Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Borsa, altın, kripto… Piyasalardaki coşkunun sebebi ne?

Yayınlanma

ABD’de Temmuz ve Ekim ayları arasındaki yüzde 10’luk sert düşüşün ardından başlayan hisse rallisinde Wall Street’in gösterge endeksi S&P 500 yüzde 24’ü, Nasdaq (teknoloji endeksi) ise yüzde 27’yi aşan bir performans sergiledi. Sene başından bu yana ABD hisselerinde yaşanan bu ralliye Japonya’nın Nikkei 225, Almanya’nın Dax ve Fransa’nın Cac 40 endeksleri de eşlik ederek adeta küresel çapta bir harmoni oluşturdu diyebiliriz.

Hisse piyasalarında görülen bu coşkunun arka planında küresel ekonomiye ilişkin net bir iyimserliğin var olduğu yadsınamaz. Büyük ölçüde ABD ekonomisinden kaynaklanan bu iyimserliğin gelişmiş ülke endekslerine sirayet edişi ise toplam hisse piyasasındaki ülke ağırlıklarıyla açıklanabilir:

(Grafik 1  MSCI ACWI Index (USD) | msci.com)

 

ABD hisselerinin tüm dünya endeksindeki ağırlığı yaklaşık yüzde 64 seviyesinde olup, aynı ligte (gelişen ülke endeksleri) yer aldığı tüm diğer piyasaları doğrudan etkileme gücüne sahiptir. Bu çıkarsamadan hareketle ABD piyasalarında oluşacak risk iştahının diğer ülke hisselerindeki etkisini ölçebiliriz.

ABD’deki son ekonomik görünüme bakıldığında; Fed’in politika faizini yüzde 5,5 seviyesine getirmiş ve pozitif reel faiz veriyor olmasına karşın Şubat ayında yüzde 3,9’a yükselse de halen güçlü bir istihdam ve büyüme yapısına sahip olduğu görülüyor.

Son gelen Şubat ayı enflasyon verisi manşette (yüzde 3,2) yıllık bazda beklentinin hafif üstünde kalsa da aylık bazda beklenti dahilinde olup, çekirdek enflasyon ise yüzde 3,8 ile beklentiye paralel açıklandı. Ancak hep söylediğimiz gibi enflasyonu yüzde 9’dan 3’e indirmek kadar kolay olmayan bir şey varsa o da yüzde 3’ün altına düşürmek! Bir noktadan sonra enflasyonda yapışkanlık olarak açıklanan kavramın olası nedenlerine bakılacak olursa; enerji fiyatlarındaki dalgalanma, yüksek mali borçluluk ve yaklaşan seçimlerin etkisi göze çarpmaktadır.

Bu durum Fed’in işini bir hayli zorluyor olacak ve Kasım’daki ABD seçimlerinden önce orta ölçekli bankalar ve şirketler bazında yüksek faizlerin yarattığı bir dizi zorlukla boğuşmak zorunda bırakacak gibi gözüküyor.

Belki de artık yumuşak inişe “yumuşak stagflasyon” denilecek…

2023’ün sonundan itibaren hisseler,  yumuşak inişi bir çıkış fırsatı olarak algıladı ve genellikle Fed’in her söyleminin pozitif yanını fiyatlamayı tercih etti. Hatta Salı günü gelen enflasyon verisine rağmen gösterge endeks (S&P 500)  yüzde 1.1, teknoloji ağırlıklı Nasdaq Composite ise yüzde 1,5 değer kazandı. İki endeks 22 Şubat’tan bu yana en büyük bir günlük kazançlarını kaydetti.

Nvidia, yüzde 7’lik artışıyla Muhteşem Yedi hisseden altısını da beraberinde yükseltirken, tahvil fiyatları tersine bir reaksiyon göstererek, düşüş kaydetti.

O halde meseleyi sadece merkez bankalarının etkisi üzerinden değerlendirmek yerine farklı etkiler hesaba katılırsa; S&P 500’deki muhteşem yedili (magnificent seven) konusunu irdelemek gerekecektir.

Google’da aranma sayısı ilginç bir biçimde Ekim ayından sonraki endeks yükselişiyle paralel

(Grafik 2)

Apple, Microsoft, Alphabet, Amazon, Tesla, Meta ve Nvidia’dan oluşan bu şirketler S&P 500 endeksinin yaklaşık yüzde 30’unu oluşturuyor ve ortak özellikleri teknoloji (yapay zeka ağırlıklı) hisseler olması.

Endeksteki bu konsantrasyon aynı zamanda içinde yaşadığımız çağdaki yapay zeka temelli dönüşüme de vurgu yapmaktadır. ABD hisselerinin tarihçesine bakıldığında 20. yy da ağırlıklı olarak yükselen sektörün enerji olduğu, sonlarına doğru 1990’larda ortaya çıkan dot.com (internet  balonunun) ise 21. yy’ın başlarında sönümlenerek, 2008 küresel finans krizine kadar kısa süreli olarak yerini finans ve emlak sektörüne bıraktığını ancak krizin ardından net bir biçimde günümüze kadar teknoloji ağırlıklı bir kompozisyon çıktığı görülür. Öyleyse bu firmaların yükselişi de tesadüfi değil ancak döngüseldir diyebiliriz.

Hisse piyasaları çoğunlukla yüksek risklidir

Grafik 3’teki bazı metriklere bakılacak olursa fiyat/kazanç oranlarının oldukça yükseliş kaydetmesi geçmişte yaşanılan internet balonuna benzer bir çöküşle karşılaşılması riskini de ister istemez ortaya çıkartmaktadır.

(Grafik 3)

Ancak muhteşem yediliyi son haftalarda özellikle güçlü bilançosu ve hikayesiyle sürükleyen Nvidia özelinde yapay zeka tabanlı çiplere olan ihtiyacın büyüklüğü ve teknolojinin şimdiki ivmesi hesaba katıldığında daha gidecek yolu olduğu da söylenebilir. Örneğin Dot.com (internet balonunun) yıldızı olan Cisco hissesi, 2000’li yılların internet (telekominikasyon) talebinin daha geniş bir zaman dilimine  yayılacağını öngöremeden fiyatlanmıştı ve sonu hüsran oldu.

Enflasyon verisi sonrası rekor kıran sadece ABD endeksleri değildi. Avrupa genelindeki Stoxx Europe 600, Fransa’nın CAC 40 ve Almanya’nın Dax endeksleri de  rekor seviyelerde kapandı. Bu yıl Avrupa’daki emsallerinin gerisinde kalan Londra FTSE 100, Mayıs 2023’ten bu yana en yüksek seviyesine yükseldi. Bölge genelindeki tahviller ise ABD’dekine benzer reaksiyon gösterdi.

