Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Berlin Film Festivali ve ‘başkaldırı’nın çatlaklardan sızışı

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, kazanan bazı sinemacıların Filistin’e yönelik mesajları nedeniyle Alman devletinin ve festival organizatörlerinin panik halinde ‘hasar kontrolüne’ giriştikleri Berlinale’den sonra yayınlandı. Yazarın, Berlinale’nin politik geçmişine ilişkin hatırlatmaları bugüne de ışık tutuyor: Festival, bir Amerikan projesidir, hatta belki de kültür-sanat-sinema alanındaki bir ‘Marshal Planı’ olarak bile görülebilir. Bu da yetmezmiş gibi uzun yıllar yöneticiliğini yapmış kişi eski (?) bir nazidir. Dolayısıyla Berlin’den gelen tepkiler çok da şaşırtıcı sayılmamalıdır. İşin güzel yanı ise, sinema emekçilerinin ‘sanatı koruma’ adına politik konum almaktan uzak durma anlayışını yavaş yavaş mahkum etmeye başlamalarıdır. Tünelin sonunda ulaşılmasa bile, bazı çatlaklardan ışık sızmaya başlamış görünüyor. Son olarak, metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Ayrı Dünyalar: Berlinale 2024

Devika Girish
Film Comment
11 Mart 2024

İnce siyah bir duvar şeridi, Suneil Sanzgiri’nin Two Refusals (Would We Recognize Ourselves Unbroken?) adlı filmini oluşturan iki kanalı birbirinden ayırıyor. Okyanus dalgaları bir karenin kenarına çarpıp diğerine doğru dalgalanarak, her ikisi de Portekiz sömürgeciliğinin eski mekanları olan Hindistan ve Angola’daki bir çift isyan tarihini bir araya getiriyor. Yarım saatten biraz fazla süren film, 1961 yılına kadar Portekiz sömürgesi olan Hindistan’ın Goa eyaletinde emperyalistlere karşı savaşan bir aktivist ile bağımsızlığını yeni kazanan Angola devletinin yolsuzluklarına karşı Komünist Parti ile birlikte mücadele eden ve 1977 yılında Agostinho Neto tarafından idam edilen Hint kökenli Angolalı devrimci Sita Valles’in hikayelerini anlatıyor. Biri sömürgeciliğin, diğeri ise ‘post-’ önekiyle geçiştirilen her şeyin iki reddi, 1498’de Hindistan’ı ‘keşfeden’ Portekizli kaşif Vasco da Gama’yı taşıyan gemi bir fırtına tarafından engellenmiş olsaydı ne olabileceğini merak eden bir şair tarafından ortaya konuyor.

Ne olabilirdi diye sormak, ütopyadan daha azına razı olmamaktır; zafer adına kırıntıları reddederek huzursuzca direnmektir. Bu yılın 19 Ocak’ında Sanzgiri, 2024 Berlinale’sinin Forum Expanded bölümündeki İki Reddiye’yi geri çektiğini açıkladı ve uluslararası kültür işçilerini, ülkedeki Filistin yanlısı söylemin bastırılmasını protesto etmek için Alman kurumlarından emeklerini çekmeye çağıran bir kampanya olan Strike Germany [Grev Almanya] ile dayanışma içinde festivale ilk kez davet edilmesini geri çevirdi. Sanzgiri’den önce Toronto’da yaşayan Ganalı-Lesotholu sinemacı Ayo Tsalithaba, diasporik aidiyet üzerine meditasyon yapan görüntü ve metinlerden oluşan heyecan verici bir kolaj olan Atmospheric Arrivals adlı kısa filmini aynı bölümden çekti. Kanadalı sinemacı John Greyson da, öncü Alman seksolog Magnus Hirschfeld ile Çinli öğrencisi ve ortağı Li Shiu Tong arasındaki ilişkiye dair metinlerden oluşan eğlenceli, lo-fi bir opera olan Death Mask adlı kısasını geri çekti.

İlerleyen günlerde greve başka film yapımcıları da katıldı: Maryam Tafakory, 2023’te çektiği ve büyük beğeni toplayan Mast-del’in devamı niteliğindeki Sukhte-del adlı projesini tamamlamak için finansmana ihtiyacı olmasına rağmen –DM aracılığıyla bana söylediğine göre– festivalin laboratuvarlarından birinden çekildi. Sanatçılar Lawrence Lek, Monica Sorelle ve Advik Beni seçici Berlinale Talents programına davetlerini reddettiler. Fakat Tsalithaba, Sanzgiri ve Greyson dışında hiçbir sanatçı festivalin yaklaşık 200 filmden oluşan resmi programından çekilmedi. Sanzgiri bana, Arsenal Film ve Video Sanatı Enstitüsü tarafından düzenlenen ve Berlinale’nin bağımsız bir yan programı olan Forum Expanded’ın programcılarına seçkisini çekmeden önce bir teklifte bulunduğunu söyledi: Kamuoyuna ateşkes çağrısı yaparlarsa, filmin gösterilmesine izin verecekti. Verdiler ama sadece festivalin ikinci gününde. O zamana kadar geri çekilen filmler Arsenal’in web sitesinde yer almaktan öteye gidememişti. Grevcilerin “Ne olabilirdi ki?” diye düşündüklerini tahmin edebiliyorum.

***

Festivalin başlangıcında düzenlenen bir basın toplantısında jüri üyesi Christian Petzold, Berlinale’nin Filistin’deki soykırım konusundaki duruşu (ya da duruşsuzluğu) ve sağcı AfD partisi üyelerinin açılış törenine davet edilmesi –sonra da davet edilmemesi– etrafında dönen tartışmaları yorumladı: “Sanatçılar bir basın toplantısında Gazze’den, sonra Ukrayna’dan, sonra da beş AfD’liden bahsedince, bir noktada kendi kendime film izlemek için burada olduğumuzu düşünüyorum.” Bu, festivaldeki pek çok katılımcıdan duyduğum bir nakarattı; özellikle de geçen yıl Berlinale’nin başlıca finansörü olan Alman Kültür Bakanlığının önerdiği liderlik değişikliklerinin, Sanat Yönetmeni Carlo Chatrian’ın 2024 edisyonunun son edisyonu olacağını açıklamasıyla sinema camiasında yarattığı kargaşa göz önüne alındığında. Katılımcılardan biri bana böyle bir festivalde ‘sinemanın gerçek inananlarının’ savunulması gerektiğini, aksi takdirde devletin kazanacağını savundu.

Bu iddialar, sanata ve sanat alanlarına, siyasi amaçlar için araçsallaştırmak yerine, kendi içinde korunmaya değer, kutsal bir şey olarak duyulan inançtan kaynaklanıyor. Fakat uluslararası film festivallerinin tarihine kısaca göz atmak bile bu sözde apolitiklik geleneğinin bir fantezi olduğunu gösterir. Venedik Film Festivali Benito Mussolini’nin, Cannes ise onun ilerici karşıtı olarak ortaya çıktığında, Berlinale 1951’de Berlin’de görev yapan Amerikalı bir subay olan Oscar Martay’ın girişimiyle ‘özgür dünyanın vitrini’ ya da bir yazarın deyimiyle ‘ihtişamın Marshall planı’ olarak kuruldu. Bu, hem Müttefik güçlerin savaş sonrası Berlin’in kültürel ortamını canlandırma girişimi hem de Hollywood’un Almanya’da bir varlık ve pazar oluşturması için bir araçtı. Haziran 1951’de düzenlenen ilk edisyonun açılış seçkisi, Alfred Hitchcock’un İkinci Dünya Savaşı’nda Müttefiklerle yaptığı yakın işbirliğinin onuruna Rebecca (1940) oldu. Joan Fontaine onur konuğuydu.

Başka bir deyişle, Berlinale’nin kuruluşu jeopolitik bir manevraydı ve jeopolitik, festivali tarihi boyunca şekillendirmeye devam etti. Festivalin ilk direktörü, 1976 yılına kadar bu görevi yürüten sinema tarihçisi Alfred Bauer’di; 2020 yılında Nazi geçmişinin ortaya çıkması, akademik çalışmalara ve Berlinale’nin açıklamalarına yol açtı. İkinci edisyonda, Orson Welles’in Othello filmi, yönetmenin ‘Alman karşıtı sözleri’ nedeniyle festivalden yasaklandı ve 1970’te George Stevens başkanlığındaki jüri, Michael Verhoeven’in Vietnam Savaşı sırasında ABD vahşetini grafiksel olarak tasvir eden O.K. filminin ‘Amerikan karşıtlığı’ konusundaki anlaşmazlıklar nedeniyle istifa etti ve hiçbir ödül verilmedi. 1979’da birkaç sosyalist ülke, Michael Cimino’nun The Deer Hunter filminin Vietnamlıları yanlış ve saldırgan bir şekilde tasvir etmesini protesto etmek için filmlerini geri çekti. Dünyadaki olaylar festivali film seçkisinin çok ötesinde de etkiledi: Geçen yıl, Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenski Berlinale’nin açılış töreninde, festival yönetiminin Ukrayna ile dayanışma içinde olduğuna dair sert açıklamasının ardından konuştu.

