Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Berlin Film Festivali ve ‘başkaldırı’nın çatlaklardan sızışı

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, kazanan bazı sinemacıların Filistin’e yönelik mesajları nedeniyle Alman devletinin ve festival organizatörlerinin panik halinde ‘hasar kontrolüne’ giriştikleri Berlinale’den sonra yayınlandı. Yazarın, Berlinale’nin politik geçmişine ilişkin hatırlatmaları bugüne de ışık tutuyor: Festival, bir Amerikan projesidir, hatta belki de kültür-sanat-sinema alanındaki bir ‘Marshal Planı’ olarak bile görülebilir. Bu da yetmezmiş gibi uzun yıllar yöneticiliğini yapmış kişi eski (?) bir nazidir. Dolayısıyla Berlin’den gelen tepkiler çok da şaşırtıcı sayılmamalıdır. İşin güzel yanı ise, sinema emekçilerinin ‘sanatı koruma’ adına politik konum almaktan uzak durma anlayışını yavaş yavaş mahkum etmeye başlamalarıdır. Tünelin sonunda ulaşılmasa bile, bazı çatlaklardan ışık sızmaya başlamış görünüyor. Son olarak, metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Ayrı Dünyalar: Berlinale 2024

Devika Girish
Film Comment
11 Mart 2024

İnce siyah bir duvar şeridi, Suneil Sanzgiri’nin Two Refusals (Would We Recognize Ourselves Unbroken?) adlı filmini oluşturan iki kanalı birbirinden ayırıyor. Okyanus dalgaları bir karenin kenarına çarpıp diğerine doğru dalgalanarak, her ikisi de Portekiz sömürgeciliğinin eski mekanları olan Hindistan ve Angola’daki bir çift isyan tarihini bir araya getiriyor. Yarım saatten biraz fazla süren film, 1961 yılına kadar Portekiz sömürgesi olan Hindistan’ın Goa eyaletinde emperyalistlere karşı savaşan bir aktivist ile bağımsızlığını yeni kazanan Angola devletinin yolsuzluklarına karşı Komünist Parti ile birlikte mücadele eden ve 1977 yılında Agostinho Neto tarafından idam edilen Hint kökenli Angolalı devrimci Sita Valles’in hikayelerini anlatıyor. Biri sömürgeciliğin, diğeri ise ‘post-’ önekiyle geçiştirilen her şeyin iki reddi, 1498’de Hindistan’ı ‘keşfeden’ Portekizli kaşif Vasco da Gama’yı taşıyan gemi bir fırtına tarafından engellenmiş olsaydı ne olabileceğini merak eden bir şair tarafından ortaya konuyor.

Ne olabilirdi diye sormak, ütopyadan daha azına razı olmamaktır; zafer adına kırıntıları reddederek huzursuzca direnmektir. Bu yılın 19 Ocak’ında Sanzgiri, 2024 Berlinale’sinin Forum Expanded bölümündeki İki Reddiye’yi geri çektiğini açıkladı ve uluslararası kültür işçilerini, ülkedeki Filistin yanlısı söylemin bastırılmasını protesto etmek için Alman kurumlarından emeklerini çekmeye çağıran bir kampanya olan Strike Germany [Grev Almanya] ile dayanışma içinde festivale ilk kez davet edilmesini geri çevirdi. Sanzgiri’den önce Toronto’da yaşayan Ganalı-Lesotholu sinemacı Ayo Tsalithaba, diasporik aidiyet üzerine meditasyon yapan görüntü ve metinlerden oluşan heyecan verici bir kolaj olan Atmospheric Arrivals adlı kısa filmini aynı bölümden çekti. Kanadalı sinemacı John Greyson da, öncü Alman seksolog Magnus Hirschfeld ile Çinli öğrencisi ve ortağı Li Shiu Tong arasındaki ilişkiye dair metinlerden oluşan eğlenceli, lo-fi bir opera olan Death Mask adlı kısasını geri çekti.

İlerleyen günlerde greve başka film yapımcıları da katıldı: Maryam Tafakory, 2023’te çektiği ve büyük beğeni toplayan Mast-del’in devamı niteliğindeki Sukhte-del adlı projesini tamamlamak için finansmana ihtiyacı olmasına rağmen –DM aracılığıyla bana söylediğine göre– festivalin laboratuvarlarından birinden çekildi. Sanatçılar Lawrence Lek, Monica Sorelle ve Advik Beni seçici Berlinale Talents programına davetlerini reddettiler. Fakat Tsalithaba, Sanzgiri ve Greyson dışında hiçbir sanatçı festivalin yaklaşık 200 filmden oluşan resmi programından çekilmedi. Sanzgiri bana, Arsenal Film ve Video Sanatı Enstitüsü tarafından düzenlenen ve Berlinale’nin bağımsız bir yan programı olan Forum Expanded’ın programcılarına seçkisini çekmeden önce bir teklifte bulunduğunu söyledi: Kamuoyuna ateşkes çağrısı yaparlarsa, filmin gösterilmesine izin verecekti. Verdiler ama sadece festivalin ikinci gününde. O zamana kadar geri çekilen filmler Arsenal’in web sitesinde yer almaktan öteye gidememişti. Grevcilerin “Ne olabilirdi ki?” diye düşündüklerini tahmin edebiliyorum.

***

Festivalin başlangıcında düzenlenen bir basın toplantısında jüri üyesi Christian Petzold, Berlinale’nin Filistin’deki soykırım konusundaki duruşu (ya da duruşsuzluğu) ve sağcı AfD partisi üyelerinin açılış törenine davet edilmesi –sonra da davet edilmemesi– etrafında dönen tartışmaları yorumladı: “Sanatçılar bir basın toplantısında Gazze’den, sonra Ukrayna’dan, sonra da beş AfD’liden bahsedince, bir noktada kendi kendime film izlemek için burada olduğumuzu düşünüyorum.” Bu, festivaldeki pek çok katılımcıdan duyduğum bir nakarattı; özellikle de geçen yıl Berlinale’nin başlıca finansörü olan Alman Kültür Bakanlığının önerdiği liderlik değişikliklerinin, Sanat Yönetmeni Carlo Chatrian’ın 2024 edisyonunun son edisyonu olacağını açıklamasıyla sinema camiasında yarattığı kargaşa göz önüne alındığında. Katılımcılardan biri bana böyle bir festivalde ‘sinemanın gerçek inananlarının’ savunulması gerektiğini, aksi takdirde devletin kazanacağını savundu.

Bu iddialar, sanata ve sanat alanlarına, siyasi amaçlar için araçsallaştırmak yerine, kendi içinde korunmaya değer, kutsal bir şey olarak duyulan inançtan kaynaklanıyor. Fakat uluslararası film festivallerinin tarihine kısaca göz atmak bile bu sözde apolitiklik geleneğinin bir fantezi olduğunu gösterir. Venedik Film Festivali Benito Mussolini’nin, Cannes ise onun ilerici karşıtı olarak ortaya çıktığında, Berlinale 1951’de Berlin’de görev yapan Amerikalı bir subay olan Oscar Martay’ın girişimiyle ‘özgür dünyanın vitrini’ ya da bir yazarın deyimiyle ‘ihtişamın Marshall planı’ olarak kuruldu. Bu, hem Müttefik güçlerin savaş sonrası Berlin’in kültürel ortamını canlandırma girişimi hem de Hollywood’un Almanya’da bir varlık ve pazar oluşturması için bir araçtı. Haziran 1951’de düzenlenen ilk edisyonun açılış seçkisi, Alfred Hitchcock’un İkinci Dünya Savaşı’nda Müttefiklerle yaptığı yakın işbirliğinin onuruna Rebecca (1940) oldu. Joan Fontaine onur konuğuydu.

