Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

‘Brezilya’da liberal ekonomi politikasının temellerinin değiştirilmesini beklemeyelim’

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Meksika Komünist Partisinin (PCM) yayın organı El Machete’de yayımlanan aşağıdaki röportaj, Marxism-Leninism Today tarafından İngilizce olarak yeniden okurlara sunuldu. Röportajda Brezilya siyaseti ve komünist parti tarihi üzerine önemli şeyler söyleyen Ivan Pinheiro, Brezilya Komünist Partisinin (PCB) askeri diktatörlük döneminde yeraltına çekildiği dönemde partili olmuş, Gorbaçovcu tasfiye dalgasına karşı direnmiş ve sonrasında uzun süre partinin Genel Sekreterlik görevini üstlenmiş tecrübeli bir militan. Pinheiro’nun, PCB’nin Lula’ya zaman zaman kredi açan siyasetine eleştirel yaklaştığı görülüyor. Başka bir dikkat çekici nokta, Bolsonarocuların Kongre baskınına bakış açısı: Pinheiro, kimilerine biraz mekanik-şematik gelecek bir biçimde, Brezilya burjuvazisinin bugün açık bir faşist diktatörlüğü neden tercih etmeyeceğini, dolayısıyla merkezine ‘antifaşist mücadele’yi alan bir stratejinin neden başarılı olamayacağını anlatmaya çalışıyor. Lula’nın prestijinin çok daha yüksek olduğu birinci hükümet döneminde bile ‘ilerici dalga’dan kendini ayıran PCB’nin bu militanının, çok daha ‘yumuşak’ görünen üçüncü Lula dönemine nasıl yaklaştığını tahmin etmek zor olmasa gerek. PCB, 2022 seçimlerinde Sofia Padua Manzano’yu aday gösterdi ve 45 bin civarında oy aldı. Metindeki normal parantezler yayıncıya, köşeli parantezler çevirmene aittir.


Brezilya’da Komünist Siyaset Üzerine: Ivan Pinheiro ile Mülakat

David Alfaro Siqueiros Ödülünü almak üzere PCM’nin (Meksika Komünist Partisi) 7. Kongresine katılan, 2006 ile 2016 arasında Brezilya Komünist Partisinin genel sekreterliğini yapan Ivan Pinheiro ile El Machete’nin (Meksika KP’nin yayını) yaptığı mülakat

25 Ocak 2023
El Machete

“Sınıf uzlaşmacısı bir hükümeti destekleyemeyiz. Lula seçilip göreve geldiğinde, bu sol bir hükümet değil, sosyal demokrat da olsa bir burjuva hükümetidir.”

El Machete (EM): Bize bu mülakatı verdiğiniz için minnettarız, yoldaş Ivan Pinheiro. Partimiz (Meksika Komünist Partisi), Brezilya Komünist Partisinin (PCB) devrimci yeniden inşası sürecine büyük saygı duyuyor. 2010 yılında 4. Kongremizde yeni bir adım atmış oluşumuzda aslında bizim için önemli bir örnekti. Lütfen bize PCB’nin devrimci yeniden inşasının gerçekleştiği bağlam ve nelerden oluştuğu hakkında bilgi verin.

Ivan Pinheiro (IP): 1982’den itibaren Brezilya Komünist Partisi Merkez Komitesindeydim.[1] O gizli bir Kongreydi, Parti yasadışıydı. Silahlı mücadeleye dahil olan 8 Ekim Devrimci Hareketinin[2] üyesiydim, Partiye hâlâ yasadışı olduğu 1974’te katıldım.

1970’lerin sonlarında Demokratik Cephe konusunda Merkez Komitenin çizgisiyle ayrışmaya başladım.

O zamana kadar, bu siyasetin sadece taktiksel olduğunu düşünüyordum. Diktatörlüğün[3] en zorlu döneminde bana doğru görünüyordu, çünkü sendikalar ve kitle hareketleri çok zayıf ve bastırılmıştı ve PCB, Merkez Komitenin sürgüne gitmeyen birçok üyesinin suikaste uğraması ve hapsedilmesi ile ciddi bir şekilde zayıflatılmıştı.

Gelgelelim, 1979’un ikinci yarısında, diktatörlüğün ‘yavaş, emin ve kademeli siyasi açılım’ dediği, bazı olağanüstü hal yasalarının gevşetildiği ve rejim tarafından kovuşturulanlara yönelik siyasi affın geldiği bir sürecin başlamasıyla birlikte durum önemli değişikliklere uğradı. Bu dönem, Brezilya’da önemli bir sendikal hareket ve işçi hareketi patlak verdi, birçok sektörde işçiler greve gittiler. Orada, Partinin konumundan ayrılan bizler, PT (İşçi Partisi) örneğinde olduğu gibi, ortaya çıkmakta olan sınıf güçleriyle birlikte bir Sol Cephe için, Demokratik Cephe politikasının değiştirilmesi ihtiyacını savunmaya başladık. PT o zamanlar bugünün reformist partisi değil, kendilerini sosyalist olarak gören bazı akımların olduğu militan bir PT idi.