***

Bu tarihin vurguladığı şey, özdeyişte olduğu gibi ‘tüm sanatın politik olduğu’ değil, sanat yapmanın, finanse etmenin ve göstermenin her zaman, ayrılmaz bir şekilde, dünyamızın politikasıyla bir ilişki olduğudur. Grev Almanya’yı harekete geçiren bu bakış açısı, sorumluluğu sanattan alıp, failliği emeğine dayanan bir işçi ve siyasi aktör olarak sanatçıya yüklüyor. Ocak ayında başlatılan kampanya, kamu fonlarının Alman sanat dünyasındaki yerleşik rolünün ve bunun sonucunda kültürel alanda Filistin yanlısı seslerin sansürlenmesinin, özellikle de Uluslararası Holokost Anma İttifakının (IHRA) İsrail’e yönelik eleştirileri antisemitizmle bir tuttuğu gerekçesiyle yaptığı resmi açıklamanın altını çiziyor (Berlin Senatosu geçtiğimiz aralık ayında, şehir fonlarından yararlananların IHRA’nın tanımına uymasını zorunlu kılan bir madde açıklamış, fakat ertesi ay ‘yasal kaygılar’ nedeniyle bu maddeden vazgeçmişti). Grev Almanya kampanyasında basın saatine göre yaklaşık 2.000 imza bulunuyor.

 

Grevin organizatörlerinden biri (isminin açıklanmasını istemedi) bana grevin, soykırım ve baskı karşısında diğer tüm mücadele biçimlerinin sönük kaldığı bir anda ‘yeni bir model’ olarak tasarlandığını söyledi. Bu, geçimleri Alman kamu fonlarına bağlı olmayan uluslararası sanatçılara müttefikliklerini göstermeleri için açık bir çağrıdır. Grev Almanya, ‘grev kırıcı damgasını’ ya da grev hattı modelini reddediyor; kampanya, çok sayıda direniş taktiğinden biri ve bir tür ahlaki yüksek çıta anlamına geliyor. Organizatör bana şunları söyledi: “Sanırım Berlinale’nin başlarında, geri çekilecek kişilerin festivalin çeperlerinde yer alanlar –örneğin, hem içerik hem de üretim araçları açısından politik olarak daha açık olma eğiliminde olan Forum Expanded segmentinde yer alanlar– olacağı netleşti.” “Bu, grevin genel dinamiklerinin kristalleşmesidir. Grev hakkında şöyle bir düşünce tarzı var: Eğer gücün yetiyorsa greve gitmelisin. Ama sonuçta greve gidenler, bunu gerçekten karşılayamayan insanlar – yaptıkları işin içeriği nedeniyle zaten daha büyük bütçelerden ve daha büyük ekonomilerden dışlanmış olan insanlar.”

Grev festivalde daha küçük bir varlık gösterse de, film işçileri ve sanatçılar için bir eylemlilik krizini ortaya çıkardı. Hayatta kalmak için kurumlara –devlet ya da şirketler– borçluysak, işimizin sahibi kimdir? Bu kriz, eleştirmen Negar Azimi’’ye göre, “belli belirsiz ama muzaffer bir şekilde ‘politik sanat’ olarak adlandırılan yeni bir sanat eserinin yükselişi” nedeniyle son yirmi yılda daha da derinleşti. İdeolojik savaşların estetik alanında başarıyla yürütülebileceği düşüncesi, sanatçıların ve kurumların hem pastalarını yiyip hem de karınlarının doymasına olanak tanıyor: davalara bağlılıklarını, onları ilerletmek için maddi eylemlerde bulunmadan ifade etmek. Berlinale’nin 1968 edisyonuyla ilgili DW.com’un aktardığı bir ayrıntı aydınlatıcıdır: O yıl Cannes Film Festivalinin protestolar nedeniyle kısıtlanmasından endişe duyan organizatörler, öğrenci hareketiyle ilgili ‘podyum tartışmalarını’ alelacele programa dahil etmişlerdir.

***

Modern festivallerin çalışma tarzı budur: tüm siyasi sorumluluğu ‘açık diyalog’ kurgusuna yüklemek ve ‘demokrasi’ adına eylemden kaçınmak. Berlinale’de bu durum, Potsdamer Platz’ın kenarına, Five Guys’ın yanına park edilmiş, tecrit edilmiş ahşap bir yapı olan ‘Küçük Ev’ tarafından gerçek anlamda hayata geçirildi. 17-19 Şubat tarihleri arasında günde dört saat açık olan bu yapıya girenler, Tiny House projesini kuran İsrail asıllı Alman-Yahudi sanatçı Shai Hoffmann ve Filistinli eğitimci Ahmad Dakhnous tarafından yürütülen tartışmalara katılabiliyordu. Tiny House’u ziyaret ettiğimde, odaya yaklaşık 10 kişi sıkıştırılmıştı ve sohbet, kamusal alanın derinden bölündüğü bir zamanda samimi diyalog alanlarının gerekliliği ve rahatlatıcılığı üzerineydi. Görünüşte düşmanca olmayan bir ortamda soru sormak ve fikir beyan etmek şüphesiz bazıları için katartik bir deneyimdi, ama merak etmekten kendimi alamadım: tam olarak ne amaçla? Özel diyalog besleyici ve hatta eğitici olabilir, fakat gerçek değişim –özellikle de söz konusu olan yaşam ve ölüm olduğunda– sadece güce başvurarak sağlanabilir. İster hukuk, ister sermaye, isterse kamusal söylem olsun, iktidar alanlarını ele almadan tartışmaya girmek, yalnızca kişinin kendi vicdanını rahatlatmasına hizmet eder.

Buna karşılık, bağımsız olarak küratörlüğünü üstlendiği Panorama bölümünden bir seçki olan No Other Land’in [Başka Ülke Yok] prömiyeri, diyalog ve işbirliğinin neye benzeyebileceğine dair daha enerji verici bir örnek sundu. Gazeteciler Basel Adra ve Yuval Abraham’ın da aralarında bulunduğu Filistinli ve İsrailli sanatçılardan oluşan bir kolektif tarafından yönetilen film, Batı Şeria’daki Masafer Yatta halkının İsrail Savunma Kuvvetleri tarafından şiddet kullanılarak sürülmesini gösteren 2019-2023 yılları arasında çekilmiş görüntülerden oluşuyor. Görüntüler doğrudan, acımasız ve tartışılmaz; buldozerlerin ve silahlı İsrail askerlerinin Filistinlilerin önemsiz evlerini ve yaşamlarını yerlerinden sökmesini izlemek ve bu sahnelerin günümüzde sosyal medyayı dolduranlarla benzerliğini fark etmek iç parçalayıcı. Yine de son aylar bize bir şey gösterdiyse, o da şiddet görüntülerinin kendi başlarına değişim açısından umduğumuzdan çok daha az etkiye sahip olduğudur. Daha 1980’de John Berger, Vietnam’daki savaş suçlarını gösteren fotoğrafların izleyiciyi sadece içerikleriyle değil, aynı zamanda ‘kendi kişisel ahlaki yetersizliğini’ ortaya çıkararak da şok ettiğini, bunun kefaretinin de aynı şekilde bireysel ve ahlaki olduğunu, en iyi ihtimalle insani bir katkı olduğunu savunmuştu.

Fakat Başka Ülke Yok, ne acıma ne de şok hissi uyandırmayı amaçlıyor. Adra’nın filmin sonlarına doğru dış sesle söylediği gibi, bu “güç hakkında bir hikaye.” Savaşın bir olay değil, bir yapı olarak portresi; birbirlerinden 30 dakika uzakta yaşayan, fakat sürekli olarak bir apartheid devleti olarak tanımladıkları yerde tamamen farklı siyasi özneler olan aynı yaştaki iki genç adam arasındaki dostluğun güzel, çoğu zaman şiirsel bir portresi. İsrail tüfeklerinin namluları karşısında, bedenlerini tankların önüne atarken, ikisi de güçsüzdür. Filmin etkisi, ölçüsüz dehşet karşısında kendimizi yetersiz hissetmemizi sağlamak değil, şiddetin gücün ele geçirilmesi olduğunu ve adaletin ancak bu gücün geri kazanılmasıyla gelebileceğini hatırlatmaktır. Ayakta alkışlanan gala gösteriminde Adra ve Abraham bu gerçekleri yinelemek için sahneye çıktılar: Adra, Berlinale’yi ateşkes çağrısı yapmadığı için, Alman devletini de Gazze’de İsrail’i silahlandırmaya devam ettiği için eleştirdi; Abraham ise ikisinin ortak yönetmen olarak sahneyi paylaşmalarının dünyanın gözünde eşit oldukları anlamına gelmediğini vurguladı. Bu konuşma 24 Şubat’ta En İyi Belgesel Film Ödülünü kazandıkları ödül töreninde de yankılanacaktı; Alman Kültür Bakanı Claudia Roth’un alkışlarının sadece Abraham’a yönelik olduğunu açıklayan bir bildiri yayınlamasıyla da bu mesaj trajikomik bir şekilde pekiştirilmiş oldu.