Başka bir deyişle, Berlinale’nin kuruluşu jeopolitik bir manevraydı ve jeopolitik, festivali tarihi boyunca şekillendirmeye devam etti. Festivalin ilk direktörü, 1976 yılına kadar bu görevi yürüten sinema tarihçisi Alfred Bauer’di; 2020 yılında Nazi geçmişinin ortaya çıkması, akademik çalışmalara ve Berlinale’nin açıklamalarına yol açtı. İkinci edisyonda, Orson Welles’in Othello filmi, yönetmenin ‘Alman karşıtı sözleri’ nedeniyle festivalden yasaklandı ve 1970’te George Stevens başkanlığındaki jüri, Michael Verhoeven’in Vietnam Savaşı sırasında ABD vahşetini grafiksel olarak tasvir eden O.K. filminin ‘Amerikan karşıtlığı’ konusundaki anlaşmazlıklar nedeniyle istifa etti ve hiçbir ödül verilmedi. 1979’da birkaç sosyalist ülke, Michael Cimino’nun The Deer Hunter filminin Vietnamlıları yanlış ve saldırgan bir şekilde tasvir etmesini protesto etmek için filmlerini geri çekti. Dünyadaki olaylar festivali film seçkisinin çok ötesinde de etkiledi: Geçen yıl, Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenski Berlinale’nin açılış töreninde, festival yönetiminin Ukrayna ile dayanışma içinde olduğuna dair sert açıklamasının ardından konuştu.

***

Bu tarihin vurguladığı şey, özdeyişte olduğu gibi ‘tüm sanatın politik olduğu’ değil, sanat yapmanın, finanse etmenin ve göstermenin her zaman, ayrılmaz bir şekilde, dünyamızın politikasıyla bir ilişki olduğudur. Grev Almanya’yı harekete geçiren bu bakış açısı, sorumluluğu sanattan alıp, failliği emeğine dayanan bir işçi ve siyasi aktör olarak sanatçıya yüklüyor. Ocak ayında başlatılan kampanya, kamu fonlarının Alman sanat dünyasındaki yerleşik rolünün ve bunun sonucunda kültürel alanda Filistin yanlısı seslerin sansürlenmesinin, özellikle de Uluslararası Holokost Anma İttifakının (IHRA) İsrail’e yönelik eleştirileri antisemitizmle bir tuttuğu gerekçesiyle yaptığı resmi açıklamanın altını çiziyor (Berlin Senatosu geçtiğimiz aralık ayında, şehir fonlarından yararlananların IHRA’nın tanımına uymasını zorunlu kılan bir madde açıklamış, fakat ertesi ay ‘yasal kaygılar’ nedeniyle bu maddeden vazgeçmişti). Grev Almanya kampanyasında basın saatine göre yaklaşık 2.000 imza bulunuyor.

 

Grevin organizatörlerinden biri (isminin açıklanmasını istemedi) bana grevin, soykırım ve baskı karşısında diğer tüm mücadele biçimlerinin sönük kaldığı bir anda ‘yeni bir model’ olarak tasarlandığını söyledi. Bu, geçimleri Alman kamu fonlarına bağlı olmayan uluslararası sanatçılara müttefikliklerini göstermeleri için açık bir çağrıdır. Grev Almanya, ‘grev kırıcı damgasını’ ya da grev hattı modelini reddediyor; kampanya, çok sayıda direniş taktiğinden biri ve bir tür ahlaki yüksek çıta anlamına geliyor. Organizatör bana şunları söyledi: “Sanırım Berlinale’nin başlarında, geri çekilecek kişilerin festivalin çeperlerinde yer alanlar –örneğin, hem içerik hem de üretim araçları açısından politik olarak daha açık olma eğiliminde olan Forum Expanded segmentinde yer alanlar– olacağı netleşti.” “Bu, grevin genel dinamiklerinin kristalleşmesidir. Grev hakkında şöyle bir düşünce tarzı var: Eğer gücün yetiyorsa greve gitmelisin. Ama sonuçta greve gidenler, bunu gerçekten karşılayamayan insanlar – yaptıkları işin içeriği nedeniyle zaten daha büyük bütçelerden ve daha büyük ekonomilerden dışlanmış olan insanlar.”

Grev festivalde daha küçük bir varlık gösterse de, film işçileri ve sanatçılar için bir eylemlilik krizini ortaya çıkardı. Hayatta kalmak için kurumlara –devlet ya da şirketler– borçluysak, işimizin sahibi kimdir? Bu kriz, eleştirmen Negar Azimi’’ye göre, “belli belirsiz ama muzaffer bir şekilde ‘politik sanat’ olarak adlandırılan yeni bir sanat eserinin yükselişi” nedeniyle son yirmi yılda daha da derinleşti. İdeolojik savaşların estetik alanında başarıyla yürütülebileceği düşüncesi, sanatçıların ve kurumların hem pastalarını yiyip hem de karınlarının doymasına olanak tanıyor: davalara bağlılıklarını, onları ilerletmek için maddi eylemlerde bulunmadan ifade etmek. Berlinale’nin 1968 edisyonuyla ilgili DW.com’un aktardığı bir ayrıntı aydınlatıcıdır: O yıl Cannes Film Festivalinin protestolar nedeniyle kısıtlanmasından endişe duyan organizatörler, öğrenci hareketiyle ilgili ‘podyum tartışmalarını’ alelacele programa dahil etmişlerdir.

***

Modern festivallerin çalışma tarzı budur: tüm siyasi sorumluluğu ‘açık diyalog’ kurgusuna yüklemek ve ‘demokrasi’ adına eylemden kaçınmak. Berlinale’de bu durum, Potsdamer Platz’ın kenarına, Five Guys’ın yanına park edilmiş, tecrit edilmiş ahşap bir yapı olan ‘Küçük Ev’ tarafından gerçek anlamda hayata geçirildi. 17-19 Şubat tarihleri arasında günde dört saat açık olan bu yapıya girenler, Tiny House projesini kuran İsrail asıllı Alman-Yahudi sanatçı Shai Hoffmann ve Filistinli eğitimci Ahmad Dakhnous tarafından yürütülen tartışmalara katılabiliyordu. Tiny House’u ziyaret ettiğimde, odaya yaklaşık 10 kişi sıkıştırılmıştı ve sohbet, kamusal alanın derinden bölündüğü bir zamanda samimi diyalog alanlarının gerekliliği ve rahatlatıcılığı üzerineydi. Görünüşte düşmanca olmayan bir ortamda soru sormak ve fikir beyan etmek şüphesiz bazıları için katartik bir deneyimdi, ama merak etmekten kendimi alamadım: tam olarak ne amaçla? Özel diyalog besleyici ve hatta eğitici olabilir, fakat gerçek değişim –özellikle de söz konusu olan yaşam ve ölüm olduğunda– sadece güce başvurarak sağlanabilir. İster hukuk, ister sermaye, isterse kamusal söylem olsun, iktidar alanlarını ele almadan tartışmaya girmek, yalnızca kişinin kendi vicdanını rahatlatmasına hizmet eder.