Avrupa’daki muhteşemlerse  “Granolas” olarak adlandırılan ve endeksteki payı yüzde 25’e yükselen 11 şirketten oluşuyor: GSK, Roche, ASML, Nestle, Novartis,Nova Nordisk, L’Oreal, LVMH, Astra Zeneca, SAP, Sanofi görüleceği üzere orada ABD’dekinden farklı bir sektörel tema var. İlaç, teknoloji ve lüks tüketim ürünlerinden oluşuyor. Daha az teknoloji firması barındırması ve muhteşem yediye göre daha ucuz olmaları aslında küresel ekonomideki başlıca dönüşümün ABD’den yükseldiğinin net bir göstergesi. Belli ki Avrupa, ekonomik olarak bu dönüşümü ABD’ye göre geç sağlayacak; tıpkı dış yatırımları da son yıllarda ABD’ye kaptırdığı gibi…

Dolaysıyla en önemli riski ABD, Avrupa ve Japonya’nın yedi samurayı (Screen Holdings, Advantest, Disco Corp, Tokyo Electron, ticaret şirketi Mitsubishi ve otomobil üreticileri Toyota ve Subaru) gibi yüksek yoğunlaşmalı endeksler oluşturuyor.  Bu bağlamda toplam hisse piyasasındaki dominans dikkate alınırsa muhteşem yedilinin çöküşü tüm endeksleri de peşinden sürükleyerek, küresel bir finans krizinin kapısını aralayabilir.

Yoğunlaşma riskinin varlığına rağmen hisse piyasalarını destekleyen en önemli unsurun yüksek faiz ortamına karşın ABD’deki devasa hane halkı tasarrufları olduğu görülür.  Net servet, geçen yılın dördüncü çeyreğinde 156,2 trilyon dolara yükselmiş durumda ve deyim yerindeyse para gidecek yer arıyor.

Bu durum elbette sadece hisse ve tahvil piyasası açısından değil, aynı zamanda altın ve kriptopara yatırımlarını da destekliyor. Ancak iki yatırım enstrümanının fiyatlamasındaki parametreler farklılık gösteriyor.

Altın talebini besleyen faktörlerin başında merkez bankaları geliyor.

Son yıllarda ekonomide küreselleşmeden (dolardan) BRICS gibi çeşitli fragmantasyonlar yoluyla çıkış çabası;  Çin ve Rusya gibi merkez bankalarının dolar ve tahvil portföylerini ağırlıklı olarak altın rezervine kaydırmaları sonucunu doğurdu.

Jeopolitik riskler altına güç katıyor ancak zirve için faiz engeli aşılmalı

Bu bakımdan artan altın talebinin üzerine bir de küresel enflasyon ve savaşlar eşliğinde jeopolitik riskler gelince en klasik güvenli liman algısı güçlenmişti. Ancak son iki yılda beklenen performansı gösteremedi. Bunun da en büyük sorumlusu yükselen ABD tahvil getirileriydi. Sene sonundan itibaren faiz indirimlerinin  fiyatlanmaya başlaması (ki burada Çin ejderha yılı ve Hindistan düğün mevsimi gibi talep yönlü faktörler de etkili) altının da yönünü yukarı çevirmesine ve 9 gün süren bir yükseliş rekoruna gitmesine neden oldu.  Ancak beklenenden yüksek gelen ABD enflasyonu, ABD tahvil fiyatlarına paralel hareket etmesini sağlayarak, şimdilik bu rekora kısa bir ara vermesini sağladı. Yine de Fed faiz indirimine başlayana kadar -Haziran’dan önce beklemiyorum- volatil bir seyir izlemesi muhtemel. (onsunun 2130- 2250 dolar seviyeleri aralığında dalgalanması)

BTC ve kripto para evrenini etkileyen parametreler daha çok yasal düzenlemelere duyarlı,  kaygan bir zeminde

Her şeyden önce şöyle bir yatırım aracı düşünün ki dolardan yedi kat, altındansa dört kat daha volatil (dalgalı) olsun ve hisse senedi gibi bir varlığa (aktife) dayalı olmasın. Bugüne kadar kriptoparayı destekleyen en önemli faktör, hiç şüphesiz bol paralı, likit dönemin köpürttüğü tasarruflara karşılık, çok yüksek getiri cazibesi oldu. Merkeziyetsiz olarak başlayan ve arkasına blok zincir teknolojisini alan kriptopara, bundan dört yıl önce Z kuşağının yeni nesil altını gibi işlem gördü. Bitcoin’in günümüzde kullanımından ziyade yatırım amaçlı tutulduğu farz ediliyor. (yasa dışı kullanımlar dışında yüzde 70’i stabil)

2022’de borsalarda meydana gelen çöküşle yavaş yavaş unutulmaya yüz tutan piyasa, son aylarda yönünü yukarı çevirdi.

Bu yükselişteki en büyük etmen spot BTC ETF’ lerinin ABD denetim kurumu SEC’ den onay almaları.

Ocak ayında, (SEC)  tarafından onaylandıktan sonra,11 yeni Bitcoin ETF’i halka açılmış oldu ve şu anda 50 milyar dolar seviyesinde olan bu pazarın 2025’te 300 milyar dolara ulaşması bekleniyor.

Diğer bir parametre dört yılda bir gerçekleşen yarılama (halving) işlemi. Burada BTC “madenlerinin” üretimi yarıya iniyor ve bir sonraki kesinti Nisan ayında yapılacak. (blok ödülü, blok başına 6,25 Bitcoin’den 3,125 Bitcoin’e düşürülecek.) Bunun da itici bir güç olması bekleniyor.

BTC’den sonra dominansı en yüksek alt coin ETH’un ETF onayının ise mayıs ayı sonunda alınması bekleniyor. En riskli yatırım araçlarından olan kripto para, aynı zamanda en çok kazandıranlardan ancak sağlıklı bir yatırım aracı olması için hala çok fazla yasal düzenlemeye ihtiyacı var ki bu da esas itibariyle merkeziyetsiz yapısıyla  çelişir nitelikte.

GÖRÜŞ

Ukrayna’nın yeni 60 milyar doları hazır… Trump’ın fikrini ne değiştirdi?

Yayınlanma

7 ay geçti… Amerikalı yetkililerin “ne kadar gerekiyorsa o kadar” cümlesi, yerini “yapabildiğimiz kadara” bıraktı. Netanyahu bahar alerjisi olsa destek paketi için sabaha karşı röpteşambırıyla koşa koşa gelip kongre sıralarında yerini alacak Amerikalı kongre üyeleri, konu Ukrayna’ya geldiğinde aynı heyecanı gösteremez hale gelmişti. En azından Cumhuriyetçilerin bir kısmı…

Bu malum grup, zamanla kongrenin kalanının epey gözüne batmaya başladı. “Putin’e can simidi oluyorsunuz” dediler. “ABD’nin düşmanlarından yanasınız” dediler. Muhtemelen “askeri endüstrinin karnı acıktı” da dediler ama onu sessiz söylediler. Ancak bu muhafazakâr fraksiyon, Nuh diyor peygamber demiyordu. Biden’la gelecek paketler için anlaşma yapacağını ima etmiş kendilerinden olan meclis sözcüsü Kevin McCarthy’i bile gözünün yaşına bakmadan kapının önüne koymuşlardı. Bu sırada zaman daralıyordu. Ukrayna’nın mühimmatı tükenme noktasına gelmiş, sahada her gün biraz daha geri çekilmeye başlamıştı.