Görüştüğüm Grev Almanya organizatörü, “Ödül seçimi ile sistemin idari tarafının resmi retoriği arasındaki ikileme tanık olmak ilginçti,” dedi. “İçeriden ve dışarıdan gelen çifte çaba, çelişkileri verimli bir şekilde artırıyor.” Gerçekten de bu yılki festivalin sonunda çatlaklar kendini göstermeye başlamıştı: Grevle başlayan süreç, zincirleme protestolara, kurumdan yetkiyi geri alma girişimlerine yol açtı. Festival çalışanlarından oluşan bir koalisyon, yönetimin Gazze’de ateşkes çağrısında bulunmasını ve tüm rehinelerin serbest bırakılmasını talep eden bir mektup yayınladı. Geçmişte Forum Expanded programlarına ev sahipliği yapan SAVVY Contemporary ve genellikle Avrupa Film Pazarında (EFM) yer alan Filistin Film Enstitüsü gibi uzun süredir işbirliği içinde olan kuruluşlar festivale katılmadı ve bunun yerine, Filistinli yönetmen Carol Mansour’un Berlinale’den reddedilen filmi Aida Returns’ün gösterimi de dahil olmak üzere bağımsız programlara ev sahipliği yaptı. Bir noktada, film işçileri ve aktivistler, çeşitli ülkelerin bayrakları arasında ‘Işıklar, Kamera, Soykırım’ yazılı siyah bir bez açarak EFM’yi sürpriz bir pankartla kesintiye uğrattı. Abraham ve Adra, Mati Diop (Dahomey) ve Ben Russell ve Guillaume Cailleou (Direct Action) gibi keskin politik ve sömürge karşıtı filmleriyle ödül alan yönetmenler Filistin’le dayanışma açıklamaları yaptılar ve bu da Berlinale İcra Direktörü Mariëtte Rissenbeek’in, kazananların ‘daha farklı açıklamalar’ yapmasının daha ‘uygun’ olacağını iddia ederek sıra dışı bir tepki vermesine neden oldu.

Hiç değilse bu, sanatçı ile kurum arasındaki anlaşmaların yıpranmaya başladığının bir işareti. Reddetme olasılığı başını kaldırdı.

DÜNYA BASINI

Kültür nereden geldi?

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Kültür ve sanat, toplumsal değişimlerin ve mücadelelerin bir parçası olarak varlığını sürdürür. Son dönemde, şiddetli çatışmaların, emperyalist genişlemenin etkisiyle, sanat ve kültürün gerici politik gündemlerle yakın ilişkilere girdiğine dair yeni farkındalıklar doğdu. Sanat, kültür ve edebiyatın toplumsal eleştiri araçları olarak değil, sansürcülükle yeniden tanımlandığı bir dönemdeyiz. Dolayısıyla kültür kavramı, bu sayfalar için, biraz daha yakından bakılmayı hak ediyor.


Kültür nereden geldi?

Terry Eagleton

London Review of Books

25 Nisan 2024

Jude Fawley, Jude the Obscure romanında, Oxford’un Jericho olarak bilinen ve o zamanlar üniversitenin dokusunu koruyan zanaatkâr ve esnaf topluluğuna ev sahipliği yapan Beersheba’da kendini bulur. Jude, kendisi ve diğer zanaatkâr arkadaşlarının, üniversitelerin entelektüel yapısının onsuz var olamayacağını anlaması uzun sürmez: Jude’un ifadesiyle, onların çalışmaları olmadan, “ne sıkı okurlar okuyabilir ne de yüksek düşünürler yaşayabilirdi”. Özetle, kültürün temelinin emek olduğunu kabul eder. Bu etimolojik olarak da doğrudur. Kültür kelimesinin orijinal anlamlarından biri doğal büyümeyi ifade eder, yani tarımı içerir ve soydaş bir kelime olan “coulter” ise saban bıçağı anlamına gelir. Kültür ile tarım arasındaki bağlantı, birkaç yıl önce ABD’deki bir devlet üniversitesinin sanat dekanıyla birlikte verimli tarlaların yanından geçerken aklıma geldi. Dekan, “Bundan birkaç profesörlük elde edebiliriz,” dedi.

Kültür genellikle bu tavrı benimsemekten kaçınır. Ödipus’un oğlu gibi, mütevazı ebeveynliği reddeder ve kendi köklerinden, kendi varoluşunu yarattığına ve şekillendirdiğine inanma eğilimindedir. İdealist filozoflar için düşünce kendine bağımlıdır. Gerisinde daha temel bir şeye ulaşamazsınız, çünkü bunun kendisinin bir düşüncede yakalanması gerekir. Geist sonuna kadar gider.

Burada bir parça ince mizah var; çünkü sanatın maddi bağlamına ve ondan bağımsız durma iddiasına sıkı sıkıya bağlı olan pek az şey vardır. Bu, 18. yüzyılın sonlarında ortaya çıkan bir fikrin, özerk ve kendi kaderini tayin eden sanat eserinin, gerçek hayatta hızla yükselen insan öznesi versiyonu olmasından kaynaklanıyor. Liberalizmin ve bireyciliğin giderek artan etkisi ve —klasik bir klişeye başvuracak olursak— orta sınıfların yükselişiyle birlikte, artık erkekler ve kadınlar kendi kaderlerinin yazarları olarak görülüyorlar (Rastgele bir tarih kitabını açarsanız, o dönem hakkında size üç şey söyleyecektir; geçiş dönemiydi: hızlı bir değişim dönemiydi ve orta sınıfların yükselişi devam ediyordu. Tanrı’nın orta sınıfları dünyaya gönderme nedeni budur: Güneş gibi parlasınlar, ama hiç batmasınlar.)

Toplum, ekonomik artı üretebilme potansiyeline ulaşmadıkça, galeriler, müzeler ve yayınevleri gibi kültürel kurumlara sahip olamazsınız. Ancak bu noktaya ulaştığınızda, rahiplerden, ozanlardan, DJ’lerden, tefsircilerden, fagotçulardan, LRB stajyerlerinden, film setlerindeki kameramanlardan ve benzerlerinden oluşan bir sınıfı hayatta tutma zorunluluğundan kurtulabilirsiniz. Aslında kültürü, temel ihtiyaçların ötesinde bir lüks olarak tanımlayabiliriz. Yemek yememiz lazımdır ama Ivy League restoranlarında yememize de gerek yoktur. Soğuk iklimlerde giyinmemiz gerekebilir ama bu giysilerin Stella McCartney tarafından tasarlanmış olması gerekmez. Bu tanımın temel sorunu, lüksün insan doğasının bir parçası olmasıdır. İyi ya da kötü, sürekli olarak kendimizi aşmaktayız. Kültür, doğamızın bir parçasıdır. Kral Lear, bu belirsizlikle büyük ölçüde ilgilidir.

Maddi üretimdeki çatışmalar kültürün doğasını sarsarken, kültürün unsurları zaman zaman toplumsal düzeni meşrulaştırmak için kullanılan ideolojik araçlar haline gelir. Her ne kadar kültürün tamamı herhangi bir zamanda ideolojik olmasa da soyut veya yüksek fikirli olabilecek herhangi bir parçası belirli durumlarda bu rolü üstlenebilir. Fakat kültür, egemen güçlere karşı güçlü bir direniş de gösterebilir. Bu direniş, ilginç bir şekilde, sanat pazarındaki bir başka meta ve sanatçı da bir başka küçük meta üreticisi haline geldiğinde daha belirgin hale gelir. Önceki dönemlerde, geleneksel veya modern öncesi toplumlarda kültür genellikle siyasi ve dinsel egemenliğin bir aracı olarak hizmet ederdi; bu da saray şairleri, soylular tarafından himaye edilen ressamlar ve mimarlar, prenslerin maaşlı bestecileri gibi sürekli işler sağlar. Bu tür durumlarda, kimin için yazdığınızı veya resim yaptığınızı genellikle bilirsiniz, ancak pazarda dinleyicileriniz anonimleşir.