Buna karşılık, bağımsız olarak küratörlüğünü üstlendiği Panorama bölümünden bir seçki olan No Other Land’in [Başka Ülke Yok] prömiyeri, diyalog ve işbirliğinin neye benzeyebileceğine dair daha enerji verici bir örnek sundu. Gazeteciler Basel Adra ve Yuval Abraham’ın da aralarında bulunduğu Filistinli ve İsrailli sanatçılardan oluşan bir kolektif tarafından yönetilen film, Batı Şeria’daki Masafer Yatta halkının İsrail Savunma Kuvvetleri tarafından şiddet kullanılarak sürülmesini gösteren 2019-2023 yılları arasında çekilmiş görüntülerden oluşuyor. Görüntüler doğrudan, acımasız ve tartışılmaz; buldozerlerin ve silahlı İsrail askerlerinin Filistinlilerin önemsiz evlerini ve yaşamlarını yerlerinden sökmesini izlemek ve bu sahnelerin günümüzde sosyal medyayı dolduranlarla benzerliğini fark etmek iç parçalayıcı. Yine de son aylar bize bir şey gösterdiyse, o da şiddet görüntülerinin kendi başlarına değişim açısından umduğumuzdan çok daha az etkiye sahip olduğudur. Daha 1980’de John Berger, Vietnam’daki savaş suçlarını gösteren fotoğrafların izleyiciyi sadece içerikleriyle değil, aynı zamanda ‘kendi kişisel ahlaki yetersizliğini’ ortaya çıkararak da şok ettiğini, bunun kefaretinin de aynı şekilde bireysel ve ahlaki olduğunu, en iyi ihtimalle insani bir katkı olduğunu savunmuştu.

Fakat Başka Ülke Yok, ne acıma ne de şok hissi uyandırmayı amaçlıyor. Adra’nın filmin sonlarına doğru dış sesle söylediği gibi, bu “güç hakkında bir hikaye.” Savaşın bir olay değil, bir yapı olarak portresi; birbirlerinden 30 dakika uzakta yaşayan, fakat sürekli olarak bir apartheid devleti olarak tanımladıkları yerde tamamen farklı siyasi özneler olan aynı yaştaki iki genç adam arasındaki dostluğun güzel, çoğu zaman şiirsel bir portresi. İsrail tüfeklerinin namluları karşısında, bedenlerini tankların önüne atarken, ikisi de güçsüzdür. Filmin etkisi, ölçüsüz dehşet karşısında kendimizi yetersiz hissetmemizi sağlamak değil, şiddetin gücün ele geçirilmesi olduğunu ve adaletin ancak bu gücün geri kazanılmasıyla gelebileceğini hatırlatmaktır. Ayakta alkışlanan gala gösteriminde Adra ve Abraham bu gerçekleri yinelemek için sahneye çıktılar: Adra, Berlinale’yi ateşkes çağrısı yapmadığı için, Alman devletini de Gazze’de İsrail’i silahlandırmaya devam ettiği için eleştirdi; Abraham ise ikisinin ortak yönetmen olarak sahneyi paylaşmalarının dünyanın gözünde eşit oldukları anlamına gelmediğini vurguladı. Bu konuşma 24 Şubat’ta En İyi Belgesel Film Ödülünü kazandıkları ödül töreninde de yankılanacaktı; Alman Kültür Bakanı Claudia Roth’un alkışlarının sadece Abraham’a yönelik olduğunu açıklayan bir bildiri yayınlamasıyla da bu mesaj trajikomik bir şekilde pekiştirilmiş oldu.

Görüştüğüm Grev Almanya organizatörü, “Ödül seçimi ile sistemin idari tarafının resmi retoriği arasındaki ikileme tanık olmak ilginçti,” dedi. “İçeriden ve dışarıdan gelen çifte çaba, çelişkileri verimli bir şekilde artırıyor.” Gerçekten de bu yılki festivalin sonunda çatlaklar kendini göstermeye başlamıştı: Grevle başlayan süreç, zincirleme protestolara, kurumdan yetkiyi geri alma girişimlerine yol açtı. Festival çalışanlarından oluşan bir koalisyon, yönetimin Gazze’de ateşkes çağrısında bulunmasını ve tüm rehinelerin serbest bırakılmasını talep eden bir mektup yayınladı. Geçmişte Forum Expanded programlarına ev sahipliği yapan SAVVY Contemporary ve genellikle Avrupa Film Pazarında (EFM) yer alan Filistin Film Enstitüsü gibi uzun süredir işbirliği içinde olan kuruluşlar festivale katılmadı ve bunun yerine, Filistinli yönetmen Carol Mansour’un Berlinale’den reddedilen filmi Aida Returns’ün gösterimi de dahil olmak üzere bağımsız programlara ev sahipliği yaptı. Bir noktada, film işçileri ve aktivistler, çeşitli ülkelerin bayrakları arasında ‘Işıklar, Kamera, Soykırım’ yazılı siyah bir bez açarak EFM’yi sürpriz bir pankartla kesintiye uğrattı. Abraham ve Adra, Mati Diop (Dahomey) ve Ben Russell ve Guillaume Cailleou (Direct Action) gibi keskin politik ve sömürge karşıtı filmleriyle ödül alan yönetmenler Filistin’le dayanışma açıklamaları yaptılar ve bu da Berlinale İcra Direktörü Mariëtte Rissenbeek’in, kazananların ‘daha farklı açıklamalar’ yapmasının daha ‘uygun’ olacağını iddia ederek sıra dışı bir tepki vermesine neden oldu.

Hiç değilse bu, sanatçı ile kurum arasındaki anlaşmaların yıpranmaya başladığının bir işareti. Reddetme olasılığı başını kaldırdı.

DÜNYA BASINI

Trump ateşkes için İsrail’e neden baskı yaptı?

Yayınlanma

Yazar

Editörün notu: Aşağıda sıcağı sıcağına çevirisini verdiğimiz makalenin yazarı Electronic Intifada yayının genel yayın yönetmeni Ali Abunimah. İsrail’in 1 yılı aşkın süredir Gazze’ye yönelik yürüttüğü soykırıma varan askeri saldırı, yeni Trump yönetiminin müdahalesiyle 19 Ocak’tan itibaren duracak. Filistin direnişinin veya İsrail saldırganlığının kazanıp kazanmadığına ilişkin tartışmalar bir süre daha devam edecek gibi görünüyor. Abunimah, İsrail’in askeri ve siyasi hedeflerine ulaşamadığını, Filistin direnişinin ise aslında daha önce işgalci güçlerin zafer ilan ettiği bölgelerde siyonistlere karşı silahlı mücadelesini sürdürmeye devam ettiğine işaret ediyor. Direnişin askeri kapasitesi, yazara göre, İsrail’in içerisinde de kamuoyu değişikliğine neden olmuş durumda. Elbette, en büyük faktörler arasında, Trump da yer alıyor.


Trump neden İsrail’e Gazze’ye yönelik savaşını sonlandırması için baskı yapıyor?

Ali Abunimah
Electronic Intifada
15 Ocak 2024

Çarşamba sabahı itibariyle Filistin’de, Gazze’deki İsrail soykırımını sona erdirecek ve Filistinli ve İsrailli esirleri serbest bırakacak bir anlaşmanın yakın olduğuna dair umutlar hâlâ yüksekti.