CIA direktörü Burns acı reçeteyi verdi; “bu paket şimdi çıkmazsa Ukrayna 2025’i göremez”.

Bu malum grubun başı bildiğiniz üzere Donald J. Trump’tı. Popülist lider, Ukrayna’ya kayıtsız şartsız verilecek bu paraların sınır güvenliği ve altyapı ihtiyaçları gibi ABD’lileri doğrudan ilgilendirecek meselelere harcanması gerektiğini söylüyordu. Birçokları bu inadın kısa süreli olacağını düşündü. Pentagon, “yeni yıldan sonra Ukrayna mühimmat yokluğunu iyice hissetmeye başlar” demişti. O zaman bir şekilde aralık ayında bu iş çözülürdü değil mi?

Kongre toplantıları epey hararetli geçti. Cumhuriyetçiler sınır güvenliği için ekstra ödenek ve zenginlerden vergi kesintileri istiyordu. İkisi de Demokratların kabul edemeyeceği cinsten taleplerdi. Partisi içinde çokça kavga sonucu gelebilmiş yeni Cumhuriyetçi sözcü Mike Johnson, Biden’ın ayda bir ürettiği paketlere daha gözünü açmadan red damgasını vuruyordu.

Aralık ayı geçti, paketten ses çıkmadı. Şubat’a gelindiğinde Johnson hala yeni tekliflere “ölü doğdu” diyordu. Ukrayna Cumhurbaşkanı Zelenski, artık şikayetinin tonunu yükseltmişti. Böyle giderse Rusya’nın yapacağı bir yaz taarruzunda ağır bir felaketle karşılaşılabilirdi.

İkna turları

4 yıllık Trump iktidarının rakiplerine öğrettiği bir şey varsa o da Trump’ın bir prensip adamı olmadığıydı. Gerekli şartlar oluşursa eski başkan her şeye ikna edilebilirdi. Önce İsrail meselesiyle başladılar. İsrail’e ve Ukrayna’ya desteği aynı pakete koydular. Ancak kimi kandırıyorlardı ki? İsrail’e desteğe hayır diyecek kaç cesur Demokrat çıkabilirdi? Tabii ki bu Ukrayna desteği karşılığında Cumhuriyetçileri “korkutacak” bir teklif olamazdı. Olmadı da zaten. İsrail’in desteği kongre masalarında pek kırışmadan Beyaz Saray’a ulaştı.

Sınır güvenliği konusu ise Demokratlar için tehlikeli bir maceraydı. Cumhuriyetçilere boyun eğmeleri kendi seçmenlerini üzebilirdi. Zaten İsrail meselesinde Müslümanların oyları kaybedilmişti, Biden bundan fazlasını göze alamazdı.

Artık ortaya çıkan görüntü Biden’ın Ukrayna planları için vahim bir tablo oluşturuyordu. Belli ki Trump’ın niyeti seçimlere kadar bu paketin onaylanması engellemekti. Böylece Biden, sırtında Ukrayna faciasıyla seçime girecek ve kesin olarak yenilecekti.

Sonra bir şey oldu. Önce Mike Johnson’ın dili değişti. Bir anda “Ukrayna’yı ortada bırakırsak neler olur” onu anlatmaya başladı. Meclisin radikal Trumpçısı olarak bilinen Marjorie Taylor Greene (MTG) “ihanetin” kokusunu alınca Johnson’a ultimatomu verdi, “McCarthy’i unutma, sakın ha!”

Ancak MTG’nin aksine Trump bu sefer farklı düşünüyordu. Eski Başkan, “hediye vermekten bıktık. Ukrayna’ya borç vermeyi düşünebiliriz” demişti. Bu yorum bize Trump’ın bir şekilde ikna edildiğini gösterse de yine de kulağa komik geliyordu. Savaş üçüncü yılına girerken Ukrayna’nın ekonomisi yerle bir olmuştu. Askerlerine maaş ödeyebilmek için Batı’dan her ay 8 milyar dolar ödenek alması gerekiyordu. Savaş bugün bitse, ülkenin yeniden inşası için 500 milyar dolara ihtiyaç vardı. Şartlarım böyleyken bir bankaya kredi başvurusunda bulunsam, muhtemelen bana da gülerlerdi. Ancak “Anlaşma Sanatı” isimli kitabın yazarı Donald Trump, bu duruma belli ki ikna olmuş.

Kimi kandırıyorum, tabii ki ikna olmadı. Ancak karşılığında bir şeyler kazanmış olsa gerek. Ama ne?

Trump ne ister?

Biden’ın ve Ukrayna desteğine sıcak bakan Cumhuriyetçilerin artık Trump’a rağmen bir şey yapılamayacağını anladıkları bir dönemdeyiz. Sevseler de sevmeseler de ikna etmek zorunda oldukları bir popülist figür var. Trump’ın ne isteyebileceğini anlamak için bir 5 yıl geri gitmemiz gerekiyor; 2019’da Trump’ın görevden azledilme tartışmalarını başlatan Ukrayna meselesine.

Biden’ın 2020 seçimlerinde aday olacağı konuşulurken Trump eski defterleri karıştırmaya başlamıştı. Meşhur oğul Biden’ın laptop hadisesini bilir misiniz? Hunter Biden, Ukrayna’da bir oligarkın enerji şirketinde çalışıyor ve şirket sahibinin peşindeki savcıdan kurtulmak için o dönemdeki başkan yardımcısı babasının (yani koca ABD’nin) gücünü kullanıyordu. İşte Trump, o dönemde bundan haberdardı ve seçimlerde Biden’ın yüzüne vurmak için planlar yapıyordu.

Bu sırada aynı bugünkü gibi Ukrayna’ya yardım paketleri kongrede bekliyordu. Desteğin boyutu çok daha ufaktı ve kamuoyu ilgisi üzerinde değildi. Ancak sadece Trump istemediği için paket onaylanmamıştı.

Zelenski’ye bir telefon açtı. “Çok adaletli bir savcınız vardı. Yazık olmuş ona” dedi. Zelenski’den Biden’ın peşinden koşacak bir savcı atamasını istedi. Kongrede beklettiği yardımı serbest bırakmasının tek yolu buydu. Olay büyüdü. Bu konuşmadan dolayı Trump’ın azledilme meselesi patlak verdi. Ancak bu bize Trump’ın böyle bir konumdayken ne isteyebileceğini söylüyordu.

