım görüntüleri ise paradoksal biçimde iç dayanışmayı artırarak milli birlik duygusunu pekiştirmiş görünüyor.

Ayrıca İran, İsrail’in iç cephesine de sınırlı düzeyde zarar vermeyi başardı. Her ne kadar bu zarar kapsam açısından büyük olmasa da İran hükümeti ve medyası bu saldırıların belgelerini kullanarak psikolojik direnç ve uzun vadeli stratejik denge anlatısını güçlendirmeye çalışıyor. Bu söylem, İslam Cumhuriyeti’nin hem direnme hem de zamanla İsrail’e zarar verebilme kapasitesine sahip olduğunu vurguluyor.

İran liderliğinin bu savaş sonrası dönemde bazı temel kazanımları korumayı hedeflediğini değerlendirmek makul olur:

-Rejimin hayatta kalması; iç ve dış tehditlere karşı en öncelikli mesele olarak görülüyor;

-Nükleer programın devamlılığı; rejimin varlığını sürdürmesi için bir tür “sigorta poliçesi” olarak algılanıyor;

-Gelecekteki güvenlik tehditleriyle mücadele edebilmek için gerekli olan füze sistemleri, istihbarat altyapısı ve komuta-kontrol ağları gibi stratejik varlıkların muhafazası.

Tahran’ın bu temel hedefleri sürdürebilme yetisi, önümüzdeki haftalarda savaşın nasıl yönetileceği, ne zaman sona erdirileceği ve savaş sonrası bir düzenlemeye gidilip gidilmeyeceği ya da nükleer stratejide bir değişiklik yapılıp yapılmayacağı gibi kararları belirleyecek.

Şu an itibariyle İran, savaşın yürütülmesine odaklanmış durumda; İsrail saldırılarının etkisini en aza indirirken İsrail’e azami zarar vermeye çalışıyor. Ancak savaş devam edip kayıplar arttıkça, Tahran liderliği önünde birkaç önemli seçenek bulacak:

-Mevcut çatışma biçimini sürdürerek İsrail’i uzun bir yıpratma savaşına çekmek;

-Politik bir düzenlemeyle savaşı sonlandırmaya çalışmak;

-Gerilimi daha da tırmandırarak Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’ndan (NPT) çekilmek ya da gizli bir tesiste nükleer silah geliştirme hamlesine girişerek uluslararası müdahaleyi tetiklemek ve bu yolla savaşı durdurmak.

Savaşı sürdürmek İran’a İsrail’in iç cephesini hedef almaya devam etme fırsatı tanıyabilir, fakat aynı zamanda giderek ağırlaşan bir tahribatı da göğüslemesini gerektirir ki bu da stratejik varlıklar, kritik altyapı ve nükleer kabiliyetlerin başka unsurlarını tehlikeye atabilir. Zamanla bu tür kayıplar, İran’ın savaş sonrası korumak istediği başarıları güvence altına alma kapasitesini zayıflatabilir. Ayrıca İran’ın mevcut füze ateşleme temposunu sürdürebilme kapasitesi belirsizliğini koruyor. Eğer özellikle de İsrail’in operasyonları kabiliyetlerini daha da aşındırdıkça “savaş ekonomisine” geçmeye zorlanırsa İran’ın İsrail’in hava savunma sistemlerine anlamlı bir tehdit oluşturma gücü azalabilir ve bu da yalnızca zaman zaman yapılacak dağınık saldırılara indirgenebilir.

İran’ın savaşı sona erdirme ve müzakerelere dönme yönünde bir karar alması, İsrail’in ateşkese onay vermesine ve muhtemelen ABD’nin Tahran’ın belirli şartlarını kabul etmesine bağlı olacak. Ancak, İran’ın şu anda bu konuda esneklik ve hazırlık gösterme niyetinde olup olmadığı şüpheli. Dışişleri Bakanı Abbas Irakçi her ne kadar genel bir ateşkes olasılığına açık olduklarını dile getirmiş olsa da İran Dışişleri Bakanlığı ABD ile görüşmelere yeniden başlamanın faydasız olduğunu belirtti; çünkü Tahran, İsrail’in bu saldırıları bağımsız olarak değil, ABD’nin işbirliğiyle ya da en azından Washington’un zımni onayıyla gerçekleştirdiğine inanıyor.