Doha’daki müzakerecilerin, en az on binlerce kişinin ölümüne ve milyonlarca kişinin hayatının altüst olmasına neden olan, 15 aydan fazla bir süredir İsrail’in acımasız bombardımanı ve açlık gibi tarifsiz zulümlerine maruz kalan bir halka rahat bir nefes aldıracak bir anlaşmanın son detaylarını belirledikleri bildirildi.

Anlaşma kabul edildiği ve uygulandığı takdirde İsrail için büyük bir stratejik yenilgi anlamına da gelecek.

Medyada yer aldığı şekliyle anlaşmanın ana hatları, mayıs ayında ABD Başkanı Joe Biden tarafından ortaya konan ve Hamas tarafından kabul edilen çerçeveye dayanan üç aşamalı bir süreci öngörüyor.

Buna göre derhal ateşkes ilan edilecek, büyük miktarda insani yardım girişi sağlanacak ve İsrail Gazze’den kademeli olarak çekilecek, buna birkaç hafta sürecek esir takası eşlik edecek.

Salı günü BreakThrough News kanalındaki Dispatches programında gazeteci Rania Khalek ile tartıştığım kilit soru, geçen yıl hiçbir yere varmayan aynı anlaşmanın neden şimdi imzalanmak üzere olduğuydu.

Geniş kapsamlı bir tartışmada ayrıca Suriye hükümetinin çöküşü, Direniş Ekseninin geleceği ve çok daha fazlası hakkında konuştuk. Tüm tartışmayı videoda izleyebilirsiniz.

Direniş hâlâ güçlü

Khalek’e de söylediğim gibi, iki kilit faktör direnişin gücü ve bir haftadan kısa bir süre sonra ABD Başkanı olarak Beyaz Saray’a dönecek olan Donald Trump.

Genel kanının aksine Trump, İsrail’e Tel Aviv’i şoke eden ve Biden yönetiminin uygulamayı kesinlikle reddettiği türden olağanüstü bir baskı uyguluyor.

15 ay sonra Filistinli direniş savaşçıları, İsrail’in işgalinin ilk haftalarında girdiği ve sözde kontrol altına aldığı kuzey bölgeleri de dahil olmak üzere, Gazze’nin bulundukları her yerinde İsrail işgal güçlerine saldırmaya devam ediyor.

Ağır kayıplar ve sürekli yıpranma, aylardır İsrail ordusunun, büyük ölçüde sağlam kalan geniş bir tünel sistemiyle hareket eden bir direnişi yenmek için nafile bir çaba sürdürme yeteneğini ve moralini tüketiyor.

Bunun ışığında, İsraillilerin açık bir çoğunluğu artık savaşı sona erdirecek kapsamlı bir anlaşmayı destekliyor, sadece İsrail’in gelişigüzel bombardımanından kurtulan esirler eve dönene kadar geçici bir duraklamayı değil. Bu, 7 Ekim 2023 direniş operasyonu nedeniyle Gazze’deki Filistinlilerden intikam alma arzusu doyumsuz görünen İsrail kamuoyunda büyük bir değişim.

Gücün gerçekte saklı olduğu yer

Diğer kilit faktör ise Trump’ın müdahalesi. Seçilmiş başkan geçen hafta Orta Doğu temsilcisini göndererek İsrail’e haddini bildirdi.

İsrail ile ABD arasındaki gerçek güç ilişkilerini sembolik bir şekilde ortaya koyan Steve Witkoff, geçtiğimiz cuma günü Binyamin Netanyahu’nun ofisine ertesi gün İsrail’e geleceğini ve kendisiyle görüşmek istediğini bildirdi.

İsrail gazetesi Haaretz’e göre Netanyahu’nun yardımcıları “kibarca bunun Şabat günü olduğunu ama başbakanın kendisiyle cumartesi gecesi memnuniyetle görüşebileceğini” söyledi.

Haaretz, “Witkoff’un açık tepkisi onları şaşırttı” diye ekledi. “Onlara aşağılayıcı bir İngilizceyle Şabat’ın kendisini ilgilendirmediğini açıkladı. Mesajı açık ve netti.”

Netanyahu Trump’ın elçisinin emirlerine itaat etti ve “Witkoff ile resmi bir görüşme yapmak üzere” emredildiği gibi ofisine gitti ve ardından anlaşmayı imzalamak üzere Katar’a döndü.

Haaretz’e göre bu görüşmenin sonucu, “Witkoff’un İsrail’i, Netanyahu’nun son altı ayda defalarca reddettiği bir planı kabul etmeye zorlaması” ve İsrailli esirlerin serbest bırakılmasının Filistinli esirlerin serbest bırakılması, savaşın sona ermesi ve İsrail’in Gazze’den aşamalı da olsa tamamen çekilmesi şartına bağlı olduğu yönündeki tutumundan vazgeçmeyen Hamas’a ciddi bir taviz vermesi oldu.

Bu tek hareket, İsrail lobisinin ABD hükümeti üzerinde belirleyici bir etkiye sahip olduğu efsanesini yıkabilir.

Stratejik bir yenilgi

İsrail’in devam eden soykırımının korkunç ve hâlâ tam olarak bilinmeyen bedeli karşısında bu nasıl İsrail için stratejik bir yenilgi ve Filistin direnişi için bir zafer anlamına gelecektir?

Basitçe ifade etmek gerekirse, İsrail Netanyahu’nun defalarca sözünü ettiği “topyekûn zafere” ulaşmakta tamamen başarısız olacaktır.

Netanyahu haziran ayında ABD Kongresinde yaptığı konuşmada, “Hamas teslim olur, silahsızlanır ve tüm rehineleri geri verirse Gazze’deki savaş yarın sona erebilir,” demişti. “Fakat bunu yapmazlarsa İsrail, Hamas’ın askeri yeteneklerini ve Gazze’deki yönetimini yok edene ve tüm rehinelerimizi eve getirene kadar savaşacaktır.”

Başbakan, “İşte tam zafer budur ve daha azına razı olmayacağız,” diye eklemişti.

Eğer bu anlaşma gerçekleşirse İsrail bu hedeflerin hiçbirine ulaşamamış olacak: Hamas yok edilmemiş ya da silahsızlandırılmamış olacak. Savaş sonrası düzenlemeler ne olursa olsun Hamas Gazze’de fiili kontrolü elinde tutmaya devam edecek ve İsrail neredeyse 500 gün süren soykırıma varan imha ve eşi benzeri görülmemiş kitlesel yıkımın ardından kuşatma altındaki küçük bir bölgeye kendi iradesini dayatmayı başaramamış olacak.

İsrail’in Gazze halkını etnik olarak temizleme ve Yahudi sömürgecilerle yeniden yerleştirme yönündeki pek de gizli olmayan arzuları yenilgiye uğratılmış olacak.

Dahası, İsrail bir zamanlar dünyada sahip olduğu yere geri dönmeyecek. Her zamankinden daha fazla, liderleri ve askerleri kaçak savaş suçluları olan, dünyayı özgürce dolaşamayan, hor görülen birer parya olacak.