Gelgelelim, PCB tüm 80’li yıllar boyunca, burjuvazinin sözümona ‘demokratik merkez’inin bölmeleriyle ittifak halinde kalmaya devam etti. Bazı yoldaşlar, esas olarak içimizde sendikal harekette aktif olanlar, bu soruları tartışmaya başladı ve bizler çeşitli kereler reformizm ile karşı karşıya gelmeye başladık. Merkez Komitesi, demokratik geçişi “engelledikleri” için uygunsuz oldukları iddiasıyla grevlere karşı çıkmamız için bize bir yönelim dayattı. Biz aksini düşündük, grevler ve kitlesel mücadeleler, askeri nitelikteki diktatörlüğün ömrünü kısalttı, çünkü yönetici sınıflar, diktatörlük biçimlerini, bu kez bir burjuva demokrasisi olarak, değiştirme zamanının geldiğine dair işaretler veriyorlardı.

1982/83 yılları arasında, PCB Merkez Komitesinde hegemonik olan reformistler, onlara “solcu” göründüğü için PT ile birlikte inşa ettiğimiz Merkezi İşçi Sendikasından kopmamızı dayattılar. Gerçek şu ki, öncelikli ittifak, Demokratik Cepheye liderlik eden burjuva partisi Brezilya Demokratik Hareket partisi MDB ile oldu. CUT’nin kuruluşuna katılmadık ve bürokrat sendikacıların önderliğinde başka bir merkezi, uzlaşmacı ve ılımlı oluşumuna katkıda bulunmadık.

Derinleşen, on yıllık bir iç mücadeleydi. Prestes’in (Luis Carlos Prestes)[4] 1980’de Partiden ayrıldığında “Komünistlere Mektup” ile yaptığı eleştirilere her zaman katıldım. Ama Partiden ayrılma kararına katılmadım, çünkü o hâlâ, iç mücadeleyi engelleyecek koşulların var olduğunu düşünüyordu…

Çeşitli zamanlarda reformizme karşı iç mücadelelerimize rağmen, 1980’lerin sonunda, avro-komünistler ve bürokratlar Merkez Komitede hâlâ çoğunluktaydı. Temmuz 1991’de, Berlin Duvarı çoktan yıkılmışken ve perestroyka ilerlerken, 9. Kongremizde Partiyi tasfiye etmeye çalıştılar.

Bunu öngörerek bir iç eğilim oluşturduk ve üyeliğimizi kamuoyuna beyan ettik. “Komünisttik, komünistiz, komünist kalacağız” diye bir belge yayınladık, PCB’yi Savunmada Ulusal Hareketi kurduk ve zaten ulusal olarak örgütlenmiş olan Kongreye gittik ve küçük bir oy farkıyla Partiyi tutmayı başardık ve partide yüzde 10’un altındaki bir azınlıktan ilerledik ve Merkez Komitenin yaklaşık üçte biri olduk.

Buna rağmen, Sovyetler Birliğinin düşüşünden birkaç gün sonra, Siyasi Komisyon on beş gün sonra bir Merkez Komite toplantısı düzenlemeye karar verdi ve bu toplantıda çoğunluk, 25 ve 26 Ocak’ta São Paulo’da Olağanüstü Kongre çağrısını onayladı; tek amacı, “yeni bir siyasi oluşum” yaratmak, yani PCB’yi tasfiye etmek ve sosyal demokrat bir parti yaratmaktı.

Bu kongre çağrıldığında, delegelerin çoğunluğunu seçmeye çalışmak için hemen ulusal bir çaba başlattık. Her hücre ve Bölge Komitesi konferansında agresif bir mücadeleydi. Ancak delege seçimlerine katılabilecek Parti üyesi olmayanların onaylanmasıyla tezler üzerindeki tartışmaları dönüştüren tasfiyecilerin kullandığı hileye güvenmedik.

Bu “kongre”de delegelerin üçte biri civarının Parti dışından olduğunu tahmin ediyoruz. Bu nedenle, Aralık 1991’de Rio de Janeiro şehrinde, farklı eyaletlerden yoldaşların katıldığı, PCB’yi Savunma Hareketi Ulusal Genel Kurulunu bu şekilde topladık ve orada, sahte kongreyi tanımamaya ve Partiyi sürdürmek ve yeniden örgütlemek için aynı günlerde bir Ulusal Siyasi Konferans düzenledik.