NPT’den çekilmek ki bu adım İran Meclisi’ndeki bazı üyeler tarafından halihazırda önerildi, ya da nükleer bir çıkış girişiminde bulunmak, uluslararası müdahaleyi tetiklemek için baskı taktikleri olarak kullanılabilir. Ancak İran’ın bunu gizlice gerçekleştirme kapasitesi oldukça kuşkulu; çünkü nükleer programına yönelik istihbarat sızıntıları ve İran hava sahasında süren yoğun İsrail saldırıları bu olasılığı sınırlandırıyor. Ayrıca böyle bir hamle büyük riskler taşır: Doğrudan ABD askeri müdahalesini kışkırtabilir ki bu, İran’ın kaçınmaya çalıştığı bir senaryo. Bu ayrıca İsrail’in önleyici saldırısı sonrasında elde ettiği uluslararası meşruiyeti de baltalayabilir.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Amerikalı profesör Stephen Walt: İsrail Hegemon Olamaz

Yayınlanma

Uluslararası İlişkiler teorilerinde realist yaklaşımın öne çıkan isimlerinden, Harvard Üniversitesi Profesörü Stephen M. Walt, Foreign Policy için kaleme aldığı makalede İsrail’in neden bölgesel hegemon olamayacağını tartışıyor.

İsrail Hegemon Olamaz

İsrail hükümeti, bölgesel hakimiyet için hamle yapıyor; ancak bu büyük ihtimalle başarılı olmayacak.

Stephen M. Walt, 16 Haziran 2025

İsrail’in İran’a yönelik kapsamlı saldırısı, bölgesel rakiplerinin her birini ortadan kaldırma veya zayıflatma kampanyasının son turudur. Ekim 2023’teki Hamas saldırısının ardından, Filistin halkını anlamlı bir siyasi güç olarak yok etmeye yönelik acımasız bir kampanya yürütmüştür; bu çaba, önde gelen insan hakları kuruluşları ve çok sayıda akademik uzman tarafından soykırım olarak tanımlanmıştır. Hava saldırıları, tuzaklı cep telefonları ve diğer yöntemlerle Lübnan’daki Hizbullah liderliğini yok etmiştir. Yemen’deki Husilere saldırmış ve Esad sonrası Suriye’de silah depolarını yok etmek ve tehlikeli gördüğü güçlerin orada siyasi etki kazanmasını engellemek için bombalamalar gerçekleştirmiştir. İran’a yönelik son saldırılar ise yalnızca bu ülkenin nükleer altyapısına zarar vermeyi ya da onu yok etmeyi değil, daha fazlasını amaçlamaktadır. En azından, İsrail İran’ın nükleer programı üzerindeki müzakereleri sona erdirmek; üst düzey İranlı liderleri, askeri yetkilileri, diplomatları ve bilim insanlarını öldürerek İran’ın karşılık verme kapasitesini felç etmek; mümkünse ABD’yi savaşa daha fazla çekmek istemektedir. En uç noktada ise rejimi çöküşe sürükleyecek kadar zayıflatmayı ummaktadır.

Tüm bu eylemler en azından kısa vadede kısmen başarılı olduğuna göre, artık İsrail’i bölgesel bir hegemon olarak mı düşünmeliyiz? Eğer böyle bir devlet, “belirli bir bölgede tek büyük güç” olarak tanımlanıyorsa ve “başka hiçbir devlet (veya devletler kombinasyonu) tümüyle bir askeri güç sınavında ciddi bir savunma yapamayacaksa”, İsrail bu tanıma uyuyor mu? Eğer öyleyse, komşularının da tıpkı diğer hegemonlarla karşı karşıya kalanların yaptığı gibi hareket etmesi mi beklenmelidir: “Üstün gücünü tanıyıp, hegemonun hayati çıkarları konusunda ona boyun eğmek”?

İlk bakışta, bu olasılık gerçek dışı görünüyor. Nüfusu 10 milyondan az olan (ve bunların sadece %75’i Yahudi olan) bir ülke, birkaç yüz milyon çoğunluğu Müslüman Arap ve 90 milyondan fazla Pers’in yaşadığı geniş bir bölgeyi nasıl egemenliği altına alabilir?

Ancak, İsrail’in komşularına kıyasla birçok avantajı olduğunu düşündüğümüzde bu fikir daha makul hale geliyor. Vatandaşları daha iyi eğitimli, son derece vatansever ve genellikle Arap muadillerinden daha etkili liderler tarafından yönetilmiştir. Zengin ve siyasi olarak etkili bir diasporadan cömert ve tutarlı destek alır, geçmişte ise Büyük Britanya ve Fransa gibi büyük güçlerden paha biçilmez yardımlar görmüştür. Çoğu Arap rakibi iç bölünmeler, isyanlar veya darbelerle karşı karşıya kalmış ve Araplar arası rekabetle bölünmüştür.