Beklenmedik baskı

“Trump’ın şu anda uyguladığı baskı İsrail’in ondan beklediği türden bir baskı değil. Meselenin özü bu baskıdır,” dedi Netanyahu’nun bir vekili geçenlerde.

Başta İsrailli liderler olmak üzere herkes, ilk döneminde olabildiğince İsrail yanlısı olan Trump’ın Netanyahu üzerinde herhangi bir baskı kurmasına şaşırmış görünüyor.

ABD seçim kampanyası sırasında Trump, İsrail’in Gazze’deki “işini bitirmesine” izin vermekten bahsetmişti ki bu hem kendi tabanı hem de İsrail hükümeti için heyecan verici bir söylem anlamına geliyordu.

Bu yazarın da belirttiği gibi, başka bir şeylerin döndüğüne dair ilginç bir gösterge, Trump’ın bu ayın başlarında sosyal medyada Netanyahu’yu ziyadesiyle eleştiren bir video yayınlamasıydı.

Videoda Columbia Üniversitesi profesörü Jeffrey Sachs, Netanyahu’yu ABD’yi Irak’taki savaşa sürüklemekle, ABD’nin İran’la savaşa girmesini sağlamaya çalışmakla suçluyor ve İsrail liderini “derin, karanlık bir orospu çocuğu” olarak nitelendiriyor.

Bu, Biden’ın aksine Trump’ın koşulsuz desteğine kesin gözüyle bakılamayacağının bir işaretiydi.

Fakat daha önce de işaretler vardı: Temmuz ayında, daha ABD seçimlerinden önce, Trump Netanyahu’ya Gazze’deki savaşın Trump göreve dönmeden önce sona ermesini istediğini söyledi.

Trump’ın elçisi Witkoff’un da bu son tarih konusunda kararlı ve tutarlı olduğu bildiriliyor.

Ve kampanyanın son aşamalarında Trump, Biden-Harris yönetiminin soykırıma verdiği amansız destekten tiksinen geleneksel olarak Demokrat ağırlıklı seçmenlere kur yapmıştı.

“Michigan’daki ve ülke genelindeki Müslüman ve Arap seçmenler sonu gelmeyen savaşların durmasını ve Orta Doğu’da barışa dönülmesini istiyor. Tek istedikleri bu,” demişti Trump, diğer tüm kararsız eyaletlerle birlikte kazandığı Michigan’daki bir mitingde.

Trump’ın motivasyonu nedir?

Khalek ve bu yazarın da tartıştığı gibi, Trump’ın İsrail’e baskı yapma konusundaki şaşırtıcı istekliliğinin arkasında ne olabileceğini anlamak için Filistin mücadelesine herhangi bir sempati duyduğunu düşünmek gerekmiyor.

Trump genellikle öngörülemez ve değişken olsa da, dünya görüşünün tutarlı bir yönü, Amerika’nın geleneksel “müttefiklerini” Amerikan cömertliğinden yararlanan müşteri devletlerden başka bir şey olarak görmemesi.

Onlara karşı duygusal bir bağlılığı yok gibi görünüyor ve onları “Önce Amerika” gündemi için hayati önemde görmüyor.

İlk döneminde, transatlantik güvenlik ittifakının temel taşı olduğu varsayılan Almanya’yı, ülkede konuşlu ABD birliklerinden “servet kazanmakla” suçladığında NATO’ya bakışı buydu.

Görünürdeki müttefik ve ortaklarından milyarlarca dolar talep ederek, “Neden ülkeleri savunalım ve karşılığını almayalım?” diye gürlemişti.

Şimdi bu tutumunda daha da inatçı.

ABD’nin en büyük ticaret ortağı olan Kanada’ya bile saldırarak ABD’nin sömürüldüğünü ve Kanada’nın mallarına ihtiyacı olmadığını söyledi.

Hatta ABD’nin Kanada’yı 51. eyalet olarak bünyesine katması çağrısında bulundu.

Trump’ın uzun zamandır transatlantik egemen sınıflar tarafından –ikincil de olsa– ortak olarak görülen ülkeleri küçümsediği düşünüldüğünde, İsrail’e neden farklı davrandığı sorusu akla geliyor.

Özellikle de İsrail’in uzun zamandır Amerikan cömertliğinin en büyük alıcısı olduğu bir dönemde.

En azından Trump, İsrail’in faturalarını Amerika ödediği için emirleri de Amerika’nın vereceği yaklaşımını benimseyecek gibi görünüyor.

Gazze anlaşması henüz tamamlanmamış olsa da, Trump’ın müdahalesiyle birkaç gün içinde kaydedilen ilerleme, Washington’un emir vermesinin ABD-İsrail ilişkisinin gerçek doğası olduğunun ve her zaman da öyle olduğunun altını çiziyor.

Bu gelişmeler, Biden yönetiminin ateşkes sağlamadaki başarısızlığının her zaman kasıtlı olduğunu ve Demokrat Parti hükümetinin soykırımı silahlandırmayı ve desteklemeyi olumlu bir şekilde seçtiğini şüpheye yer bırakmayacak şekilde ortaya koyuyor.

Bunun için hesap verilmesi gerekecek.

Trump’ın bölge için daha büyük planlarının ne olduğu henüz belli değil.

Yaygın olarak belirtildiği üzere, Trump’ın en cömert kampanya bağışçılarından biri fanatik İsrail yanlısı milyarder Miriam Adelson.

Adelson, 100 milyon dolarlık bağışını Trump’ın İsrail’in işgal altındaki Batı Şeria’yı ilhak etmesine destek vermesi şartına bağladığı yönündeki haberleri yalanladı.

Fakat onun ve Trump’ın tabanının diğer unsurlarının, Trump’ın kendisinin de söz verdiği gibi, Filistin dayanışma hareketine yönelik daha fazla iç baskı da dahil olmak üzere, aşırı Filistin karşıtı önlemleri uygulamak için yönetime yakın ve yönetim içindeki konumlarını kullanacaklarına şüphe yok.

Trump bu vaadini yerine getirirse ve getirdiğinde de kimse şaşırmamalı.

Fakat Trump, Çin’in, Rusya’nın ve BRICS gibi yeni çok kutuplu oluşumların devam eden yükselişi göz önüne alındığında, göreve ilk geldiği zamana kıyasla göreceli olarak çok daha zayıf bir ABD’nin başkanı olarak geri dönüyor.

ABD artık iradesini tek taraflı olarak tüm dünyaya dayatamayabilir, fakat Güneybatı Asya’daki küçük soykırım bağımlısı İsrail’e iradesini dayatabilir.

Gazze’deki Filistin halkının iyiliği için, Trump’ın baskısının korkunç kan banyosuna mümkün olduğunca çabuk bir son vermesini umalım.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

İsrail-Hamas ateşkes anlaşmasının şartları ve gerginlikler

Yayınlanma

LEE KEATH ve SAMY MAGDY /AP

İsrail ve Hamas arasında varılan ateşkes anlaşması mevcut taslağa göre yürürse Gazze’de çatışmalar 42 gün boyunca duracak, onlarca İsrailli rehine ve yüzlerce Filistinli tutuklu serbest bırakılacak. Bu ilk aşamada İsrail askerleri Gazze’nin sınırlarına çekilecek ve yardımlar artarken pek çok Filistinli evlerinden geriye kalanlara dönebilecek.

Asıl soru ateşkesin bu ilk aşamanın ötesine geçip geçemeyeceği.