Dünya artık kültür emekçisine geçim borcu ödemediği bir çağa adım attı. Ancak alaycı bir şekilde, sanatın piyasa ile iç içe geçmesi ona belirli bir özgürlük sunuyor. Meta haline geldiğinde, kültür kendi başına var olma gücünü bulur. Geleneksel niteliklerinden yoksun kaldığında, bazı modern sanat akımları gibi, kendi varoluşunu sorgulayarak kendine dönebilir; ayrıca ilk defa geniş çapta eleştirel bir rol üstlenme özgürlüğüne kavuşur. Meta haline gelmenin acı dolu yanı, aynı zamanda büyüleyici bir özgürleşme anını barındırır. Marx’ın vurguladığı gibi, tarih çoğu zaman olumsuz yönleriyle ilerler. Kenara itilmenin sürecinde, sanatçılar vizyoner, kehanetçi, bohem ya da yıkıcı bir statü talep etmeye başlarlar, zira kenardakiler bazen gerçekten de merkezdekilerden daha ileri görüşlü olabilirler ama aynı zamanda merkeziyetin kaybını telafi etmeye çalışırlar. Bu sürecin doğurduğu bir akım da Romantizm olarak adlandırılır.

Neredeyse eşzamanlı olarak, kültüre yüklediği sorumluluğun yanı sıra endüstriyel kapitalizm de dikkat çekici bir rahatlıkla, tam da cahil değirmen sahipleri tarafından kovulma tehdidi altındadır. Artık sembolik alan ile fayda dünyası arasında giderek derinleşen bir uçurum mevcut ve bu uçurum insan bedenine kadar nüfuz ediyor. Günlük yaşamın bedensel emeğine pek değer verilmeyen değerler ve enerjiler, sanat, cinsellik ve din gibi üç temel alana çekiliyor. Tehlikeye maruz kalanlardan biri, 18. yüzyılın sonlarında keşfedilen ve günümüzde sanat camiasında saygı gören yaratıcı hayal gücüdür; ancak aynı zamanda Gazze’de soykırım planlamak da oldukça yoğun bir yaratıcılık gerektirir.

Sembolik ile pratik arasındaki mesafe, kültürü toplumsal işlevinden mahrum bırakmanın yanı sıra eleştiri için gereken operasyonel mesafeyi sağlar. Kültür, Schiller’den Ruskin’e, Morris’ten Marcuse’a uzanan bir tema olarak, insan gücünün ve kapasitelerinin tam ve özgür ifadesiyle endüstriyel-kapitalist insanlığın kısıtlı ve sakatlanmış durumunu gün ışığına çıkaracaktır. Sanat veya kültür, sözlerinden çok, tuhaf, anlamsız ve yoğun bir şekilde libidinal bir varlık olduğu için toplumda güçlü bir etki yaratabilir. Artık giderek araçsallaşan bir dünyada, sadece kendi iyiliği için var olan az sayıdaki faaliyetten biridir ve siyasi değişimin amacı bu durumu insanlar için de mümkün kılar. Sanat, neredeyse insanlık da orada olacaktır.

Kişinin yeteneklerini keyifli bir amaç doğrultusunda uyumlu bir şekilde kullanması, estetiğin konusu ise, bu aynı zamanda Karl Marx’ın etiğini de içeren Romantik hümanizmin etiğidir. Estetik, sadece sanatla ilgili olmadığında önem kazanır. Marx’ın düşüncesi, herkes için yaşamı daha iyi hale getirecek maddi koşullarla ilgilidir; bu koşullardan biri de iş günlerinin kısaltılmasıdır. Marksizm, boş zamanla ilgilidir, emekle değil. Sosyalist olmanın tek haklı nedeni, sevmediğiniz insanları kızdırmak dışında, çalışmayı sevmemenizdir. Bu açıdan, Marx’a Morris’ten daha yakın olan Oscar Wilde’a göre komünizm, çeşitli ilginç keyiflerde bütün günü geçirerek, bol kırmızı giysiler içinde bir araya gelerek, birbirimize Homeros okuyarak ve absint içerek rahatlamaktı. Ve bu sadece iş günüydü.

Her etikte olduğu gibi, bu vizyon da sorunlarla doludur. Tüm güçlerimiz gerçekleşebilir mi? Mesela Tony Blair’a dayak atmak için beslenen saplantılı arzular ne olacak? Yoksa kişi sadece kendi benliğinin otantik özünden gelen içgüdülerini mi takip etmelidir? Ancak bunu neye göre değerlendireceğiz? Kendimi gerçekleştirmem sizinkine ters düşerse ne olacak? Ve neden çok yönlü bir ifade, Aleksey Navalnıy ya da Emma Raducanu gibi kendini tek bir amaç için adamaktan daha değerli olsun? İnsan yetenekleri gerçekten yabancılaşma, bastırma veya orantısızlaşma sonucu mu kötüleşir? Peki ya bizi yabancılaştıran ve bastıran güçler, insan öznesinin tamamen dışında değil de içinde yer alıyorsa ne olacak?

Hegel ve Marx’ın karşıt kendini gerçekleştirme sorununa yönelik cevaplarından biri, sadece diğerlerinin aynı hakkı kazanmasına olanak tanıyan yeteneklerin gerçekleştirilmesidir. Marx’ın bu karşılıklı kendini gerçekleştirmeye verdiği isim ise “komünizm”dir. Komünist Manifesto’da ifade edildiği gibi, her bireyin özgür gelişimi, herkesin özgür gelişiminin şartıdır. Bir kişinin kendi gerçekleşmesi, diğerinin gerçekleşmesinin zemini veya şartı olduğunda ve bu durumun tersi de geçerli olduğunda, buna sevgi denir. Marksizm, politik tutkuyla ilgilidir. Burada kast edilen sevgi, tabii ki gerçek anlamıyla —agape, caritas— geç kapitalist toplumun büyülediği cinsel, erotik, romantik formlar değildir. Bunun yerine, son derece rahatsız edici ve duygusal olmayan, bir duygu değil, toplumsal bir pratik olan ve öldürme tehdidi taşıyan bir aşktan bahsediyoruz.

Erken dönem sanayi kapitalizminin kültürle ilgili başarılması gereken bir görevi daha vardı. Siyaset sahnesine yeni bir aktör çıkmıştı —endüstriyel işçi sınıfı— ve direnç gösteriyordu. Matthew Arnold’un başlığının diğer yarısı olan anarşiyi engellemek için sofistike ve medeni bir kültüre ihtiyaç vardı. Liberal değerler kitlelere yayılmadıkça, kitleler liberal kültürü bozabilirdi. Din geleneksel olarak sıradan insanlarda sorumluluk, saygı, fedakârlık ve manevi terbiye duyguları yaratmıştı. Fakat, endüstriyel orta sınıflar seküler faaliyetler aracılığıyla toplumsal varlığı mitolojiden arındırdıkça ve ironik bir şekilde, değerli bir ideolojik kaynak olan dini inanç azalmaya başlamıştı. Bu nedenle kültür, sanatçıların günlük hayatın dünyevi yönlerini ebedi hakikate dönüştürmesiyle kiliselerin yerini almak zorundaydı.

Romantizm ve sanayi devrimi döneminde Fransa’daki devrim gibi olaylar meydana geliyordu. Modern çağda, kültürün ön plana çıkması, devrime bir yanıt olarak ve siyasi çalkantıya bir çare olarak ortaya çıkıyordu. Siyaset, kararlar, hesaplamalar ve pratik rasyonalite içerir; şimdiki zamanda gerçekleşir. Oysa kültür, farklı bir boyutta yaşar; gelenekler ve görenekler genellikle kendiliğinden, bilinçsizce, neredeyse buzul yavaşlığıyla gelişir. Bu nedenle, barikatları kurma kavramına meydan okuyabilir. Fakat, modern çağın getirdiği zorluklar ve değişen koşullar altında, kültürün siyasi değişimlere etkisi de değişebilir.