Gelelim bugüne. Wall Street Journal, Trump’a bir ayda iki önemli ziyaretin yapıldığını yazdı. Biri, doğal olarak meclis sözcüsü Johnson, diğeri ise Polonya’nın eski Cumhurbaşkanı Andrzej Duda’ydı. Trumpgillerden olarak bilinen bir lider olan Duda, Trump’ın iyi de bir arkadaşıydı. Sağ popülistin dilinden sağ popülist anlar diye düşünmüş olacaklar ki böylesi bir görüşmeyi ayarladılar. Duda, Trump’a vaziyetin vahametini anlattı. Johnson ise daha etkili bir damar buldu.

Sahi, Trump “ben seçileyim, 1 günde barış getiririm” demişti. Ukrayna bugün yenilirse bunu nasıl yapacaktı? Ukrayna, en azından Trump koltuğa oturana kadar dayanmalıydı. Ne hikmetse CIA direktörü William Burns, çıkan paketin Ukrayna’yı 2025’e kadar hayatta tutacağını söyledi. Trump’ın kazandığı takdirde koltuğa oturuşu da ocak ayında olacak.

Unutmadan, bir de Trump’ın şu sıralar devam eden davaları var. Bu davalar sonucu kampanya için ayırdığı paranın tükenebileceği söyleniyor. Trump belki de hem maddi hasardan hem de seçim yolunun tıkanmasından korunmak için Ukrayna üzerinden anlaşma yoluna gitmiş olabilir.

Yani özetle, Trump’ı bugün popüler kılan izolasyoncu ve “Önce Amerikacı” bir ideoloji olsa da kendisi daha çok bireysel çıkarları üzerine politikalarını inşa ediyor. Trump’ın karşı çıkmadığı pakete 101 Cumhuriyetçi destek verirken 112’si hayır oyu verdi. Yani her şeye rağmen izolasyoncu kanat gerektiğinde Trump’ı bile dinlemiyor. Eski başkanın önem sırası şu şekilde; Önce Trump, sonra Amerika, duruma göre İsrail de araya sıkışabilir. İşin ironik tarafı, bu denklemde bile Amerika, Biden’ın önem sırasına kıyasla daha önde.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Yunanistan’la Yeni Denklem?

Yayınlanma

Dr. Süha Çubukçuoğlu, Kıdemli Araştırmacı, Trends Research & Advisory

6 Şubat 2023 depremlerinden sonra Türkiye ve Yunanistan arasında esmeye başlayan ılımlı hava karşılıklı ziyaretler ve güven artırıcı önlemlerle belli bir mesafe kat etse de ara sıra Atina’dan gelen sert söylemler sürecin kırılganlığına ve görünenin aksine anlaşmazlık yaşanan konularda pek de kolay uzlaşma yolu bulunamayacağına işaret ediyor. Özellikle bu konularda sesini hep üst tondan duyduğumuz Yunan Savunma Bakanı Nikos Dendias şahin kanada yakın bir isim olarak Türkiye’nin iyi niyet ve kararlılıkla sürdürdüğü “sorunları birlikte ele alma” iradesini açıkça baltalamaya çalışmakta. Türkiye’yi saldırgan ve hukuk-tanımaz bir haydut devlet olarak lanse etmeye gayret gösterip Yunanistan’ı ise “kural temelli dünya düzenine bağlı”, uysal ama mağdur bir uç karakol, hukuka saygılı bir ülke şeklinde konumlandırma gayreti içinde.

23 Şubat 2024’te To Vima gazetesinde çıkan ve Yunanistan’da bile şaşkınlık yaratan habere göre Dendias “Ege’de 3 milin ötesindeki her şeyin Yunanistan’a ait olduğunu” iddia etti. Yine basına yansıdığı kadarıyla, Dendias 16 Nisan 2024’te “Yunanistan’ın çıkarları gerektirdiğinde karasularımızı 12 mile çıkaracağız” şeklinde bir demeçte bulundu. Bu açıklamaları 15-17 Nisan 2024 tarihlerinde Atina’da düzenlenen “Okyanusumuz” konferansında Yunanistan’ın Ege ve İyon denizlerinde iki deniz parkı ilan etme niyetini deklare etmesi takip etti. Gri bölgeler olarak da bilinen Ege’de Aidiyeti Anlaşmalarla Yunanistan’a Devredilmemiş Ada, Adacık ve Kayalıkları (EGAAYDAK) da kapsayan bu milli parklardan birisi deniz canlılarını ve doğayı koruma kılıfı altında Ege’de fiili olarak Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) ilanına giden bir adım olma niteliği taşıyor. Zira Yunanistan’ın taraf olduğu 1983 tarihli Uluslararası Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin (UNCLOS) 56. Madde, 1 Fıkra, (b) bendi MEB sahibi olan ilgili ülkeye deniz habitatının korunmasıyla muhafaza edilmesi yetki ve sorumluluğunu veriyor. Türk Dışişlerinden sert tepki gören bu adımıyla Yunanistan “denizlerin temizliği, canlıların korunması ve tabiatın muhafaza edilmesi yetkisi fiiliyatta bende olduğuna göre hukuken MEB de bende” diyebileceği bir pozisyona gelmenin ön zeminini hazırlıyor.

Yunanistan’ın bu tavrına karşı Türkiye’nin tutumu ne?

Yunanistan’dan gelen bu sert tavra karşılık mevcut ılımlı havayı olabildiğince sürdürmek adına Türkiye’den resmi adım gelmemesi bir yana 2023’e kadar Ege’de yapılagelen uçuşların askıya alındığı, Mavi Vatan tatbikatlarının iptal edildiği/isminin değiştirildiği ve Doğu Akdeniz’deki sismik arama-sondaj faaliyetlerinin sonlandığı bir döneme şahitlik ediyoruz. 2019’da Libya’yla imzalanan deniz yetki alanları sınırlandırma anlaşmasının kadük kalma riski mevcut. Yunanistan’ın Mısır’la yaptığı karşı anlaşmadan sonra TPAO’nun ilgili alanda sismik arama izni talep etmesine rağmen bu doğrultuda Ankara’dan gelmiş bir adım yok. Her ne kadar Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Sayın Ercüment Tatlıoğlu Aralık 2023’te “Son yıllarda Mavi Vatan’a girmeye çalışan 35 yabancı gemiyi engelledik, bizi savaşın eşiğine getiren engellemeler yaptık” şeklinde bir açıklama yapmış olsa da Türkiye ilgili sahayı fiilen kullanmadığı, orada sismik-sondaj gemisiyle bayrak gösterip ekonomik kaynaklarına sahip çıkmadığı sürece buradaki egemenliğini zımnen tartışmaya açmış olmakta, ileride olası bir müzakere masasında bu hakkını pazarlık kozu olarak tutup şartlar gerektirirse vazgeçebileceği sinyalini vermektedir.