Bu da birkaç hafta içinde başlaması beklenen müzakerelere bağlı. Bu görüşmelerde İsrail, ve Hamas ile ABD, Mısır ve Katarlı arabulucular, Gazze’nin nasıl yönetileceği gibi zorlu bir konuyu ele almak zorunda kalacaklar.

Bu 42 gün içinde ikinci aşamayı başlatacak bir anlaşma yapılmazsa İsrail, Hamas’ı yok etmek için rehinelerin tamamı kurtarılmadan Gazze’deki saldırılarına devam edebilir.

İki yetkili Hamas’ın ateşkes anlaşmasının taslağını kabul ettiğini doğruladı ancak İsrailli yetkililer ayrıntılar üzerinde hala çalışıldığını, yani bazı şartların değişebileceğini ya da tüm anlaşmanın suya düşebileceğini söylüyor. İşte Associated Press’in yayınladığı ateşkes taslağı ve muhtemel zorluklar:

Rehinelerin tutuklu Filistinlilerle takas edilmesi

İlk aşamada Hamas, İsrail tarafından hapsedilen yüzlerce Filistinlinin serbest bırakılması karşılığında 33 rehineyi serbest bırakacak. Aşamanın sonunda militanların elindeki yaşayan tüm kadın, çocuk ve yaşlıların serbest bırakılması gerekiyor.

Gazze’de sivil ve askerlerden oluşan yaklaşık 100 rehine bulunuyor ve ordu bunların en az üçte birinin öldüğüne inanıyor.

Ateşkesin ilk resmi gününde Hamas üç rehineyi, yedinci günde de dört rehineyi serbest bırakacak. Bundan sonra haftalık açıklamalar yapacak.

İsrail-Hamas ateşkes anlaşmasının taslağı

  1. AŞAMA (42 gün)
  • Hamas, aralarında kadın sivil ve askerler, çocuklar ve 50 yaş üstü sivillerin de bulunduğu 33 rehineyi serbest bırakacak.
  • İsrail her sivil rehine için 30, her kadın asker için 50 Filistinli mahkûmu serbest bırakacak.
  • Çatışmalar duracak, İsrail güçleri nüfusun yoğun olduğu bölgelerden Gazze Şeridi’nin sınırlarına doğru çekilecek.
  • Yerlerinden edilen Filistinliler evlerine dönmeye başlayacak ve Gazze’ye daha fazla yardım girecek.
  1. AŞAMA (42 gün)
  • “Sürdürülebilir sükûnet” ilanı.
  • Hamas, henüz müzakere edilmemiş sayıda Filistinli mahkûm ve İsrail askerlerinin Gazze Şeridi’nden tamamen çekilmesi karşılığında kalan erkek rehineleri (askerler ve siviller) serbest bırakacak.
  1. AŞAMA
  • Ölen İsrailli rehinelerin cesetleri ölen Filistinli savaşçıların cesetleriyle takas edilecek.
  • Gazze’de yeniden yapılanma planının uygulanmasına başlanacak.
  • Gazze’ye giriş ve çıkışlar için sınır kapıları yeniden açılacak.

Hangi rehinelerin ve kaç Filistinlinin serbest bırakılacağı konusu karmaşık. Bu 33 kişi kadınları, çocukları ve 50 yaş üzerindekileri, yani neredeyse tüm sivilleri kapsayacak ancak anlaşma Hamas’ı tüm yaşayan kadın askerleri serbest bırakmaya da zorluyor. Hamas önce yaşayan rehineleri serbest bırakacak, ancak yaşayanlar 33 kişiyi tamamlamazsa, cesetler teslim edilecek. Rehinelerin hepsi Hamas’ın elinde değil, dolayısıyla diğer militan grupların rehineleri teslim etmesi sorun olabilir.

Buna karşılık İsrail serbest bırakılan her sivil rehine için 30 Filistinli kadın, çocuk ya da yaşlıyı serbest bırakacak. Serbest bırakılan her kadın asker için İsrail, 30’u ömür boyu hapis cezasına çarptırılmış 50 Filistinli mahkûmu serbest bırakacak. Hamas tarafından teslim edilen cesetler karşılığında İsrail, savaşın başladığı 7 Ekim 2023 tarihinden bu yana Gazze’de alıkoyduğu tüm kadın ve çocukları serbest bırakacak.

Aralarında askerlerin de bulunduğu onlarca kişi ikinci aşamaya kadar Gazze’de rehin tutulmaya devam edecek.

İsrail’in geri çekilmesi ve Filistinlilerin dönüşü

Taslak anlaşmaya göre, ilk aşamada İsrail askerlerinin, Gazze ile İsrail arasındaki sınır boyunca, yaklaşık bir kilometre genişliğinde bir tampon bölgeye çekilmesi gerekecek.

Bu da yerinden edilmiş Filistinlilerin Gazze şehri ve Gazze’nin kuzeyi dahil evlerine dönmelerine olanak tanıyacak. Gazze nüfusunun büyük bir kısmının devasa, bakımsız çadır kamplara sürülmesiyle birlikte Filistinliler, İsrail’in saldırıları nedeniyle birçoğu yıkılmış ya da ağır hasar görmüş olsa da evlerine geri dönmek için çaresizlik içinde.

Ancak bazı güçlükler var. Geçen yıl yapılan müzakereler sırasında İsrail, Hamas’ın bu bölgelere silah sokmasını engellemek için Filistinlilerin kuzeye doğru hareketlerini kontrol etmesi gerektiğinde ısrar etti.

Savaş boyunca, İsrail ordusu kuzeyi, Gazze’nin geri kalanından ayırarak, Netzarim Koridoru adı verilen ve askerlerin Filistinlileri bölgeden çıkararak üsler kurduğu bir alanı denetledi. Bu, kuzeyden merkeze doğru kaçan insanları aramalarına ve geri dönmeye çalışanları engellemelerine olanak tanıdı.

AP’nin yayınladığı taslakta İsrail’in koridordan çekilmesi öngörülüyor. İlk hafta içinde askerler kuzey-güney arasındaki ana sahil yolundan -Raşid Caddesi- çekilecek ve bu da Filistinlilerin geri dönüşü için bir yol açacak. Ateşkesin 22. gününde ise İsrail askerleri koridorun tamamından çekilmiş olacak.

Yine de salı günü görüşmeler devam ederken İsrailli bir yetkili ordunun Netzarim’de kontrolü elinde tutacağını ve kuzeye dönen Filistinlilerin buradaki denetimlerden geçmek zorunda kalacağını ısrarla vurguladı, ancak ayrıntı vermekten kaçındı.

Bu çelişkilerin giderilmesi gerginliklere yol açabilir.

İlk aşama boyunca İsrail, Refah Sınır Kapısı da Gazze’nin Mısır sınırı boyunca uzanan Philadelphia Koridoru’nun kontrolünü elinde tutacak. Hamas, İsrail’in bu bölgeden çekilmesi yönündeki taleplerini geri çekti.

İnsani yardım

İlk aşamada, Gazze’ye günde yüzlerce kamyon dolusu yiyecek, ilaç, malzeme ve yakıt gibi insani yardım girişinin artırılması planlanıyor. Bu, savaş boyunca İsrail’in izin verdiğinden çok daha fazla.