Britanya’daki bu direnişin kaynağı, halkın sevgisini kazanamamış olan egemen güçlerin hüküm sürdüğü İrlanda gibi bir ülkeden gelen Edmund Burke’tür. Burke’e göre, bu kökler devrimci Fransa’da da meyve vermiyordu çünkü Jakobenler ve onların mirasçıları yasayı sadece korkutucu buldukları için değil, aynı zamanda sevdikleri için de anlamamışlardı. Burke’e göre, gereken şey, kendini erdemli bir kadının zarif giysileriyle donatacak bir yasadır, ancak maskülen olmalıdır. Gücün, Ödipal bir isyana dönüşmesini önlemek için baştan çıkarıcı olması gerekir. Eril olanın potansiyel korkunçluğu, dişil olanın zarafetiyle dengelenmelidir; Burke’ün A Philosophical Enquiry into the Origin of Our Ideas of the Sublime and Beautiful adlı eserinde ifade ettiği gibi, iktidarın bu estetikleştirilmesi, Fransız devrimcilerin trajik bir şekilde başaramadığı bir şeydir. Elbette, yasanın maskülen doğasını estetize etmek yanlış olurdu. Fallusunun çirkin dolgunluğu zaman zaman görünür olmalıdır ki vatandaşlar uygun şekilde korkutulabilsin ve itaat edebilsin. Ancak hukukun yalnızca terörle işlemesi mümkün değildir, bu yüzden bazen bir travesti olmak zorunludur.

Burke, kültürel alanın —gelenekler, alışkanlıklar, duygular, önyargılar ve benzerleri— ömrünü adadığı siyasetten bağımsız olarak temel bir öneme sahip olduğuna inanıyordu ve bu düşünce doğruydu. Kültürel olanın siyasi olandan üstün olduğunu savunmanın bazı tehlikeli yolları olmuş olabilir, ancak edebi kariyerine bir estetikçi olarak başlayan Burke, ne siyaseti yüksek kültürün yüce bakış açısından küçümser ne de siyaseti kültürel meselelerin içinde eritir. Bunun yerine, antropolojik açıdan kültürün, iktidarın etkili olabilmesi için kendisini yerleştirmesi gereken zemin olduğunu kabul eder. Eğer siyasi olan, kültürel olanın içinde bir yuva bulamazsa, egemenlik de sürdürülemez hale gelir. Bu gerçeği kavramak için Jakobenlere karşı bir nefret beslemek ya da Marie Antoinette’i yüceltmek gerekmez.

Jakobenizmden hoşlanmamasına rağmen, Burke, devrimci Birleşik İrlanda hareketine karşı duyduğu sempatiyle dikkat çekiyordu; bu, bir İngiliz Parlamento üyesi için oldukça alışılmadık bir duyguydu. Kendisi de bir milletvekili olan İrlandalı oyun yazarı Richard Brinsley Sheridan ise, Birleşik İrlanda davasına derin bir bağlılıkla yaklaşıyordu. Aslında, Sheridan gizlice bir destekçiydi; bu gerçek eğer yayılmış olsaydı, Londra’daki seyircilerin yüzlerindeki tebessümü dondurabilirdi. Birleşik İrlandalılar, Romantik milliyetçiler olmalarına rağmen, Aydınlanmacı sömürgecilik karşıtlarını temsil ediyorlardı; ancak 19. yüzyılın başlarında, Romantik milliyetçiliğin yükselişi, kültürü bir kez daha siyasi sahnenin merkezine taşıdı.

Milliyetçilik, tiranları deviren ve imparatorlukları parçalayan modern çağın en etkili devrimci akımıydı; estetik ve antropolojik açıdan kültürün bu projede ne denli hayati bir rol oynadığı kanıtladı. Devrimci milliyetçilik, dil, gelenek, folklor, tarih, din, etnik köken gibi kültürel unsurlarla birlikte insanların ölmeye değecek bir amaç bulduğu veya bulabileceği bir platform sunar. Balzac veya Bowie için pek çok kişi ölmeye istekli olmayabilir, ancak daha derinlemesine kültürel bağlamlarda milliyetçilik, siyasette kilit bir rol oynar. Yeats ve MacDiarmid’den Sibelius ve Senghor’a kadar sanatçılar için yeni bir görev belirir; kamusal figürler ve siyasi aktivistler olarak ortaya çıkarlar. Gerçekten de milliyetçilik, siyasetin en lirik biçimi olarak tanımlanmıştır. İngilizler 1916’da bazı İrlandalı milliyetçi isyancıları idam ederken, bir İngiliz subayının şöyle dediği rivayet edilir: “İrlanda’ya bir iyilik yaptık: onu bazı ikinci sınıf şairlerin elinden kurtardık.”

Ulus, özgün, bütünleşik, kendini kurmuş ve kendi varlığını yaratan bir sanat eserini andırır. Bu ifadeden de anlaşılacağı üzere, sanat ve ulus, modern çağın yüce tanrılarının temsilcileri arasında yer alır. Estetik kültür, toplumsal ritüelleri, sanatçıların rahipliğini, üstünlük arayışını ve dini olan duygunun bir taklididir. Eğer dinin yerini alamıyorsa, bunun nedeni, kültürün sanatsal anlamda çok az insanı içermesi ve kültürün ayırt edici bir yaşam tarzı olarak çok fazla çatışma içermesidir. Tarih boyunca, milyarlarca insanın günlük davranışlarını ve sonsuz gerçekler arasında bir bağlantı kuran dini inanca rakip olabilecek hiçbir sembolik sistem görülmemiştir. Bu, tarihin gördüğü en kalıcı, en köklü, en evrensel popüler kültür biçimidir, ancak Sydney’den San Diego’ya kadar tek bir kültürel çalışmalar dersinde bile bulunmaz.

Liberal hümanist miras için kültür, büyük önem taşıyordu; çünkü aksi takdirde bölünmüş olanlar arasında ortak bir payda oluşturabilecek bazı temel, evrensel değerleri yansıtıyordu. Bu, yalnızca ortak insanlığımızla sağlanabilen bir zemin idi ve herhangi bir sınıf veya unvana sahip olmanız gerekmiyordu. Fakat, ortak insanlığımızın soyutluğu göz önüne alındığında, bunu somut bir deneyime dönüştürecek, görebileceğiniz, dokunabileceğiniz ve tartabileceğiniz bir şeye ihtiyaç vardı: sanat ve edebiyatın gücüne. Eğer size yaşamınızla ilgili neyin önemli olduğu sorulursa, cevap olarak dini bir vaaz veya siyasi bir broşür yerine, Shakespeare’in eserlerinden bir cildi verirdiniz. Bu proje, Marx için olduğu gibi, kendi çıkarını net bir şekilde gösterir: Kültür, burjuva devlet gibi, gerçek çatışmaları ve eşitsizlikleri dengeleyen soyut bir topluluğu ve eşitliği temsil eder. Temel ve evrensel olanın varlığına dayanarak, sınıf, cinsiyet, etnik köken gibi yüzeysel ayrımların ötesine geçmemiz istenir. Ancak liberal hümanizm, kendine özgü bir şekilde, insanların farklılıklarından ziyade ortak noktalarının daha önemli olduğunu kavramıştır. Ancak, politik olarak konuşursak, bu anlayışın yayılması zaman aldı.

Kültür vizyonu, 1960’ların sonlarından itibaren bir dizi evrimle sarsılmaya başladı. Öğrenciler, yüksek öğretime girişte, geçmişlerinin etkisi altında kalmakla birlikte, bu yeni anlayışa katılmakta isteksizdiler. Masumiyetini yitiren kültür kavramı, zaten 19. yüzyılda ırkçı ideoloji ve emperyalist antropolojiyle ilişkilendirilerek tehlikeye atılmış ve devrimci milliyetçilik çekişmeleriyle kirletilmişti. 19. yüzyılın sonlarından itibaren, kültürel üretimin genel olarak üretim sürecine giderek daha fazla entegre olması ve kitlesel fantezi üretiminin son derece karlı hale gelmesiyle, kültür bir endüstri haline geldi. Ancak bu henüz postmodernizmin doğuşu değildi. Postmodernizm, yalnızca kitle kültürünün yükselişiyle değil, tasarımdan reklamcılığa, markalaşmadan politikanın gösterişine, dövmelerden mor saçlara ve gülünç derecede büyük gözlüklere kadar toplumsal varoluşun estetize edilmesiyle gerçekleşir. Eskiden maddi üretimin karşıtlığı olan kültür, artık üretim sürecine dahil oldu.