Realist bakış açısına göre uluslararası sistemde belirleyici faktör “güç”tür. Eğer gücünüzü iyi değerlendirmez, milli çıkarlarınızın tehdit altında olduğu durumda karşı tarafa “yatıştırma” (appeasement) siyaseti uygular ve alttan alırsanız ileride ağır bir bedel ödemek durumunda kalabilirsiniz. Tarih bunun acı örnekleriyle doludur: 19. yy’da İngiltere’nin ABD’ye karşı tavrını, Osmanlı’nın Balkan Savaşları öncesindeki durumunu ve II. Dünya Savaşı’na giden süreci bunların arasında sayabiliriz. Türkiye’nin hukuki argümanlar ve uluslararası normlar üzerinden yürüttüğü diplomatik süreci mutlaka güç unsurlarıyla desteklemesi, yeri geldiğinde karşı hamle yapması, en azından Yunan tarafından gelen tahrikkâr söylemlere karşı haklı duruşumuzu teyit etmesi, kafa karışıklığına sebebiyet verecek ikircikli tutumlardan kaçınması önem arz etmektedir. Türkiye gerek savunma sanayi ve platform altyapısını güçlendirmek gerekse enerjide dışa bağımlılığı azaltıp ekonomisini rayına oturtmak için zaman kazanmak istiyor olabilir, ama uluslararası ilişkiler boşluk kabul etmez. Sizin iyi niyetli yaklaşımınızı karşı taraf zafiyet olarak değerlendirip ön alıcı hamlelerde bulunabilir.

Resmî açıklamalar dışında bu konu üzerine Türk medyasında da zaman zaman yorumlara rastlıyoruz, ancak bunlar belli bir stratejik vizyonun parçası olmaktan ziyade tepkisel, gündelik, bazen de iç siyasete dönük mahiyette tezahür ediyor. Türkiye’nin başta ekonomi olmak üzere birçok sorunla boğuştuğu ve Yunanistan’ın gündemde çok alt sıralarda yer aldığı gerçeğinden hareketle, yaşanan gerilimi “havuz meselesi” şeklinde küçümseyen yorumlar de görüyoruz, Türkiye’nin önceliğinin Karadeniz ve Güneydoğu Anadolu’da petrol aramak olduğunu belirten, Akdeniz’in sözünü dahi etmeyen açıklamalara da şahit oluyoruz. Bunların dışında dikkat çeken bir başka görüş de geçtiğimiz günlerde Harici’nin YouTube kanalına demeç veren Prof. Dr. Mustafa Kibaroğlu’dan geldi. Sayın Kibaroğlu, Genelkurmay Eski Başkanı Em. Org. (merhum) Necip Torumtay’la yaptığı bir konuşmaya atfen “Eğer Yunanistan Ege’de bir adım atarsa karşılığını Kıbrıs’ta bulur. Bizim ikinci vuruş yeteneğimiz Kıbrıs’tır” şeklinde görüş bildirdi. Bu tespite göre Yunanistan eğer coğrafi olarak kendini avantajlı gördüğü Ege’de bir genişlemeye gider, karasularını 6 milin üstüne çıkartır ya da MEB ilan eder, bu durum da çatışmaya evrilirse Türkiye KKTC’de bulunan barış gücüyle ileri harekâta geçerek adanın güney kısmını da kontrol altına alabilir.

Sayın Kibaroğlu’nun aktardığı görüşü günün koşulları içinde değerlendirirsek sağlam ve güvenilir olduğu kadar tartışmaya açık taraflarının da olduğunu görebiliriz. Yunanistan ileride girişmeyi tasarladığı 12 mil/MEB gibi hamlelerin hukuki olduğu kadar fiili altyapısını da hazırlamakla meşgul oladursun, Türkiye’nin buna vere(bile)ceği orantılılık ölçüsünde yanıtlar neler olabilir? Olası bir durumda 6 ile 12 mil arasındaki bölgeye askeri gemi göndermek/tatbikat yapmak, ya da balıkçı teknelerini gönderip avlanmak ilk adım olabilir. Lozan ve Paris Barış Antlaşmalarına göre askerden arındırılmış statüdeki Doğu Ege ve Menteşe Adaları (On İki Ada) bölgesini ablukaya almak, Türk hava sahasını Yunan havayollarına / boğazları Yunan bayraklı gemilere kapatmak, EGAAYDAK statüsünde ve fiilen Yunan işgalinde olan adacıkları boşaltması için Atina’ya ültimatom vermek, hatta bazılarına asker çıkarmak olabilir. Bütün bunlar uluslararası hukuka uygun “zorlayıcı diplomasi” adımlarıdır. Ancak olası bir çatışmada Ege’ye karşı yanıtı doğrudan Kıbrıs üzerinden vermek Türkiye’ye faydadan çok zarar getirebilir. Kaldı ki Yunanistan Doğu Ege ve Menteşe Adalarını antlaşmalara aykırı olarak silahlandırmasına bir gerekçe olarak Türkiye’nin 1974’te Kıbrıs’a müdahalesini ve kendi adalarının da benzer bir tehdit altında olduğu savını ileri sürmektedir. “Ege’de bir hamleye karşı Kıbrıs’ın tamamını alırız” demek ve iki konuyu bu şekilde birbirine bağlamak, hele de bunu kamuoyu önünde açıklamak Yunanistan’ın “Türkiye’den gelen tehdit” tezine istemeyerek de olsa destek vermek ve ekmeğine yağ sürmek anlamına gelir. Öte yandan Sayın Kibaroğlu’na göre Yunanistan zaten Türkiye’nin böyle bir cevap vereceğini bildiği ve “Helenizmin Kıbrıs’ın tamamını kaybetmesi ihtimalini kabul edemeyeceği” için Ege’de bir harekete girişmeyecektir. Buradan “Kıbrıs’taki Türk askeri varlığı Yunanistan için o kadar büyük caydırıcı bir unsurdur ki oradaki olası bir kaybı Ege’deki olası kazançlarını nötralize edebilecek boyuttadır” şeklinde bir çıkarım yapabiliriz.