Ayrıca modern askeri gücün artık sayısal üstünlükten çok teknolojik hakimiyet, eğitim ve yetkin komuta becerilerine dayandığı için, İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) daima karşı karşıya kaldığı güçlerden çok daha yetenekli olmuştur. Savaşlar giderek daha pahalı ve sofistike silahlara bağımlı hale geldikçe bu avantaj daha da artmıştır. Hizbullah ve Hamas zamanla daha yetenekli hale gelmiş olsa da, hiçbiri İsrail’in varlığını tehdit edememiş veya İsrail’in onlara verebileceği zararla boy ölçüşememiştir. İsrail’in geniş nükleer silah cephanesi ve övülen istihbarat yetenekleri, konumunu daha da sağlamlaştırmıştır.

En önemlisi, İsrail Amerika Birleşik Devletleri’nden büyük ve büyük ölçüde koşulsuz destek almaktadır. ABD hükümeti ne yaparsa yapsın İsrail’i desteklemekte ve İsrail’in “niteliksel askeri üstünlüğünü” sürdürme konusunda resmen taahhütte bulunmuştur. Bu yardım olmasaydı, yaklaşık 10 milyon İsrailli kendi topraklarını savunabilir—nükleer silahları olduğunu unutmayın—ama çevre bölgeye hükmetme şansları pek olmazdı.

Tüm bunlar göz önüne alındığında, İsrail’in daha geniş Orta Doğu’yu egemenliği altına alma fikri o kadar da saçma değildir. Ancak İsrail’i gerçek bir bölgesel hegemon olarak görmek bir hata olur.

Birincisi, bölgesel bir hegemon, komşularına kıyasla o kadar güçlüdür ki artık onlardan ciddi bir güvenlik tehdidiyle karşılaşmaz ve yakın zamanda gerçek bir rakibin ortaya çıkacağı konusunda endişelenmesine gerek yoktur. Bu, ABD’nin 20. yüzyılın başında ulaştığı konumdu: Diğer büyük güçler Batı Yarımküre’den çekilmişti ve bölgede hiçbir ülke veya ülke kombinasyonu, Amerika’nın ekonomik gücü ve askeri potansiyelini yakalayamazdı. Küba füze krizi hariç—ki bu da dış bir gücün (Sovyetler Birliği) yarımküreye nükleer başlıklı füzeler göndermesiyle olmuştu—ABD 19. yüzyıl sonundan bu yana yarımküre içinden ciddi bir askeri tehdit yaşamamıştır. Bu ayrıcalıklı konum, Washington’un dış ve savunma politikalarını Avrasya’ya odaklamasını sağlamıştır; amacı başka hiçbir gücün stratejik önemi olan bir bölgede benzer bir konuma gelmesini engellemekti.

Bugün İsrail bu standardı karşılamıyor. Örneğin Husiler hâlâ meydan okuyor ve IDF, Gazze’de büyük bir yıkım gerçekleştirmesine rağmen hâlâ orada bataklığa saplanmış durumda. İsrail, Hizbullah ve Hamas’ı ciddi şekilde zayıflatmıştır ama bunlar devlet dışı aktörlerdi ve hiçbiri İsrail’in varlığına yönelik varoluşsal bir tehdit oluşturmamıştı. Bugün hiçbir Arap devleti ya da koalisyonu İsrail’e denk değil, ancak hem Türkiye hem de İran önemli askeri güçlere ve çok daha büyük nüfuslara sahip; tümüyle bir savaş durumunda kaybetseler bile inandırıcı bir savunma yapabilirler. Bu da İsrail’in onları hesap dışı bırakamayacağı ya da bu devletlerin ona boyun eğeceğini varsayamayacağı anlamına gelir. İran’ın süregelen direnişi bunu açıkça göstermektedir: Son saldırılara karşılık olarak verdiği yanıt maruz kaldığı zarardan az olsa da hiç de önemsiz değildir ve çatışma sona ermemiştir. Tahran’ın, bu son karşılaşmayı kaybetse bile, gönüllü olarak çıkarlarını İsrail’e tabi kılacağına dair hiçbir işaret yoktur. Bu tek başına bile İsrail’in bölgesel hegemon olmadığını gösterir.