Aylarca yardım kuruluşları, İsrail’in askeri kısıtlamaları ve çete yağmacılığı nedeniyle Gazze’ye giren kısıtlı yardımları bile dağıtmakta zorlandı. Çatışmaların sona ermesi bu durumu hafifletebilir.

İhtiyaçlar ise çok büyük. Çadırlarda sıkışmış ve yiyecek ile temiz su sıkıntısı çeken Filistinliler arasında yetersiz beslenme ve hastalıklar yaygın. Hastaneler hasar görmüş durumda ve malzeme sıkıntısı çekiyor. Taslak anlaşma, evleri yıkılan on binlerce kişiye barınak yapmak ve elektrik, kanalizasyon, iletişim ve yol sistemleri gibi altyapıyı yeniden inşa etmek için ekipmanların girişine izin verileceğini belirtiyor.

Ancak burada da uygulama sorunları olabilir. Savaş öncesinde bile İsrail, Hamas’ın bu ekipmanları askeri amaçlarla kullanabileceği gerekçesiyle bazı malzemelerin girişini kısıtlıyordu. Başka bir İsrailli yetkili, yardımın dağıtımı ve temizlik çalışmaları üzerinde hâlâ düzenlemelerin yapıldığını, ancak Hamas’ın hiçbir rolünün olmayacağını söyledi.

Durumu daha da karmaşık hale getiren bir diğer konu, İsrail hükümetinin BM’nin Filistinli Mültecilere Yardım ve Çalışma Ajansı’nın (UNRWA) faaliyetlerini yasaklama ve bu ajansla tüm bağları kesme planına hâlâ bağlı olması. UNRWA, Gazze’deki yardımın ana dağıtıcısı ve eğitim, sağlık ve diğer temel hizmetleri sağlayan bir kurum.

İkinci aşama

Tüm bunlar işe yararsa, tarafların ikinci aşamayı da ele alması gerekiyor. Bu konudaki müzakereler ateşkesin 16. gününde başlayacak.

İkinci aşamanın ana hatları taslakta belirtiliyor: İsrail’in Gazze’den tamamen çekilmesi ve “sürdürülebilir sükûnet” karşılığında kalan tüm rehinelerin serbest bırakılması.

Ancak bu basit gibi görünen takas çok daha büyük meseleleri ortaya çıkarıyor.

İsrail, Hamas’ın askeri ve siyasi kabiliyetleri ortadan kaldırılmadan ve Hamas yeniden silahlanmadan, yani Hamas artık Gazze’yi yönetemez hale gelmeden tam bir çekilmeyi kabul etmeyeceğini söyledi. Hamas ise İsrail Gazze’deki tüm askerlerini çekene kadar son rehineleri teslim etmeyeceğini söylüyor.

Dolayısıyla müzakerelerde her iki tarafın da Gazze’yi yönetmek için bir alternatif üzerinde anlaşması gerekecek. Sonuç olarak Hamas’ın kendisinin iktidardan uzaklaştırılmasını kabul etmesi gerekiyor ki Hamas bunu yapmaya hazır olduğunu söyledi ancak İsrail’in şiddetle reddettiği gelecekteki herhangi bir hükümetten rol talep edebilir.

Taslak anlaşmada, ikinci aşama için bir anlaşmanın ilk aşamanın sonunda yapılması gerektiği belirtiliyor.

Eğer bir anlaşmaya varılamazsa ne olur? Bu birçok yönde ilerleyebilir.

Hamas, ikinci aşama üzerinde anlaşma sağlanana kadar ateşkesin devam edeceğine dair yazılı garantiler istemişti. Ancak ABD, Mısır ve Katar’dan sözlü garantilerle yetindi.

İsrail ise hiçbir güvence vermedi. Dolayısıyla İsrail müzakerelerde Hamas’a baskı yapmak için yeni bir askerî harekât tehdidinde bulunabilir ya da Başbakan Binyamin Netanyahu’nun tehdit ettiği gibi askerî harekâta yeniden başlayabilir.

Hamas ve arabulucular ilk aşamadan elde edilen ivmenin bunu yapmasını zorlaştıracağını düşünüyor. Saldırıyı yeniden başlatmak, kalan rehineleri kaybetme riskini artırabilir ve Netanyahu’ya karşı büyük bir öfkeye yol açabilir. Ancak Hamas’ı yok etmeden durmak, Netanyahu’nun kilit siyasi ortaklarını da kızdırabilir.
Üçüncü aşamanın daha az tartışmalı olması muhtemel: Kalan rehinelerin cesetleri, ölen Filistinli savaşçıların cesetleriyle takas edilecek ve uluslararası denetim altında Gazze’de 3 ila 5 yıllık bir yeniden inşa planı uygulanacak.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

FP: Türkiye Suriye’de henüz bir şey kazanmadı

Yayınlanma

Yazar

erdoğan-zafer

Esad’ın gidişini Erdoğan’ın zaferi olarak kutlamak için çok erken.

Steven A. Cook / Foreign Policy

Beşar Esad’ın aralık ortasında düşmesinden bu yana çeşitli dış politika analistleri ve gazeteciler Türkiye’yi Suriye’de “kazanan” ilan etti. Bu, Türk yetkililerin ve destekçilerinin hem beceriksizce hem de rahatsız edici bir şekilde teşvik edilen bir anlatı. Peki bu doğru mu? Hayır. Ya da en azından Türkiye henüz bir şey kazanmadı.

Türkiye’nin Suriye’de avantajlı bir konumda olduğu doğru. Ankara’nın hamisi olduğu Heyet-i Tahrir Şam (HTŞ) ve Suriye Ulusal Ordusu adı verilen milisler topluluğu Esad rejiminin sona ermesinden sorumluydu. Türkiye’nin Suriye’ye yakınlığı ve Türkiye’nin altyapı geliştirme konusundaki bilinen uzmanlığı da Ankara’da iyi bağlantıları olan firmaların yeniden inşa ihalelerini kazanmasına yardımcı olacaktır.

Ancak Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Şam’da kendisini dış güç olarak kabul ettirme konusunda büyük engellerle karşı karşıya.

Türkiye’nin Suriye’yi kazandığı iddiasının büyük bir kısmı, HTŞ ve Suriye Ulusal Ordusu milislerinin Halep’in düşmesine öncülük ederek Esad’ın, ailesinin yarım yüzyıl boyunca hâkim olduğu ülkeden kaçmasına yol açmasına dayanıyor. Ancak işler her zaman göründüğü gibi değildir. Halep’e yönelik Kasım ayı sonunda başlayan Türk onaylı saldırının sınırlı olması amaçlanıyordu. Ankara’nın amacı Esad’ın düşmesinden ziyade, dönemin Suriye Devlet Başkanı’na Türkiye-Suriye normalleşmesini müzakere etmesi için baskı yapmaktı ki bu Türk hükümetinin önceki iki yıl boyunca takip ettiği bir hedefti. Ancak Suriye ordusu çöktüğünde Türkler politikalarını gözden geçirdiler ve Beşar’ın düşüşünün her zaman planları olduğunu iddia ettiler.