25 Ocak 1992 sabahı, São Paulo şehrinde, ilk genel kurulumuzda yaklaşık 400 yoldaş topladık, ardından bu “kongreyi” tanımamamızın nedenlerini ortaya çıkarmak ve politik bir beyanda bulunduğumuz, yeni bir Merkez Komitesi seçtiğimiz ve bir sene sonra yaptığımız X Kongresine çağrıda bulunduğumuz PCB Ulusal Örgütlenme Konferansını yapmak üzere toplantı yerine döneceğimizi bildirmek için tasfiyecilerin toplantı yerine yürüyüşe gitmeye karar verdik ve orada konuşabilmeyi talep ettik.

Burada Partinin devrimci yeniden yapılandırılmasına başladık; bu, 1990’lı yıllarda acayipti, çünkü, SSCB’deki karşı devrimin ötesinde, aramızda Partiyi sürdürmek isteyen ama onun devrimci yeniden yapılandırılması ile hemfikir olmayan yoldaşlarımız vardı. Bu hedef, yalnızca 2005’teki 13. Kongreden itibaren, bizim 2003’te başlayan birinci Lula hükümetini desteklemeye devam etmemizi isteyenler Partiden ayrıldıktan sonra efektif bir biçimde geliştirilebildi.

2005 Kongremiz etapismo’dan (sosyalizmi aşamalar halinde inşa etme fikri) koptu, devrimin sosyalist stratejisini ve Partinin Marksist-Leninist karakterini tanımladı. Kendimizi Lula hükümetine karşı yerleştirdik ve devrimci yeniden yapılandırmada ilerledik; son tarihi olan bir süreç olarak değil, daha çok gidilmesi gereken, uzun bir yol olarak.

Ardından, Mart 2008’de Ulusal Örgütlenme Konferansını ve Ekim 2009’da PCM ve KKE’nin [Yunanistan Komünist Partisi] katıldığı 14. Parti Kongresini yaptık; o sırada, önemli bir Uluslararası Semineri teşvik ediyor ve o zamana kadar ilk sayılarını çevirip yayımladığımız International Communist Review’u[5] inşa etmekte olan partilerin yanında yer alıyorduk.

EM: “Sol” örgütler, devrimin sosyalist karakteri ve Lula hükümetinden kopuş siyaseti hakkında ne düşündü? Brezilya ve Latin Amerika’nın siyasi ortamında olup bitenlerden bahsediyorum. Diğer komünist partiler ve örgütler partiniz hakkında ne düşündü? Davranışınız net ve cüretliydi, çünkü ilericiliğin yükselişte olduğu bir zamanda meydana geldi.

IP: PCB Lula hükümetinden koptuğu için, hatta onun ilk hükümetinin ortasında, Latin Amerika’daki ilk ‘ilerici dalga’nın ortasında koptuğu için ve FARC-EP’yi açıktan destekleyen birkaç partiden biri olduğu için, aralarında bazı komünist örgütlerin de olduğu “sol”, bizi hizipçi ve ultra-sol olarak değerlendirdi. 13. Kongremiz için yapacağımız hiçbir özeleştiri yok. Bilakis, ikinci ve şimdiki “ilerici dalga”da daha da açık hale gelen, sınıf mücadelesini uyuşturmaya hizmet eden ve sermaye ile emek arasında uyumu destekleyen ilericiliği açıkça suçlayacak yürekliliğe sahiptik.

Bu yüzyılın ilk yıllarına kadar diğer komünist örgütlerle ilişkilerimiz çok zayıftı. Siyasi ve maddi zorluklar büyüktü. Bunun sonucu, uluslararası ilişkilerimizi genişletmeyi başaramadık. Önceliğimiz hayatta kalmaktı. Sovyetler Birliği tepemize çökmüştü. Başka hiçbir örgüt Rus Devriminin bütün tarihine bu kadar bağlı değildi. Örneğin PCdoB, Çin ve Arnavutluk yanlısı olmuştu. İnsanlar birkaç aydan fazla yaşayamayacağımızı söylüyordu. Uluslararası komünist harekette, PCdoB halihazırda güçlüydü, milletvekilleri vardı, Lula ile müttefikti ve uluslararası toplantılarda boy göstererek PCB’nin artık var olmadığını söylüyordu. Dolayısıyla, uluslararası komünist harekette görünmeye ve ilişki kurmaya ancak 2000’lerin başında, özellikle de 2005’ten sonra başladık ve o andan sonra, doğru bir biçimde, Latin Amerika’yı ilk temas çevresi olarak seçtik ve Meksika, Paraguay ve Venezuela KP’leriyle daha uyumlu olduk.