Modernizm, artık bir asır geride kalmış olmasına rağmen, kültürü toplumun sert eleştirisini sunan son dönemdi ve bu eleştiri özellikle radikal sağ tarafından başlatılmıştı. Ancak eğer artık bu eleştiriyi yapmıyorsa, belirli bir yaşam tarzı olarak kültür de bu eleştiriyi yapmıyor demektir. Günümüzde bu tür yaşam tarzlarının çoğu, modern uygarlığı sorgulamak için değil, onun içine dahil olmak için yöneliyor gibi görünüyor. Ancak kapsayıcılık veya çeşitlilik de kendi başına iyi bir şey değildir. Samuel Goldwyn’ün ünlü sözü akla gelir: “Beni de alın!” Tüm bunlar bazen kültürel politika olarak adlandırılır ve günümüzde sözde kültür savaşlarına yol açmıştır. Schiller ve Arnold için “kültür savaşları” terimi, örneğin “iş etiği” gibi bir çelişki olurdu (Beckett’in çelişkilere karşı güçlü bir zaafı olduğu söylenir). Onlar için kültür, çatışmanın bir örneği değil, çözümün ta kendisiydi. Ancak artık kültür, politik olanı aşmanın bir yolu değil, bazı temel politik taleplerin çerçevelendiği ve mücadele edildiği bir dil haline gelmiştir. Manevi bir çözüm olmaktan ziyade sorunun bir parçası haline gelmiştir. Ve bu süreçte kültürden kültürlere geçiş yapmış bulunmaktayız.

Günümüzde hem estetik kültür hem de maddi kültür, farklı düzeylerde seviyelendirilmeye maruz kalarak tehdit altında. Estetik kültür, artan bir şekilde tüm ayrımları silen ve değerleri bir düzeye indiren meta formların etkisi altında biçimleniyor. Bu durum, bazı postmodern çevrelerde elitizm karşıtı bir yaklaşım olarak algılanıyor olsa da değer ayrımları sadece Dryden ve Pope gibi klasik figürler arasında değil, aynı zamanda Morrissey ve Liam Gallagher gibi günümüz sanatçıları arasında da varlığını sürdürüyor. Dolayısıyla, elitizm karşıtı kesimlerin kendilerini eşitlikçi bir şekilde yaşamaya yakın görmesi yanıltıcı olabilir. Öte yandan, kültürlerin farklı yaşam tarzları, gelişmiş kapitalizm tarafından giderek daha fazla düzleştiriliyor; dünyanın dört bir yanındaki kuaför salonları ve Kore restoranları, çeşitlilik ve farklılık söylemlerine rağmen, birbirlerine benzer hale gelmeye başlıyor. Kültür endüstrisinin gücünün en yüksek olduğu bir dönemde, kültür hem estetik hem de maddi açıdan krizle karşı karşıya kalıyor.

Çağımızda, kültür genellikle tam anlamıyla bir ideoloji olan kültüralizm haline gelmiştir. Biyolojizm, ekonomizm, ahlakçılık, tarihselcilik ve benzerleriyle birlikte, günümüzün önde gelen entelektüel indirgemeciliklerinden biridir. Bu teoriye göre, kültür her şeyin önünde gelir ve insanlığın doğası kültürle belirlenir. Bu doktrinin arkasında, doğaya karşı direnç gösteren, katı, esnek olmayan ve değişime karşı dirençli bir nefret yatar; ki bu, kültürün geleneksel antitezlerinden biridir. Doğanın belirsiz, öngörülemeyen ve endişe verici bir hızda değiştiği noktada, kültüralizm onu durağan ve değişmez olarak görmekte ısrar eder.

Kültür, sadece doğamızın bir unsuru değil, aynı zamanda parçasıdır. Bedenlerimizin benzersiz özellikleri nedeniyle hem mümkün hem de gereklidir. Gereklidir çünkü fiziksel bakımın kültür tarafından hızla doldurulması gereken bir boşluğa sahibiz, özellikle de bebeklik çağında hayatta kalabilmemiz için. Ayrıca mümkündür çünkü bedenlerimiz, dilin ve soyut düşüncenin gücü kadar dünyayla etkileşim kurma yeteneğine sahiptir; bu da bizi salyangozlar veya örümcekler gibi sınırlamaz, tam tersine dünyada etkileşime girmek için özel olarak tasarlanmıştır. Bu şekilde, bedenlerimize eklediğimiz kültür, bir tür protez gibi işlev görür ve uygarlık oluşturur. Ancak, Yunan trajedisinin de öngördüğü gibi, kendimizi sonsuz bir şekilde genişletebilme yetimiz, duyusal ve içgüdüsel varlığımızla bağlantı kurma yetimizi kaybetmemize yol açabilir, kendimizi aşmamıza ve varoluşumuzun anlamını yitirmemize sebep olabilir. Ancak, bu başka bir hikâye.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

İsrail’in göçmen işçi zulmü

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, İsrail’de tarım alanında çalışan yabancı işlerin yaşadıkları zorluklar ve uğradıkları zorbalıklara odaklanıyor. Tarımsal işgücü büyük oranda Filistinli nüfusa dayanan İsrail, 7 Ekim sonrası bu işgücünün İsrail’e girişini yasakladı. Büyük çiftliklerin zarar etmeye başlaması nedeniyle işgücü açığını kapatmak için denizaşırı ülkelerden işçi alımına başladı. Ancak İsrail’e gelen göçmen işçiler kendilerine vaat edilenden çok farklı bir manzarayla karşılaşıyor:

***

İsrail Filistinli çiftçilerin yerini doldurmak istiyor

Yeni gelen Hintli işçiler istismarın yaygın olduğunu söylüyor.

Joshua Yang

Geçen aralık ayında Mahesh Odedara, evinden binlerce mil uzakta ve savaş halindeki yabancı bir ülkede beş yıl boyunca yaşamak ve çalışmak üzere bir sözleşme imzaladı. Hindistan’ın batısındaki Porbandar kentinden 30 yaşında bir çiftçi olan Odedara, İsrail’deki bir çiftlikte çalışmanın risklerinin farkındaydı. Ancak Odedara’nın sözleşmesi ona düzenli, sekiz saatlik bir iş günü, İsrail yasalarına göre güçlü işçi hakları ve aylık 5.571 şekel (1.500 $) maaş vaat ediyordu ki bu Odedara’nın Porbandar’da kazandığından çok daha fazlaydı. Bu teklif geri çevrilemeyecek kadar iyiydi.

İsrail çiftliklerinin Odedara gibi tarım işçilerine çok ihtiyacı var. Hamas’ın 7 Ekim’deki saldırısının ardından İsrail hükümeti, İsrail’in tarımsal işgücünün kritik bir bileşeni olan on binlerce Filistinli işçinin ülkeye girişini yasakladı. Kış başında çiftlikler bir “insan gücü krizi” ile karşı karşıya kaldı. Hükümet politikasının değişeceğine dair bir işaret olmadığından, çiftçiler ayakta kalabilmek için Hindistan, Malavi ve Sri Lanka gibi ülkelerden binlerce yabancı işçi ithal etmeye yöneldi.

Başlangıçta Odedara’nın beklentileri yüksekti. Yeni kazandığı maaşla, ailesine destek olmak için her ay eve yüzlerce dolar gönderebilecekti; bu para aynı zamanda aile çiftliği için ekipman satın almaya da gidebilirdi. Odedara bir gün Porbandar’da kendisine bir ev bile satın alabileceğini umuyordu.

Ancak İsrail’e vardıktan kısa bir süre sonra Odedara, işverenlerinin sözleşmesini yerine getirmeye pek niyetli olmadıklarını fark etti. Odedara İsrail’in kuzeyindeki bir çiftçi topluluğu olan Ahituv’da, 11-12 saatlik yorucu vardiyalarla ürün topladı; hafta sonları çalışmaya zorlandı ve kendisine yasal saatlik asgari ücretin çok altında ödeme yapılacağı söylendi. Ay sonunda ise kendisine hiç ödeme yapılmadı -Odedara’nın patronu, maaşının nedenini açıklamadan iş bulma kurumuna gönderildiğini bildirdi.

(Yorum için ulaşılan Odedara’nın eski işvereni, Odedara’nın kendisi için çalıştığını reddetti; ancak, aynı işveren için çalıştığını belirten başka bir göçmen işçi, Odedara’nın çalışma koşulları ve eksik ücretlerle ilgili iddialarını doğruladı. İş bulma kurumu yorum talebine yanıt vermedi.)

Çiftliklerin Odedara gibi işçilerine sağladığı konutlar da yaşanamaz durumdaydı. Odedara sekiz gün boyunca çalıştığı Khatsav’da, tahta kalaslardan ve sac levhalardan yapılmış derme çatma bir odada uyudu; banyosu toprak zeminli açık bir barakadaki tuvaletti ve duşta sıcak su yoktu. İlk birkaç ay içinde Odedara yaklaşık 25 kilo verdi.

Her ne kadar şanslı olanlardan biri sayılsa da Odedara şimdi İsrail’e geldiği için “gerçekten pişman” olduğunu söylüyor: Odedara’nın kardeşi Bharat, İsrail’de dört yıl boyunca hasta bakıcı olarak çalışmış ve sonunda ona çok daha iyi çalışma koşullarına sahip bir çiftlikte iş bulabilmiş.