HTŞ’nin Şam’ı kurtarmasından kısa bir süre sonra Türk Dışişleri Bakanı Hakan Fidan Suriye’nin başkentinde ortaya çıktı ve burada HTŞ’yi mecazi ve gerçek anlamda kucakladı. (Bu arada, Türkiye’nin HTŞ’yi alenen himaye ettiğini iddia etmesindeki ironi, Ankara’nın bu El Kaide bağlantılı grupla koordinasyonunu ortaya çıkaran cesur Türk gazetecilere karşı yürütülen acımasız yargılamayı hatırlayanlar için fazlasıyla dikkat çekiciydi. Bu koordinasyonu, o dönem istihbarat şefi olan Hakan Fidan yönlendirmişti.)

Türkiye- HTŞ ortaklığının verimli olduğu açık ama Ankara’nın Suriye’de zafer kazandığı fikri, Türk hükümetinin bu ilişkide tüm güce sahip olduğunu varsayıyor. Muhtemelen bir zamanlar öyleydi ama Esad rejiminin sona ermesinden sonra HTŞ’nin Erdoğan ve arkadaşlarına duyduğu ihtiyaç azaldı.

Fidan herkesten önce Şam’a gitmiş olsa da aralarında ABD, Birleşik Krallık, Fransa ve Almanya’dan (Avrupa Birliği’ni temsilen) diplomatların da bulunduğu heyetler HTŞ lideri Ahmed el-Şara’nın kapısını çaldı. Irak’ın istihbarat şefi de Suriye’ye bir ziyaret gerçekleştirdi. Suriye yönetiminin temsilcileri de komşularıyla temaslarını sürdürüyor. Geçici Dışişleri Bakanı Asad Hasan el-Şeybanî, Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’ı, Birleşik Arap Emirlikleri’nin başkenti Abu Dabi’yi, Katar’ın başkenti Doha’yı ve Ürdün’ün başkenti Amman’ı ziyaret etti. Açıkça görülüyor ki Şara’nın iki ay öncesine kıyasla daha fazla dış ortak seçeneği var.

Elbette Türkiye tamamen devre dışı değil, ancak büyük Arap devletlerinin Suriye’nin yeni liderleriyle temas kurma ve iş birliği yapma çabaları, Ankara’nın bölgedeki bir zayıflığını gözler önüne seriyor: Ankara’daki liderler Arap ülkeleriyle kültürel bir yakınlık içinde olduklarını ve bunun da kendilerine Ortadoğu toplumları hakkında eşsiz bir kavrayış sağladığını iddia ediyorlar. Bu, Osmanlı tarihini yanlış okumalarına dayanan çoğunlukla boş bir iddia. Şüphesiz, yıllar boyunca yapılan anketler özellikle Filistinlilere verdiği destek nedeniyle Erdoğan’ın popüler olduğunu gösteriyor. İstanbul’da hatırı sayılır sayıda Arap turist var ve Ortadoğuluların Türk dizilerine olan ilgisi kanıtlanmış durumda. Ancak bu, kültürel bir yakınlık oluşturmak için yeterli değil.

İslamcı olarak Erdoğan ve iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Arap dünyasına, özellikle de Mısır’daki Müslüman Kardeşler, Hamas ve diğer İslamcı dostlarına karşı bir sempati duyması daha muhtemel. Türkler Suriyeliler aralarında yakınlık hissetmelerine rağmen bu yakınlığın Suriyelilerin diğer Araplarla olan bağlarına kıyasla oldukça zayıf olduğu söylenebilir. Bu da Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Irak, Ürdün ve diğerlerine Şam’da Türkiye’ye karşı bir avantaj sağlıyor.

Bir de Kürt milliyetçiliği ve Washington’un Suriye’de İslam Devleti’ne (IŞİD) karşı ortağı Suriye Demokratik Güçleri’nin çekirdeğini oluşturan Halk Savunma Birlikleri (YPG) adlı Suriyeli Kürt savaş güçleri gibi çetrefilli bir mesele var. Türk hükümeti Esad rejiminin sona ermesi, Şam’da HTŞ’nin iktidara gelmesi ve ABD’nin seçilmiş başkanı Donald Trump’ın Amerikan güçlerini geri çekmeye hazır olduğunu açıklamasıyla birlikte Suriye Ulusal Ordusu’nu, terör örgütü olarak tanımlanan Kürdistan İşçi Partisi’nden (PKK) ayırt etmediği YPG’yi yok etmek için kullanma fırsatı doğduğuna inanıyor. Bu, Ankara’nın bakış açısına göre, güneyden gelen bir güvenlik tehdidini nihayet ortadan kaldıracaktır.

Türkiye açısından Kürt milliyetçiliğine karşı yıkıcı bir darbe vurmak için uygun bir zaman gibi görünüyor. Ve Ankara’nın Suriye’deki görünür zaferi, Türkiye’ye bu hedefi gerçekleştirebilecek bir güç sağlıyor.

Bu basit senaryoyu karmaşıklaştıran birkaç mesele var: Birincisi, Kürtler kendi yıkımlarını gönüllü olarak kabul etmeyecek. Karşılık verme kapasiteleri var ve bu da Türkiye’yi iki cephede birden gerilla savaşı vermek zorunda bırakıyor: Suriye ve PKK’nın yuvalandığı Irak.

Unutulmamalıdır ki, güçlü Türk Silahlı Kuvvetleri bile 40 yılı aşkın bir süredir PKK’yı tamamen ortadan kaldıramadı. Türklerin ve Suriyeli müttefiklerinin bu konuda daha başarılı olacağına inanmak için bir sebep yok. İkinci olarak HTŞ, Türkiye’nin Kürtleri ortadan kaldırma mücadelesinde mutlaka bir ortak olmayabilir. Esad sonrası Şam’daki Türk gücünün Ankara’nın herkesin inanmasını istediği gibi olmadığının somut bir işareti olarak Erdoğan, YPG’yi yok etme mücadelesinde yeni hükümetin yardımını beklediğini açıkladı. Bu, Türkiye’nin Suriye’nin başkentindeki gücünün sınırlarının üstü kapalı bir itirafıydı.

“Suriye’yi Türkiye kazandı” fikri etrafındaki erken zafer havası, gerçekliğe dayanmayan bir dizi varsayım ve beklenti yaratıyor ve politika yapıcıları potansiyel olarak nahoş sürprizlerle karşı karşıya bırakıyor.

Eğer politika yapıcılar bu anlatıyı olduğu gibi kabul ederlerse, Şam’da bölgesel güçler arasında devam eden pozisyon mücadelesinin inceliklerini gözden kaçıracaklardır. Bu, Suriye’yi kimin kontrol edeceğine dair uzun süredir devam eden dramanın sadece bir sonraki perdesi. Hiç şüphesiz, Türkiye çok sayıda kazanımı olan önemli bir başrol, ancak Ankara’nın aynı zamanda oldukça fazla sayıda mesuliyeti de var. Suriye’de ayaklanmanın başladığı Mart 2011’den bu yana her adımda Türklerin yanlış hesap yaptığını, Esad’ı reform yapmaya ikna edebileceklerine, ABD’yi Suriye liderini devirmeye ikna edebileceklerine ve sonra da vazgeçip Esad’la yakınlaşma arayışına girmeden önce aynı amaç doğrultusunda radikalleri kullanabileceklerine inandıklarını unutmamak gerekir.

Elbette Ankara’nın Suriye’de geçmişte yaptığı hatalar Erdoğan’ın şimdi başarısız olacağı anlamına gelmiyor ancak Türkiye’yi galip ilan etmek için henüz çok erken.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English