Atina açısından bakarsak bu denklemin tam da böyle görünmediği kanaatindeyim. Bir kere uluslararası sistem ve dünyadaki güçler dengesi bakımından Türkiye’nin Kıbrıs Barış Harekâtını yaptığı 1974 yılından çok farklı bir yapı mevcut. İki kutuplu soğuk savaş döneminde o zamanın “Kıbrıs Cumhurbaşkanı” Makarios bağlantısızlar hareketi üzerinden Sovyetlere fazla yanaştığı için zaten bir süredir ABD’nin hedefindeydi (CIA’in suikast teşebbüslerini atlatamasa darbeyle devrilmesine bile gerek kalmayacaktı). ABD’nin dümen suyuna girmeyi reddettiği için Atina’daki Yunan cuntası eliyle 15 Temmuz 1974’te devrilerek yerine geçici olarak Nikos Sampson getirildi. Türkiye de hukuki haklarına dayanarak ve o aradaki otorite boşluğunu fırsat bilerek 20 Temmuz günü adaya operasyon başlattı. Bu birinci operasyona Watergate skandalı ile çalkalanan Washington yönetimi günün şartları gereği kısmen göz yumdu. ABD aslında kendince bir taşla üç kuş vurmuş oldu: Türkiye ve Yunanistan vasıtasıyla Makarios’a bir ders verdi, adada olası bir Sovyet üslenmesinin önüne geçti ve İsrail’in güvenliğini tahkim etti. Kısaca, Türkiye’nin harekâtına o dönemki jeopolitik dengeler gereği bir sempati vardı. Yunanistan’sa “saldırgan” ülke konumundaydı. Ama Rumların Kıbrıslı Türklere yaptığı katliamlar ve askeri zaruret gereği iş ikinci harekâta kalınca ABD başta olmak üzere bütün Batı dünyası baştaki ılımlı tutumunu bırakarak tamamen Türkiye aleyhine döndü, bizi haksız yere “işgalci” olarak niteledi – bu tavır halen de devam ediyor.

Bugünse özellikle Batı dünyasında bambaşka bir Türkiye ve Yunanistan algısı mevcut. 2004’te AB’ye üye olmuş sözde bir “Kıbrıs Cumhuriyeti” var. AB, sevelim ya da sevmeyelim, Türkiye’nin en büyük ticaret ortağı – ihracatımızın %50si oraya gidiyor. Öte yandan AB üyelik perspektifimiz fiiliyatta çoktan kapanmış durumda. Yunanistan’sa AB üyeliğinin yanında adeta ABD’nin de 51. eyaleti gibi bir ileri üsse dönüşmüş halde. ABD yakın zaman önce Rumlara yönelik silah ambargosunu tümüyle kaldırdı. Keza Gazze savaşından beri ilişkilerimizin askıda olduğu İsrail de Güney Kıbrıs ve Yunanistan’a gelişmiş hava savunma sistemleri satıyor. 2016’dan beri Güney Kıbrıs-Yunanistan-İsrail ve Mısır arasında önce dörtlü ardından ABD ve Fransa’nın da katılımıyla beşli-altılı tatbikatlar yapılıyor, ismen zikredilmese de hedef ülke olarak Türkiye üzerine senaryolar oynanıyor. Kıbrıs’ta aktif vaziyetteki Dikelya ve Ağrotur üsleri gelişmiş istihbarat altyapısı sayesinde İngiltere’ye bütün Ortadoğu’yu dinleme/izleme imkânı sunuyor. İran’ın İsrail’e karşı yaptığı füze ve drone saldırısına karşılık veren Amerikan, İngiliz ve Fransız savaş uçaklarının bir kısmının bu üslerden havalandığı hatırlatalım.

Türkiye’nin Kıbrıs kozu ne kadar geçerli?

Türkiye askeri olarak elbette çok güçlü. Güney Kıbrıs’taki Yunan Alayı ve hatta Rum Milli Muhafız Ordusu (RMMO) savaş deneyimi de olan Türk ordusuyla kıyaslanamayacak derecede küçük ve zayıf. Keza Yunanistan’ın olası bir savaşta Kıbrıs’ı lojistik-askerî açıdan takviye etmesi çok zor, bunun örneği 1974’te de görüldü. Türkiye Kıbrıs’ta durum üstünlüğünü elinde bulundursa da bütün bu verilerin ışığında Ege’de Yunanistan’la yaşaması olası bir çatışmada cepheyi Kıbrıs’a doğru genişleterek Güney’i kontrol altına alması AB, İngiltere, ABD ve İsrail’de büyük tepkiyle karşılanacak, askeri olmasa bile ekonomik olarak Türkiye’nin tecrit edilmesine, bir nevi “İranlaştırılmasına” bahane teşkil edecektir. Güney’in alınması demek Türkiye’nin İngiltere’yle (karadan) ve İsrail’le (denizden) komşu olması, ada çevresindeki bütün kaynaklara sahip olması demektir. Bu ülkelerin böyle bir jeopolitik depremi kabul edeceklerini peşinen varsaymak uygun bir yaklaşım tarzı değildir. Türkiye’nin ekonomik gücü, doğal kaynakları, askeri kapasitesi ve uluslararası sistemdeki etki yarıçapı bugün böyle bir baskıyı kaldırabilecek konumda değildir. Bir gün o güce inşallah ulaşırız, o noktada direnebilecek kararlılığı sergileyip her şeyi göze alarak Libya anlaşması örneğinde olduğu gibi bir baskınla Yunanistan’dan bile önce Ege ve Doğu Akdeniz’de Mavi Vatan sınırları içinde MEB’imizi de ilan ederiz. Bu güce erişebilmek için, ABD hegemonyasının zayıfladığı ve çok kutupluluğa evrilen yeni dünya düzeninde Türkiye’nin paydaşlarını çoğaltması, AB üyeliği gibi gerçekleşmesi mümkün olmayan ve her geçen gün Türkiye’yi daha da yalnızlaştıran bir hedefte enerjisini tüketmek yerine yükselen Asya, Afrika ve Körfez ülkeleriyle ilişkilerini derinleştirmesi büyük önem arz etmektedir.

Ancak 2020’de AB İrini Misyonu’na bağlı bir Alman firkateyninin Rosalyna-A isimli bir Türk gemisine yaptığı baskına cevap ver(e)meyen, dönemin Alman başbakanı Angela Merkel’in AB yaptırımlarıyla tehdit etmesini müteakip sismik araştırma faaliyetlerine son veren, hatta daha 2019’ta Suriye’deki Barış Pınarı Harekâtını ABD’den gelen baskıyla yarıda kesen Türkiye’nin Yunanistan’la olası bir çatışmada Güney Kıbrıs’ı alıp bunu elinde tutabileceğini düşünmek bugün için inanılması zor bir senaryodur. Türkiye orayı alsa dahi maruz kalacağı baskı ile kısa sürede geri çekilmeye zorlanacak ve elinde Ege’de kaybettikleriyle kalacaktır. Yunanistan Türkiye’nin Kıbrıs’taki üstünlüğünü Sayın Kibaroğlu’nun da tabiriyle “offset” etmeye yani dengelemeye çalışmaktadır. Kıbrıs çevresinde küresel ve bölgesel güçlerle yaptığı açık ya da gizli anlaşmalarla Türkiye’nin buradaki caydırıcılığını azaltmaya ve el yükseltmeye gayret etmektedir. Buna mukabil, Kıbrıs’taki varlığına dayanarak Türkiye’nin Ege’de Yunanistan’ı dengelediğini varsayması bazı geçerli sebepleri olsa da büyük resme bakıldığında çok sağlam bir argüman gibi görünmemektedir. Türkiye Batı bloğunu bu bölgede dengelemekte zorlandığı müddetçe Yunanistan’ın oldu-bittilerine karşı teyakkuzda olmak durumundadır.