EM: Bizim için, Lula’ya ve ilericiliğe (ilericiliğin sözde ilk dalgasına) verilen desteğe, bu olgu ortaya çıkarken ve diğer örgütler tarafından olumlu bakılırken eleştirel bir tutum takındığınızı görmek önemliydi. İlericiliğe yönelik erken dönem eleştiriniz ve sosyalizm için mücadeleyi olumlamanız, mevcut siyasi durumda üzerinde düşünülmesi gereken bir örnektir. Partinizin militanları tüm bu tarihi biliyorlar mı? Tüm bu unsurları özetleyen bir belge veya kitap var mı?

IP: Militanlarımız ve dostlarımız, birçok ders çıkarabileceğimiz bu tarihi iyi bilirler. Bu konuda çok sayıda video, metin, tartışma ve belge bulunmaktadır. Özellikle, PCM’nin 2019’da düzenlediği Uluslararası Seminerde sunduğum bir makale (“PCB’nin Devrimci Yeniden İnşası”) de dahil olmak üzere, bu konuda bazı makaleler yazdım.

EM: İlericiliğin, ‘Lula yeniden’in vs. komünistlere herhangi bir şekilde yardımcı olabileceği fikri hangi anda ortaya çıktı? Eğer güzergah onlardan bir kopuş idiyse, bu yakınlaşma hangi anda yeniden başladı? Bu yakınlaşmayı ne etkiledi?

IP:  2002 seçimlerinde, Merkez Komite bu konuda neredeyse ortadan ikiye bölünmüş olmasına rağmen, ilk turda Lula’yı destekledik. Aramızda, uygunsuz bir anda bölünme riskinden kaçınmak için imkansız hale gelen bir tezi, başkanlık seçimleri için kendi adaylığımızı savunanlar vardı. 2006 yılında artık Lula’yı desteklemiyorduk ancak PT’den koparak ortaya çıkan ve sol bir söyleme sahip olan Sosyalizm ve Özgürlük Partisi – PSOL ile bir Cephe kurmaya çalıştık. İkinci turda, Lula’ya açık ve resmi bir destek yerine, kaderin bir cilvesi ve PT’nin fırsatçı dönüşünün bir kanıtı olarak, şu anda Lula’nın üçüncü hükümetinde başkan yardımcısı olan Geraldo Alckmin’in rakibine karşı oy kullanılmasını tavsiye ettik.

PT ile herhangi bir diyaloğa girmeden ve zaten daha önce hükümetine muhalefet ettiğimizi ilan ederek, zafer durumunda, Alckmin’e karşı Lula’yı, “Alckmin’i sandıkta, Lula’yı sokaklarda yenilgiye uğratın” adlı bir belgeyle eleştirel bir şekilde destekledik. Bu, Lula’nın lehine olmaktan çok Alckmin’in aleyhine bir oylamaydı, yani “kötünün iyisi” için açık bir seçimdi.

2010 ve 2014 seçimlerinde artık sol cephelerde yer almadık ve herhangi bir uzlaşma veya seçim illüzyonu olmaksızın, kapitalizmi ve burjuva demokrasisini kınayan siyasi çizgimizi sunmak amacıyla Cumhurbaşkanlığı ve diğer pozisyonlar için kendi adaylarımızı sunduk.

2018’de Parti Merkez Komitesi, kanımca yanlış bir şekilde, sol cephe politikasına geri döndü ve kuruluşundan 12 yıl sonra sosyal demokrat bir parti olarak misyonunu önemli ölçüde derinleştirmiş olan PSOL’nin başkan ve vali adaylarını desteklemeye geri döndü, kapitalizmin insanileştirilmesi ve demokratikleştirilmesine ve sözde “demokratik sosyalizmin” kademeli ve barışçıl inşasına odaklanan bir söylemle parlamenter mücadeleye yöneldi. 2020 yılında yapılan belediye seçimlerinde PCB, PSOL ile bu ittifak politikasını tekrarladı.

Şimdi 2022’de PSOL, oportünist dönüşünü radikalleştirerek, Alckmin’in başkan yardımcısı adayı olacağı ve PT’nin burjuvazinin sektörleriyle bir ittifak kurarak öncekilerden daha fazla sınıf uzlaşmacısı bir hükümet hedeflediğinin açık olduğu ilk turdan bu yana Lula’yı ve PT ve müttefikleri tarafından gösterilen eyalet valisi adaylarını desteklemeyi seçti.

PSOL’nin bu kararı, PCB’nin daha uygun bir seçim politikasını tercih etmesinde, ilk turda Cumhurbaşkanlığı için yeni bir aday göstererek Partinin bağımsızlığını işaret etmesinde ve hedeflerini ve önerilerini sunmasında şüphesiz önemli bir ağırlığa sahipti.