Yine de Odedara’nın Ahituv ve Khatsav’da yaşadıkları istisna sayılamaz. Bharat’a göre, istismar ve yasadışı işgücü uygulamaları yaygın. “Tarım için gelen tüm yeni insanlarla tanışıyordum. Onlarla konuşuyordum ve herkesin sorunu aynıydı” diyor Bharat: “Maaşları için, hakları için, temel gereksinimleri için mücadele etmek zorundalar. Kimse onlara yardım etmiyor. Çaresiz durumdalar.”

Çiftçilik İsrail’in ulusal kimliğinin temelini oluştursa da ülkenin tarım sektörü on yıllardır İsrailli olmayan işgücüne dayanıyor. 1967 yılında İsrail’in Batı Şeria ve Gazze’yi ele geçirmesinin ardından hükümet bu bölgelerde yaşayanları İsrail ekonomisine entegre etmeye karar verdi. Tel Aviv Üniversitesi’nde İsrailli işgücü üzerine çalışan sosyolog Adriana Kemp, o zamandan beri “Filistinliler İsrail işgücünün ayrılmaz bir parçası oldu” diyor. “Bu kadar çok sayıda Filistinliden olmadan tarım ya da inşaat gibi sektörlerden bahsedemezsiniz.”

Kemp, 1990’lara gelindiğinde -Filistinli militanların şiddet olaylarının ardından- İsrail’in “denizaşırı göçmen işçilere kapıyı açma olasılığının gündeme geldiğini söyledi: “İşte o zaman farklı ülkelerden [işçi] getirmeye başladılar.” Ancak yine de Filistinliler sayıca fazlaydı; 2021’de on binlerce Filistinli işçi İsrail’in toplam tarımsal işgücünün dörtte birini oluşturuyordu.

Ardından 7 Ekim geldi. Gazze’den gelen tarım işçilerinin Hamas savaşçılarına istihbarat sağladığını iddia eden İsrail hükümeti, yaklaşık 20.000 Filistinli tarım işçisinin ülkeye yeniden girişini yasakladı. (İsrail iç güvenlik servisi o zamandan beri bu bulguya kısmen itiraz etti). Aynı dönemde, 2012 İsrail-Tayland ikili anlaşması nedeniyle daha önce İsrail’deki en büyük denizaşırı işçi nüfusu olan yaklaşık 7.800 Taylandlı işçi, en az 39’unun Hamas saldırısında öldürülmesinin ardından kaçtı.

Tarım sektörü neredeyse bir gecede tüm yabancı işgücünün üçte birinden fazlasını kaybetti. Savaşın ilk haftalarında İsrailli gönüllüler zor durumdaki çiftçilere yardım etmek için devreye girse de çiftlikler zarar etmeye başladı. Kasım ayına gelindiğinde, İsrail hükümeti işgücünü yenilemek için yeni bir göçmen programı aracılığıyla 5.000 kadar denizaşırı işçinin ülkeye girişine izin vereceğini açıkladı.

Bu planı ilk duyduğunda Orit Ronen’in ilk aklına gelen bunun “büyük bir karmaşaya” yol açacağı oldu. Tel Aviv merkezli bir işçi hakları sivil toplum kuruluşu olan Kav LaOved’de çalışan Ronen, mevcut sömürü göz önüne alındığında yeni gelenlerin ne kadar savunmasız olacağının farkındaydı. Ronen ayrıca birçok çiftliğin işçileri barındırmak için yeterli altyapıya sahip olmadığını da biliyordu, çünkü çiftliklerin önceki Filistinli işçileri Batı Şeria ya da Gazze’den gelip gidiyordu.

Ronen endişelenmekte haklıydı. Binlerce yeni işçinin İsrail’e gelmeye başladığı aralık ayı başından bu yana Kav LaOved, kötü muameleye maruz kaldıklarını bildiren 300’den fazla işçiden bilgi ve yardım talebi aldı. Odedara ve diğerlerinin maruz kaldığı koşullar İsrail çalışma yasalarına göre açıkça yasadışı. Ancak Ronen, daha önce de uygulanmayan iş kanunun 7 Ekim saldırısından bu yana “daha az” uygulandığını söyledi.

İsrail hükümetinin iş kanununun uygulanmasından sorumlu kurumu olan Nüfus ve Göçmenlik İdaresi (PIBA) görüşme taleplerine yanıt vermedi. PIBA sözcüsü Sabine Haddad bir e-postada “Yabancı işçiler için çağrı merkezimiz var, burada sorunu tam olarak açıklayabilirler ve kontrol edilirler” diye yazdı.

Bharat, göçmen işçilerin misilleme korkusuyla PIBA’nın çağrı merkezine başvurmaktan çekindiklerini, işverenlerin işçilere “Eğer dediğimiz gibi çalışmazsanız sizi Hindistan’a geri göndeririz dediklerini” söyledi: “İşverenler bunu yapamazlar. Ben bunu biliyorum ama [işçiler] bilmiyor. Onlar yeni.” (İsrail yasaları, işçilerin işten çıkarılmaları halinde yeni bir iş bulmak için 90 gün boyunca ülkede kalmalarına izin veriyor).

Sınır dışı edilme tehdidi özellikle güçlü çünkü çoğu işçi İsrail’e gitmeden önce ödedikleri yüksek ücretler nedeniyle beş yıllık sözleşmeleri süresince İsrail’de mahsur kalmış durumda. Odedara’nın durumunda, Hindistan’daki bir acente kendisinden el altından 6.300 dolar istemiş ve Odedara da bunu ailesinin birikimleriyle ödemiş.

Bu ücretler yeni bir olgu değil, ancak emek savunucusu örgütler, 2012 yılında İsrail ve Tayland’ın Taylandlı göçmen işçiler için yıkıcı ücretleri ortadan kaldıran ikili bir anlaşma yapmasıyla büyük bir zafer kazandı. Böyle bir hüküm içermeyen 7 Ekim sonrası göç planı bu ilerlemeyi geri almakla tehdit ediyor. Ronen, “Özellikle Hindistan’dan gelen [işçiler] komisyonculara binlerce dolar ödüyorlar” dedi: “Onlar için bu çok büyük bir mesele ve bu onları çok savunmasız hale getiriyor.”

Ve bir de savaş var. Hindistan’ın güneyindeki Kerala eyaletinden 29 yaşındaki Melbin Paul, Lübnanlı militan grup Hizbullah’ın 7 Ekim’den bu yana neredeyse her gün roket fırlattığı İsrail-Lübnan sınırına yakın bir kümes hayvanı çiftliğinde çalışmak üzere görevlendirildi.

Paul, 4 Mart sabahı bir badem ağacını budarken kafasını kaldırdığında bir füzenin doğrudan kendisine ve işçi arkadaşlarına doğru geldiğini gördü. “Kaçmak için zaman yoktu” dedi. Bir Hizbullah tanksavar füzesi olan mermi “göz açıp kapayıncaya kadar” etkisini gösterdi. Paul’un arkadaşı 31 yaşındaki Kerala yerlisi Pat Nibin Maxwell anında öldü. Maxwell’den birkaç metre uzakta duran Paul’un vücudunun sağ tarafında on santim büyüklüğünde şarapnel yaraları vardı.

Tel Aviv Üniversitesi’nde bir işçi hakları derneği yöneten Avukat Michal Tadjer, “Savaştan önce de Gazze Şeridi yakınlarında çalışan tarım işçilerinin yaralanması ya da ölmesi çok yaygındı” dedi. Maxwell, son on yılda roket ateşiyle öldürülen en az yarım düzine tarım işçisinden biri.

İran’ın 13 Nisan’da İsrail’e yönelik saldırılarının ardından Hindistan Dışişleri Bakanlığı İsrail’deki vatandaşlarına kendilerini Hindistan Büyükelçiliğine kaydettirmeleri ve “hareketlerini asgari düzeyde kısıtlamaları” çağrısında bulundu. Bu uyarı, yeni işçilerin güvenlik durumu hakkında onlarca yıldır İsrail’de bulunan Filistinli işçilerden ya da Taylandlı göçmenlerden çok daha az bilgiye sahip olduğunu gösteriyor.

Paul ve arkadaşları, çiftliklerinin Ekim ayı ortasında Margaliot sakinlerinin tahliye ettiği kapalı bir askeri bölgede olduğunu hiç duymamışlardı. Paul, “İsrail’e ilk kez geliyorum. Ateşin ve savaşın nerede olduğunu [bilmiyordum]” dedi.