Son kertede, Yunanistan’ı Ege’de maceraya girişmekten caydıracak olan Kıbrıs’taki Türk kara gücü değil, Anadolu’daki deniz ve hava gücüdür. Her şartta Türkiye’nin güçlü bir donanmaya ve hava kuvvetlerine sahip olması gerek Ege gerekse Doğu Akdeniz’de caydırıcılığını sergilemeye devam etmesi ve Yunanistan’a gerginliği arttıracak, moral üstünlüğü ele geçirecek fırsat vermemesi, tutarlı ve uzun vadeli bir politika izlemesi elzemdir. Aksi durum karşı tarafın eline koz verip cesaretlendirmekten başka bir netice yaratmayacaktır.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Rusya’da kalkınma: Liberal amentüye karşı işlenen büyük günah – 1

Yayınlanma

Yazar

Biz her geçen gün biraz daha sefalete yuvarlanırken Rusya ekonomisiyle ilgili her haber mucizeyi andırıyor: modern tarihin gördüğü en büyük yaptırım saldırısının altında, ihracat ve ithalat kanalları alabildiğine kapatılmış, Ukrayna çatışmasında az çok tarafsız kalmayı tercih etmiş geleneksel ticari ortakları bile başta bankacılık olmak üzere bütün ticari faaliyetlerine ikincil yaptırım korkusuyla engeller getirmeye başlamışken “nasıl oluyor da oluyor”? Nereden geliyor bu değirmenin suyu — yoksa her şeye rağmen ucuza da olsa petrol ve doğalgazını satmanın yolunu buluyor da o sayede mi ayakta kalıyor?

Bu yazı Rusya ekonomisine derinlemesine bir bakışla genel değerlendirmeler için perspektif sunmayı ve onlardan yola çıkarak bir “değirmen” tanımına ulaşmayı amaçlıyor. Başka deyişle, şu soruyu soruyor ve cevaplıyor: iktisadi faaliyet değirmeninin suyu tek bir yerden mi gelir, veya genel olarak: nedir bu değirmen?

GENEL DURUM

Putin yönetiminin tamamen kurumsallaştığı 2003’ü milat kabul ederek, GSYH dinamiği şöyledir:

pastedGraphic.png

Rusya ekonomisindeki ilk yılların yükselişinin ardından 2008 kriziyle birlikte şiddetli düşüş ve bir daha önceki dönemin büyüme oranlarının yakalanamamış olması Rusya’nın kapitalizmin uluslararası krizinden doğrudan etkilenen bir çevre ekonomisi olmasının sonucudur. Benzer bir durum 2014’te de yaşanmıştı; Kırım krizi ve yaptırımlar 2008’deki kadar olmasa bile hızlı bir daralmaya yol açmıştı. Bunun arkasından gelen kısmi genişleme dalgası ise 2020’de pandemiyle birlikte gene bir daralmayla sonuçlanmıştı.

Ukrayna krizinin ve yıkıcı yaptırımların bu gerilemeyi hızlandıracağı ve derinleştireceği sanılıyordu. Gerçekten de 2022’nin baharında yüzde 5-8 arasında küçülme oranları telaffuz ediliyordu. Üstelik bunlar bile utangaç ifadelerdi; “anaakım” denilen iktisatçıların ve onların hakim olduğu “mali bloğun” endişesi, 2009 küçülmesini bile geride bırakan bir anti-rekor kırılacağı yönündeydi. Bununla birlikte yıl sonuna doğru tahminler yüzde 3’e kadar geriledi. Ölçümler yapıldığında daralmanın sadece yüzde 1,2 olduğu ortaya çıktı — bu beklenenin çok altındaydı. 

Ancak gene de toparlanma umudu zayıftı; genel beklenti (buna “mali bloğun” tahminleri de dahil) küçülmenin 2023’te devam edeceği veya en iyimser tahminle çok az bir büyüme olacağı yönündeydi. Ama 2023 verileri tam aksi bir durumu ortaya çıkardı: Rusya ekonomisi bir önceki yıla göre yüzde 3,6 büyümüştü. 

2020-2023 arası yıllık çeyreklere dayanan grafik, bütün iniş ve çıkışların bu dönemde siyaset ve ekonomi yönetiminde alınan kararlarla doğrudan ilişkili olduğunu ve bu ilişkinin kendisini eğrilerde şaşılacak kadar hızla gösterdiğini kanıtlar.

pastedGraphic_1.png

BÜYÜMENİN NEDENLERİ

Özellikle 2023’teki yükseliş esas itibariyle Mişustin hükümetinin teknokrat tedbirlerinin eseriydi ve bunun iki temeli vardır: 1) devlet yatırımlarında artış ve özellikle sabit sermaye yatırımları, 2) sermaye hareketinin, özellikle de yabancı ve onunla ilişkili (komprador) sermaye hareketinin sınırlanması. Bu iki ayak da Merkez Bankası’nın dogmatik para ve sermaye siyasetine rağmen uygulanmıştı ve uygulanıyor; Merkez Bankası “enflasyonist etkileri” ortadan kaldırma iddiasıyla yüksek faiz ve sermaye serbestliğini istiyor; hükümeti teknokrat kanadı (hiç şüphesiz silovikinin onu arkalaması sayesinde) liberal dogmatizmi sınırlıyor. 

Aşağıdaki grafikte görülen sabit sermaye yatırımları inşaatı, sanayide makine ve ekipman yatırımlarını ve devletin savunma siparişlerini (ama savunma sanayisine yapılan bütün yatırımları değil) kapsıyor. Makine ve ekipman arzında 2022 boyunca belirgin bir düşüş, 2023’te ise belli belirsiz bir artış var. Tamamen anlaşılır: 2022’nin ilk yaptırımlar dalgası Rusya’nın başlıca teknoloji, araç ve ekipman sağlayıcısı olan batıdan ithalat kanallarının kapanmasına yol açtı. Bunun en çıplak sonucu otomotiv sanayisinde görülebilir: sektör 2024 şubat itibariyle 2021 aylık ortalama üretiminin ancak yüzde 37’sine erişebilmişti. 2023 başından itibaren makine ve ekipman arzındaki belli belirsiz artış, ithalatın Çin’e yöneldiğini gösteriyor; ancak bu eğilim emperyalist troykanın ikincil yaptırım tehdidiyle yıl sonuna doğru gene hız kaybetti. Gerçekten de ithalat grafiğiyle makine ve ekipman arzı grafiği tamamen çakışır.

pastedGraphic_2.png

Bu bize (somut bilgi sahibi olmadığımız) savunma dışında imalat sektörüne ciddi bir sermaye yatırımı yapılmadığını gösteriyor. Demek ki savunma sanayisine yapılan sermaye yatırımları katılacak olursa toplam eğrinin çok daha keskin yükseleceği kabul edilebilir.