Daha ikinci turda PCB, Bolsonaro’ya karşı Lula’yı resmen desteklemiş ve bu hükümetin [Bolsonaro’nun] aşırı sağcı eğilimini, halk karşıtı politikalarını ve darbe niyetlerini doğru bir şekilde kınamıştır. Bana göre sorunlar, ikinci turda Lula’yı destekleme yolunda, işçilere Lula’nın üçüncü hükümetinin, Bolsonaro’nun gerici, insanlık dışı ve hatta soykırımcı politikalarını ve yasalarını doğru bir şekilde yürürlükten kaldırsa bile, temelde sermayenin çıkarlarına, sınıf uzlaşmasına, sendika ve halk hareketinin kooptasyonuna ve ılımlılaştırılmasına hizmet edeceği için herhangi bir yanılsamaya kapılmamaları gerektiği açıkça belirtilmediğinde ortaya çıktı.

Lula’nın açlık ve aşırı yoksulluğu azaltmak için telafi edici önlemler alacağı, fakat Brezilya’daki çarpık gelir dağılımını hiçbir şekilde değiştirmeyeceği de doğrudur. Toplumsal bir patlama halk kitlelerini ayağa kaldırmadıkça ve sorumluluklarını yerine getirecek bir öncü bulmadıkça, yeni hükümetten işçi haklarını küçülten karşı reformların ve halihazırda gerçekleştirilmiş olan özelleştirmelerin geri alınmasını ya da liberal ekonomi politikasının temellerinin değiştirilmesini beklemeyelim.

Yeni hükümetin, son darbe girişimiyle daha da kötüleşen, devrimci stratejilere sahip partiler de dahil olmak üzere sözde solda hüküm süren bu coşku, sınırsız destek ve Lula ile tam bir uzlaşma atmosferinin üstesinden gelmek için burjuva kesimlerle yapılan bir anlaşmanın sonucu olduğunu; Brezilya burjuvazisinin, sistemin krizinin ortasında sermayenin yeniden üretimini sürdürmek ve genişletmek için ihtiyaç duyduğu tüm karşı reformları parlamentoda onaylamak için kullandığı 4 yıllık hükümeti boyunca “Bolsonaro dışarı” pankartına öncelik vermesine yol açan Brezilya’da faşizmin yerleştirilmesi riskine olduğundan fazla değer verildiğini anlamak gerekir.

EM: Kesinlikle, Bolsonaro’nun bazı faşist fikirlere sahip olması, burjuvazinin Brezilya’da sermayeyi yönetmenin bir yolu olarak faşizme karar verdiği anlamına gelmez.

IP: PCM’nin yakın zamandaki 7. Kongresinde bir bildiri sunma onurunu bana bahşedildiğinde bunu açıkça söyledim.

Eğer [işler] sadece Bolsonaro’nun iradesine bağlı olsaydı, görev süresi boyunca Kongreyi kapatır, yargı organını susturur ve Brezilya’da bazı faşist önlemler alırdı. Sadece, Brezilya’nın mevcut konjonktüründe burjuvazi bununla ilgilenmiyor. Faşizm, burjuvazi yalnızca ona ihtiyaç duyduğunda kullanılan bir silahtır.

Geçtiğimiz 8 Ocak’ta Brezilya’da meydana gelen olaylar önemli sonuçlar çıkarmamıza olanak tanımaktadır.

Bu satırları yazdığım ana kadar tablo Lula’nın lehine, aşırı sağın ise aleyhinedir. Neredeyse tüm kurumlar ve burjuva liderler darbe girişimini şiddetle reddetti ve Bolsonaro ve çevresine ulaşabilen finansörleri ve organizatörleri de dahil olmak üzere darbe faillerinin cezalandırılmasını talep etti.

Ancak Bolsonaro’dan uzaklaşan kesimler de dahil olmak üzere egemen sınıfların bu kararlı desteğinin, Lula için ekonominin yönetiminde daha fazla uzlaşma şeklinde, özellikle de yeni hükümetin son yıllardaki karşı reformlara ve özelleştirmelere, sözde “mali disiplin” ve Merkez Bankasının özerkliğine dokunmaması için geleceğini düşünmek gerekir.

İlk sonuç, Brezilya’da en radikal Bolsonarocu kesim tarafından yapılan ve hüsranla sonuçlanan darbe girişiminin, Brezilya burjuvazisinin bu noktada faşizmle ilgilenmediğini ortaya koymasıdır; her şeyden önce Brezilya’nın parya bir ülke haline gelmemesi için, zira bu durum buradaki kapitalizmin krizini aşmak için ihtiyaç duyduğu yabancı yatırımlara zarar verecektir. Bu, yeni darbe girişimlerinin olmayacağı, aşırı sağın ortadan kalkacağı ya da burjuvazinin demokrasisini evrensel bir değer olarak görüp darbeleri, diktatörlüğü ve hatta faşizmi bir kenara bırakacağı anlamına gelmiyor.