Ayrıca, son saldırıların tüm gerekçesi İran’ın bir gün nükleer silah edinme ihtimaliydi. Risk, İran’ın İsrail’e nükleer saldırı düzenlemesi değildi—bu intihar olurdu—ama bir İran bombası, İsrail’in bölgede cezasız güç kullanma kapasitesini sınırlardı. İsrailli liderlerin bu ihtimali—daha temkinli hareket etmeye mecbur kalma ihtimalini—bir tehdit olarak görmesi, ABD’nin uzun süredir sahip olduğu türden “serbest güvenlik”ten yoksun olduklarını gösterir.

İsrail’in son savaş alanı başarıları, İsrail’in kontrol ettiği topraklarda nüfusun yaklaşık yarısını oluşturan Filistinliler sorununu da çözmüş değildir. Üstün askeri ve istihbarat kapasitesi, Hamas’ın 2023 Ekim’inde yüzlerce İsrailliyi öldürmesini engelleyememiştir ve buna karşılık İsrail’in 55.000’den fazla Filistinliyi öldürmesi, bu çatışmaya siyasi bir çözüm getirmeye de yardımcı olmamıştır. Aksine, İsrail’in küresel imajını ciddi şekilde zedelemiş ve uzun süredir müttefik olan çevrelerde bile desteği zayıflatmıştır.

En önemlisi, İsrail hâlâ Amerikan desteğine kritik ölçüde bağımlıdır; komşularına saldırmak için ihtiyaç duyduğu uçakların, bombaların ve füzelerin çoğunu ABD sağlar ve sürekli diplomatik koruma sunar. Gerçek bir bölgesel hegemon, komşularına hükmetmek için başkalarına güvenmek zorunda kalmaz ama İsrail kalıyor. ABD desteği onlarca yıldır sarsılmazdı; bunun sebebi güçlü bir yerli çıkar grubunun etkisidir, ancak bu ilişki son yıllarda bazı gerilim işaretleri göstermiştir ve Amerika’nın küresel güç konumu gerilerken sürdürülmesi daha zor hale gelecektir. Eğer bu son çatışma ABD’yi içine çekerse, Trump’ın barışı koruyacağını düşünen MAGA yanlıları da dahil olmak üzere daha fazla Amerikalı, bu “özel ilişki” için ödenen bedelin ne kadar ağır olduğunu fark edecektir.

Son olarak, kalıcı bölgesel hegemonya, komşu ülkelerin hegemonun baskın konumunu kabul etmesini (ve bazı durumlarda memnuniyetle karşılamasını) gerektirir. Aksi takdirde hegemon, sürekli olarak yeni bir muhalefet doğmasından endişe eder ve bunu önlemek için sürekli eylemlerde bulunmak zorunda kalır. Ayrıcalıklı konumunu başkalarına kabul ettirebilmek için kalıcı bir hegemon, belirli bir hoşgörüyle hareket etmelidir; eski ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt’in Latin Amerika’ya karşı “iyi komşuluk” politikasını benimsemesi gibi. Napolyon Fransası, Nazi Almanyası veya İmparatorluk Japonya’sı gibi hegemonyaya aday ülkelerin bir süreliğine baskın konum elde ettiklerini ama bu kazanımları pekiştiremediklerini ve sonunda daha güçlü karşı koalisyonlara yenik düştüklerini hatırlamak gerekir.

Komşulara karşı hoşgörüyle davranmak İsrail’in güçlü yönlerinden biri olmamıştır ve ülkedeki sağcı güçlerin ve dini aşırılık yanlılarının artan etkisi bunu daha da olanaksız kılmaktadır. Tüm bunlar bir araya getirildiğinde, İsrail’in bölgesel hegemon olmaktan çok uzak olduğu açıktır. Liderlerinin bu statüyü elde etmeyi istememesi için hiçbir neden yoktur—kim istemez ki—ama bu konum onlara daima ulaşılmaz kalacaktır. Ve bu da İsrail devletinin uzun vadeli güvenliğinin, komşularıyla, özellikle de Filistinlilerle kalıcı bir siyasi anlaşma yapmasına bağlı olduğunu gösteren bir başka hatırlatmadır. Kalıcı güvenliğin yalnızca güçle değil, esasen siyasetle sağlandığını bir kez daha hatırlatır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English