Ancak göçmen işçi sömürüsünün boyutları yakında daha da kötüleşebilir. Ronen’e göre Kasım ayından bu yana 3.000’e yakın tarım işçisi geldi; çiftlikleri tam işgücü kapasitesine ulaştırmak için 8.000 ila 12.000 işçiye daha ihtiyaç var. Önümüzdeki aylarda 10.000 Sri Lankalı işçinin İsrail’e getirilmesi için ayrı bir anlaşma yapılmış durumda. Bunu muhtemelen daha fazla karmaşa izleyecek.

Filistinli işgücünü kaybetmenin derin güvenlik sonuçları da olacak. 7 Ekim’den önce İsrail’deki Filistinli işçilerin geliri Filistin Yönetimi’nin GSYİH’sinin yaklaşık yüzde 20’sini oluşturuyordu. İsrail iç güvenlik servisi aylardır Batı Şeria’daki Filistinli işçilerin İsrail’e geri alınması çağrısı yapıyor ve Batı Şeria’da giderek kötüleşen ekonomik koşulların daha fazla istikrarsızlığa ve şiddete yol açacağı uyarısında bulunuyor. Ancak İsrail hükümetindeki sağcı bakanlar, ne pahasına olursa olsun Filistinli iş gücünden geri dönmesini kabul etmeyerek yasağı kaldırmayı reddetti.

İşçiler için, aldıkları maaşlar evlerinde kazanabilecekleri kıt miktarların çok üstünde. Odedara için yapılacak çok iş var: Mevcut işinin koşulları, önceki görevlerine göre önemli oranda iyileşse de hala sözleşmesinde belirtilenin altında ödeme alıyor ve bir de önceki eksik maaşlarını alma meselesi var. Bharat, Odedara’nın “bir çözüm bulacağını” söyledi: “Burada kalmak istiyor ama daha iyi koşullarda, böyle değil.”

Ne olursa olsun, 7 Ekim sonrası yeni gelenler 2029’a kadar İsrail’de kalacak; yani en azından önümüzdeki beş yıl boyunca, Filistinli işçilere yönelik yasak kaldırılsa bile pek çok Filistinli tarım işçisinin geri dönecek bir işi olmayacak.

Görünen o ki kesin olan tek şey İsrail’in, işgücü için kendi nüfusunun ötesine bakmaya devam etmek zorunda kalacağı. Kemp, “İsrail, Filistinli olsun ya da olmasın, tarımda uzun süredir vatandaş olmayan işgücüne dayanıyor. Bu yapısal bağımlılık ortadan kalkmayacak” dedi.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Gantz’ın misyonu

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, İsrail koalisyonuna 7 Ekim’den sonra katılan Ulusal Birlik Partisi lideri Benny Gantz’ın aşırı sağcı koalisyonu dizginleme misyonunu yerine getirmekte başarısız olduğunu anlatıyor. Makalenin yazarı deneyimli gazeteci Zvi Bar’el, Gantz’a yönelik tüm siyasi eleştirilerine rağmen artık onun İsrail koalisyonundan ayrılarak en azından alternatif yaratma umudunu yerine getirebileceği görüşünde.

***

Benny Gantz, Netanyahu’nun Koalisyonunu ve İsrail’in Gazze’deki Amaçsız Savaşını Desteklemeyi Bırakın

Zvi Bar’el

Kamuoyu yoklamaları gerçek rakamları göstermekten çok eğilimlere işaret ediyor. İsrail’in Kanal 13 televizyonunda Hamursuz Bayramı arifesinde yayınlanan böyle bir anket, Başbakan Binyamin Netanyahu liderliğindeki felaket koalisyonun, üç hafta önce yapılan bir önceki ankete kıyasla Knesset’te üç sandalye arttığını gösteriyor.

Elbette rahatça arkamıza yaslanıp felaketin çok uzakta olduğunu ve koalisyonun “caydırıldığını” mırıldanabiliriz. Benny Gantz’ın Ulusal Birlik Partisi hala Knesset’te 30 sandalye kazanmış durumda, neredeyse bir önceki anketteki kadar ve hala en büyük parti konumunda.

Ancak İsrail’de tek bir parti hükümet kurmuyor ve muhalefetin irtifa kaybettiğini gösteren trend, muhtemelen ülkenin gittiği yönün aşağı yukarı aynı olduğunu gösteriyor. Alternatif olması, umut aşılaması ve yeni bir siyasi gerçeklik inşa etmesi beklenen Benny Gantz’ın yönettiği Knesset koltuklarının park yeri boşalmaya başladı.

Naftali Bennett, eski Mossad şefi Yossi Cohen ve Gideon Sa’ar liderliğindeki birleşik bir partinin, bazıları Ulusal Birlik Partisi’nin aleyhine olmak üzere 32 sandalye kazanabileceği gerçeği daha az tehdit edici değil. Seçimler yapıldığında ikinci parti kime katılacak?

Gantz’ın zayıflamasından duyulan endişenin önemli ölçüde ikiyüzlülük içerdiği doğru. Ne de olsa Gantz, İsrail ordusunun Gazze ve Lübnan’daki harekât tarzını frenleme, yumuşatma ya da daha esnek hale getirme kabiliyetini pazarlıyor ve Amerikan yönetiminin kulağına daha hoş geliyor.

Ancak Gantz, savaşı sona erdirecek bir stratejinin yokluğunda tam bir suç ortağı. O da Netanyahu gibi Filistin Yönetimi’ni savaş bittiğinde Gazze Şeridi’ni devralabilecek ya da yönetmeye layık bir varlık olarak görmüyor. İki devletli bir çözüm onun repertuarında yok.

Haredilerin askerlikten muaf tutulmasına ilişkin yasa tasarısı konusunda hükümetin masasına dolu bir silah koyduğu söyleniyor, ancak bu konuda son sözü henüz duymadık ve her zamanki gibi hükümeti kurtaracak bir esneklik önerebilir.

Gantz rehinelerin serbest bırakılması için her şeyin yapılması gerektiğini söylüyor ama Refah’ın ele geçirilmesini desteklerken ve hatta bunun için bastırırken rehinelerin serbest bırakılmasını sağlayabilecek tek hamleyi yani savaşın durdurulmasını reddediyor.

Gantz kabinede çalışmaya devam ettiği sürece, Netanyahu hükümeti için sadece bir meşruiyet kılıfı olmakla kalmıyor, Netanyahu’yu iktidardan uzaklaştırma şansını geciktiriyor ve buna zarar veriyor; Netanyahu artık onu dikkate almıyor.

Paradoksal bir şekilde, bu utanç verici, yıkıcı koalisyona güvenli ve mutlu bir gelecek garanti ederek, bu hükümetin varlığının devamını sağlamlaştırıyor.

Bu, başlangıcından itibaren toksik bir ortaklıktı. Görünüşte, “birlikte” sloganına yaslanan bir ulusal kurtuluş hükümeti olarak hizmet etmesi gerekiyordu. Amacı rasyonel hedefleri olan bir savaş yürütmek ve bunu uzun vadeli bir diplomatik planın takip etmesiydi.

Ancak Netanyahu’nun rehberliği ve Gantz’ın koruyucu kanatları altında, haftalar içinde tüm amacı yıkmak, öldürmek ve intikam almak olan amaçsız, kâbus gibi bir savaşa dönüştü. Gazze harabeye döndü ama İsrail Devleti de paramparça oldu.

Gantz’ın bu hükümetteki ortaklığı sadece rehinelere yardım etmekte başarısız olmakla kalmıyor, aynı zamanda kuzey sınırında yaşayan ve hayatlarını otellerde sürdüren on binlerce İsrailli ya da hayatlarını nasıl ve ne zaman yeniden inşa edebileceklerini bilmeyen Gazze sınırındaki insanlar için de hiçbir umut ışığı bırakmıyor. Aynı zamanda Batı Şeria’da yasal statüye kavuşmak üzere olan onlarca yasa dışı karakolun ve devasa bütçelerinin olduğunu da görüyorlar.

Tüm suçu, başarısızlığın destansı bir sembolü olan Maliye Bakanı Bezalel Smotrich’e ya da ulusal güvenlik bakanı gibi davranan palyaço Itamar Ben-Gvir’e yüklemek oldukça pratik. Onların gücü hükümeti dağıtma tehditlerinde yatıyor ama Ulusal Birlik Partisi bu çetenin ortağı olduğu sürece Gantz’ın sorumluluğu onlarınkinden daha az değil.

Gantz’ın misyonu artık bu hükümeti ‘iyileştirmek’ değil, çünkü bunu yapma yeteneğini tamamen kaybetti. Gantz’ın amacı, yakılıp yıkılanları rehabilite edebilecek bir alternatif oluşturma umudunu yerine getirmektir. Bu alternatiften uzaklaşan mevkiler sağır edici bir alarm zili gibidir. Gantz’ın tek yapması gereken kulak tıkaçlarını çıkarmak.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English