İkincisi, şu anda –sermaye lehine ana karşı reformların uygulanmasından sonra ve açlık ve sefalet kuyunun dibine ulaşmışken– bir sınıf uzlaşması hükümetine sahip burjuva demokrasisinin, ekonominin büyümesini ve sermayenin kar oranlarını yeniden canlandırmak için en iyi yatırım formülü olduğudur.

Üçüncüsü, sadece Brezilya’da değil, darbelere ve sağcı diktatörlüklere ordu değil, genellikle hizmetinde oldukları egemen sınıflar karar veriyor. Brezilya’da 1964 darbesiyle ortaya çıkan diktatörlük sadece biçim olarak askeriydi ama burjuvazi tarafından kararlaştırıldı ve sürdürüldü ve artık onun için uygun olmadığı ana kadar devam etti. Burjuvazinin ideolojisi yoktur, çıkarları vardır!

Dördüncü sonuç ise tarihin bize öğrettikleridir: burjuvaziler, faşizme ancak güçler korelasyonu kendi aleyhlerine olduğunda ve proleter isyanlar ve devrimler riskiyle karşı karşıya kaldıklarında başvururlar. Yozlaşmış bir sendikal hareket ve hegemonik olarak reformist, kurumsal ve giderek kimlikçi bir sol karşısında burjuva hegemonyasının tartışılmaz olduğu Brezilya’da durum bundan çok uzaktır.

Sorun şu ki, aşırı sağcı darbe girişiminin hüsranla sonuçlanması, sözde solda, hatta bazı komünistler arasında, Lula’nın ve burjuva demokrasisinin yönetilebilirliğini garanti altına almak için sosyalizm sorununu erteleme eğilimini artırıyor. Benim endişem, Lula hükümetinin günün 24 saati faşist bir darbe tarafından tehdit edileceğini ve bu nedenle onunla safları sıklaştırmamız gerektiğini düşünme hatasına düşmememizdir. “Demokratik” burjuvaziden ayrı sokaklarda yürüyerek darbe girişimlerine ve aşırı sağ diktatörlüklere karşı mücadele etmek doğru ve çok önemlidir. Fakat sınıf uzlaşmacı bir hükümeti destekleyemeyiz. Lula seçilip göreve geldiğinde, bu sol bir hükümet değil, sosyal demokrat da olsa bir burjuva hükümetidir.

“Sol” olarak adlandırdığımız kampta yapılan bir diğer hata da, Dilma Rousseff’in Petista (PT) hükümetinin inisiyatifi sayesinde yürürlükte olan terörle mücadele yasasını hatırlatarak darbe faillerinin cezalandırılmasını şiddetle talep etmek ve 4 yıl boyunca darbe girişimleriyle uzlaşan ve halkların isyan hakkını kullanmaya cesaret edersek çok daha hızlı, etkili ve sert olacak kişi ve kurumlara kahraman ve cüretkar olarak değer vermektir!

Bir Komünist Partinin enerjisini faşizm ve neo-liberalizme karşı mücadeleye yoğunlaştıracağını ilan etmesi de bana büyük bir hata olarak görünüyor. “Demokratik hukuk devletini” savunmaya ve daha insancıl bir kapitalizm için mücadele etmeye devam edeceğini söylemek gibi. Bugün Brezilyalı komünistlerin temel görevi, özellikle işçi sınıfının ve genel olarak proletaryanın, karşı reformların yürürlükten kaldırılması, daha fazla sosyal, ekonomik ve siyasi haklar için ve mümkün olan tek yol olan sosyalist devrim yoluyla kurtuluşları perspektifiyle mücadelede seferber edilmesi, bilinçlendirilmesi ve örgütlenmesidir!

EM: Yoldaş Ivan Pinheiro’ya bize verdiği röportaj için teşekkür ediyor ve PCM’nin 7. Kongresi çerçevesinde kendisine verdiği militan liyakat nişanından dolayı kendisini kutluyoruz.


Dipnotlar

[1] Partido Comunista Brasileiro (PCB), 1922 yılında Ekim Devriminin etkisi ile kuruldu. Tenente isyanına ve 1930 devrimine önderlik eden parti, Sovyet-Çin ayrışmasında bölündü; PCB Sovyet çizgisini savunurken, Partido Comunista do Brasil (PCdoB) Çin’den yanaydı. PCdoB, tüm Lula hükümetlerini destekledi ve İşçi Partisinin (PT) seçim kampanyalarına aktif olarak katıldı. (ç.n.)