Gene de sivil sanayide (esas itibariyle imalat sektörü ve petrol-doğalgaz üretimi) yükselme eğiliminin sadece savunma sanayisinden kaynaklandığı ileri sürülemez. Sabit sermaye yatırımları eğrisini tayin eden başlıca faktörlerden biri, inşaat yatırımları. Onun da altında “milli projeler”, yani doğrudan bütçe yatırımları var. Aşağıdaki grafik bu yatırımların kuzeyin sert mevsimsel dalgalanmalarından bile çok az etkilenerek devam ettiğini gösteriyor. 2022’nin ilk kriz aylarındaki şok inşaat sektöründe de takip edilebiliyor; ama üçüncü çeyrekte sermaye yatırımları hâlâ epey düşük olduğu halde inşaat sektörü daha birinci çeyrek bitmeden hızla toparlanmış.

pastedGraphic_3.png 

Bu grafikler bir başka şeyi daha gösteriyor: sermaye yatırımlarında artış Mişustin’in başbakanlığıyla eşzamanlı. Dolayısıyla, yatırım kararlarının doğrudan doğruya teknokratik yönetimin siyasi kararları olduğu anlaşılıyor. Üstelik bu kararlar dünyadaki genel dogmanın ihlali de demek; dogma “kriz ortamında yatırımlar azaltılmalı” diyor; Rusya’da ise yatırımlar krizi aşmanın kaldıracı. 

Dolayısıyla, sabit sermaye yatırımlarının ne kadarının devlet tarafından yapıldığı önem taşıyor. Aşağıdaki grafik bu konuda bir fikir verecektir.

pastedGraphic_4.png

Öncelikle 2020’den (pandemi) itibaren bütçeden giderek daha büyük kaynakların sabit sermaye yatırımlarına ayrıldığını görüyoruz. Demek ki bu siyaset pandemiyle tetiklenen ve Ukrayna harekatıyla devam eden bir kararlılığın sonucu. Öz kaynaklarından sabit sermaye yatırımı yapan şirketlerin ne kadarının devlet şirketi ve ne kadarının özel şirket olduğuna dair kesin veriler yok; ancak bu bir hükümet siyaseti olduğuna göre, öz kaynak ayıran şirketlerin büyük bölümü de devlet şirketi veya devlet iştiraki olmalı. Aynı şekilde, banka kredileri de çoğunlukla bunlar tarafından kullanılıyor. Buna bir de devletin özel şirketleri mecburi gönüllülük yoluyla teşvik siyaseti eklenmeli. Sonuç, imalat sektöründe hızlı büyüme. Sabit sermaye yatırımları pek azken bu büyüme eğrisinin ortaya çıkması, emek verimliliğindeki yükselişe de işaret ediyor.

pastedGraphic_5.png

Tarım sektörünü de ele almadan geçersek bu bölüm eksik kalacak. Sektör aslında gelişmesini stratejik planlama kapsamına alınmasından başka uçak krizine borçlu; Putin’in soğukkanlılığını kaybettiği nadir olaylardan biri olan bu kriz ve arkasından Türkiye’den (tarım ürünlerinde bir sembol olarak) domates almama kararlılığı, daha önceden başlamış olan gelişme dinamiğini hızlandırdı. 

2023’te tarıma sermaye yatırımları 2015’teki seviyesinin en az iki katına çıktı. En az diyorum, çünkü 2023 yılına ait ayrıntılı istatistikler henüz yayınlanmadı; bu yüzden sermaye yatırımındaki artışı bir önceki yılla aynı kabul ediyorum. Öncelikle yatırımlar ve hububatta kendine yeterlilik arasındaki ilişkiye bakalım. Bu ikincisinde Rusya’nın üretimini bir buçuk katına çıkardığını göreceksiniz.

pastedGraphic_6.png

Tarım konulu ikinci grafik ise hububat dışındaki başlıca tarımsal üretim kalemlerinde kendine yeterlilik derecesini gösteriyor.

pastedGraphic_7.png

Grafik bize son dokuz yılda Rusya’nın kendine yeterliliğini et üretiminde sağladığını, kişi başına süt üretimini yüzde 7, meyve ve yemiş üretimini yüzde 45 artırdığını gösteriyor. Diğer kalemlerde ciddi bir değişiklik yok; ama hububat üretimindeki rekor artış sermaye yatırımının verimliliğini açık seçik gösteriyor, dolayısıyla bu alt sektörlere yatırımların artmasını beklemek gerek.

Üstelik, altını çizmeliyiz: bütün bu dönem boyunca işlenen toprak aşağı yukarı sabit (2015’te 55,1, 2022’de 53,7 milyon hektar); yani üretim artışı doğrudan doğruya verimlilik artışının sonucu.

Bütün bunlar bir başka daha göstergede arka arkaya rekorlar kırılmasına yol açıyor: PMI (Sanayi Yöneticileri Endeksi). Endeksin 50’den büyük olması bir önceki aya göre iyileşme sayılır. 

pastedGraphic_8.png

Grafiğe ABD ve Türkiye’nin PMI verilerini karşılaştırma amacıyla koydum; böylece Rusya’nın yaptırım terörüne uyum sağladığı ve kalkınmanın ileri yönlü olduğu ortaya çıkıyor.

Sabit sermaye yatırımları eğrisinin genel yönü teknokrat hükümetin siyasi önceliklerinin eseri. Aynı şekilde, bu eğrideki dalgalanmalar da teknoloji, araç ve ekipman ithalatı güçlüklerinden ziyade ortodoks ekonomi dogmatizminin sonucu. 2022 üçüncü çeyrekten itibaren bu yatırımlar artma eğiliminde olduğu halde 2023 üçüncü çeyrekten itibaren eğilim zayıflıyor. Şaşırtıcı deği, zira aynı dönemde MB faizleri yüzde 9,5’ten 16’ya çıkardı.

Eğer faiz siyaseti böyle devam ederse sanayide devlet sektörü dışında kârlılığın azalmasını ve dolayısıyla sermaye yatırımlarının da azalmasını beklemek gerek. Devlet büyük burjuvaziyi şimdiye kadar olduğu gibi sermaye sınırlamaları ve tehditlerle dize getirebilir; ama yatırım düşüşü esas itibariyle küçük ve orta burjuvaziyi etkileyecektir ve bu, “mali bloğun” şimdiden söylemeye başladığı gibi, küçük ve orta ölçekli işletmelerin efektif olmadığı, bunların kaynak israfıyla sanayiye teşvik edilmesi yerine ağırlıkla hizmet sektöründe kalması gerektiği söylemlerini kabartacaktır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English