[2] 1964’te, askeri diktatörlüğe karşı silahlı mücadeleyi savunup PCB’den kopan üniversite öğrencilerinin kurduğu bir örgüt. (ç.n.)

[3] Brezilya’da askeri diktatörlük 1 Nisan 1964’teki askeri darbe ile kuruldu. ABD’nin ve Katolik Kilisesinin desteklediği darbe, sola yatkın Başkan João Goulart’a karşı faşizan bir programı ülke gündemine soktu. İşçi sınıfının örgütlerine ve komünistlere yönelik suikastler ve işkencelere, yüksek enflasyon ve özelleştirmeler eşlik etti. 1980’li yılların başında büyük kitle eylemleri sonucunda, 1982 yılında darbeden sonraki ilk serbest seçimler yapıldı. (ç.n.)

[4] Luis Carlos Prestes (1898-1990): Brezilya’da komünist hareketin efsanevi isimlerinden. 1943-1980 arasında PCB Genel Sekreteri olan Prestes, Brezilya senatosuna da seçilmişti. Prestes, 1922’de başlayıp aralıklarla 1927’ye kadar süren ve genç subayların önderlik ettiği, Brezilya’da tenente olarak bilinen silahlı isyanın da örgütleyicilerinden biriydi. İsyandaki Prestes Birliği, Bolivya’ya iltica etmeden önce 25 bin kilometrelik bir ‘uzun yürüyüş’ yapmış ve ikonikleşmişti. Prestes, 1980 yılında PCB’nin Marksizm-Leninizm’den uzaklaştığını söyleyip bayrak açınca görevden alındı, 1984’te partiden atıldı. Hayatının son yıllarında yoksullukla boğuşan ve ünlü Brezilyalı mimar Oscar Niemeyer tarafından maddi olarak desteklenen Prestes, 1990 yılında hayatını kaybetti. (ç.n.)

[5] Yunanistan Komünist Partisi, Meksika Komünist Partisi, Türkiye Komünist Partisi gibi partilerin öncülüğünde, yeni bir uluslararası komünist odak yaratmak amacıyla 2009 yılında yayına başlayan dergi. (ç.n.)

DÜNYA BASINI

İsrail ile ticareti kesme kararı can yakabilir: “Bölge hükümetleri yardımcı olmalı”

Yayınlanma

İsrail ile ticareti geçen ay sınırlayan Türkiye, iki gün önce ticareti tamamen kesme kararı aldı. Ticaret Bakanlığı 3 Mayıs’ta “İsrail hükümeti, Gazze’ye kesintisiz ve yeterli miktarda insani yardım akışına izin verinceye kadar” İsrail ile ihracat ve ithalatın tamamen durdurulduğunu açıkladı. Cumhurbaşkanı Erdoğan kararla ilgili açıklamasında, “Tüm batı İsrail’e çalışıyor. Biz daha sabredemezdik ve adımlarımızı attık” dedi.

Aşağıda çevirisini okuyacağınız haber, Türkiye’nin bu adımının İsrail ve Türkiye’ye ne gibi etkileri olabileceğini uzman yorumlarıyla değerlendiriyor:

***

Erdoğan Netanyahu’ya karşı: Bu işin sonu nereye varacak?

Türkiye Gazze nedeniyle İsrail ile ticareti kesti. Bu can yakabilir.

GIORGIO CAFIERO

Türkiye kısa bir süre önce Gazze’de “kötüleşen insani trajedi” nedeniyle İsrail ile ticareti askıya aldı.

Ankara, İsrail’in Gazze’ye “kesintisiz ve yeterli” yardım akışına izin vermesi halinde ticareti yeniden başlatacağını açıkladı. Tahmin edilebileceği gibi İsrail’in baş diplomatı Israel Katz, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı “Türk halkının ve iş adamlarının çıkarlarını hiçe sayarak ve uluslararası ticaret anlaşmalarını göz ardı ederek” bir “diktatör” gibi davranmakla suçladı. Hamas ise şaşırtıcı olmayan bir şekilde Türkiye’yi övdü.

Türkiye ile İsrail arasındaki gerilim, 2009 Davos Zirvesi ve 2010 Gazze filosu baskını gibi son yıllarda yaşanan çeşitli olaylarda arttı. Ancak bugüne kadar Türkiye-İsrail ekonomik ilişkileri bu fırtınaları hep atlattı. Bu nedenle Türkiye’nin bu ay İsrail ile ticareti durdurması büyük bir olay.

ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Avrupa ve Avrasya’dan sorumlu eski Müsteşar Yardımcısı Matthew Bryza RS’ye yaptığı açıklamada, “İsrail’in Gazze’de sivillere yönelik saldırılarına, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın eleştirilerini sertleştirdiği geçen yılın Ekim ayının ortalarından bu yana iki ülke ilişkilerinde olumlu seyreden tek unsur ticaretti. Türkiye’nin İsrail’le tüm ticareti kesmesiyle birlikte bu olumlu unsur da ortadan kalktı” dedi.

“Erdoğan’ın İsrail’le ilişkilere bütüncül bir yaklaşım getirerek geleneğini bozduğu görülüyor” diyen Sadeq Enstitüsü’nde Türkiye üzerine uzmanlaşan siyasi analist Batu Coşkun şu noktaya dikkat çekti: “Daha önceki krizlerde ticari ilişkiler, gergin siyasi bağlardan ayrı tutulmuştu. Şimdi ise hükümet tüm cephelerde gerilimin tırmanmasından endişe duymuyor gibi görünüyor.”

Hasan Kalyoncu Üniversitesi öğretim üyesi ve SETA Vakfı araştırmacısı Murat Aslan’a göre, İsrail üzerindeki baskıyı artırmak isteyen Türkiye’nin ticareti askıya almanın ötesinde oynayabileceği kartlar var. Bunlar arasında diğer ülkeleri İsrail’e ambargo uygulama konusunda Türkiye’ye katılmaya teşvik etmek ve Türk hava sahasını İsrail uçuşlarına kapatmak yer alıyor. Aslan, “Türkiye’nin bu adımları atıp atmayacağını bekleyip görmemiz gerekiyor, ancak birçok seçenek olduğunu biliyorum” dedi.

İç baskılar ve artan gerilim

Türkiye’nin iç siyaseti de göz önünde bulundurulmalı. Gazze savaşının erken bir aşamasında Türk toplumunun bazı kesimleri Erdoğan hükümetine, Tel Aviv’e karşı sert söylemlerin ötesinde somut adımlar atması için baskı yapmaya başladı. Birkaç hafta önce Türkiye, İsrail ile çelik, gübre ve jet yakıtı dahil 54 alanda ticareti kısıtladı.

Geçen ayki yerel seçimler öncesinde İsrail ile tüm ticaretin kesilmesi yönünde çağrılar yapıldı ve bu çağrılar Erdoğan’ın seçmenlerinin çoğunda yankı buldu. Sonuç olarak, Erdoğan’ın geleneksel destekçilerinin önemli bir kısmı ya oy vermeyi reddetti ya da hükümetin Gazze savaşı sırasında İsrail’le ticaretin devam etmesine izin veren politikasına karşı çıkarak kampanya yürüten İslamcı bir parti olan Yeniden Refah Partisi’ni destekledi.

Coşkun’a göre, Türkiye’nin İsrail’le ticaretini durdurma kararı alan Erdoğan, “popülaritesini korumak için tepki veriyor gibi görünüyor. Bu, Cumhurbaşkanının muhtemelen söylemini sertleştirmeye devam edeceği anlamına geliyor ki bu da İsrail ile ilişkilerde daha fazla gerilim demek.”

Ekonomik etki

İsrail uzun zamandır Türkiye ile güçlü ticari ve yatırım ilişkileri sürdürüyor. 2023 yılında, ikili ticaret yaklaşık olarak 7 milyar ABD doları civarındaydı. Bir Türk holdingi olan Zorlu Holding, İsrail ekonomisinde büyük bir yatırımcı ve Türk inşaat şirketleri yıllar boyunca İsrail’de büyük paralar kazandı. Ankara’nın ticareti durdurma kararı nedeniyle İsrail’de inşaat maliyetlerinin artacağı ve enflasyonist etkilerin ortaya çıkacağı varsayılabilir.

Ancak Türkiye’nin ambargosunun İsrail ekonomisine ne kadar zarar vereceği ve bu zararın ne kadar süreceği şimdilik net değil. Ülkeler ticari ilişkileri kesintiye uğradığında ya da yaptırım uygulandığında uyum sağlayabilirler. Rusya’nın 2022’de Ukrayna’yı geniş çaplı işgaline karşılık Batı’nın Moskova’ya karşı finansal savaş açmasının ardından Rusya’nın ticaret yollarını ve tedarik zincirlerini ayarlaması buna bir örnek. Benzer şekilde, İsrailli politika yapıcılar da şu anda ekonomilerine ne gibi zararlar gelebileceğini ve Türkiye’nin ambargosunun etkilerini nasıl telafi edeceklerini değerlendirmekle meşguller.

Ayrıca Türkiye’nin ekonomisi de darbe alacak. Ankara’nın ambargoyu daha önce uygulamamasının en önemli nedenlerinden biri de buydu. Türkiye’deki siyasi yelpazede Filistinlilere yönelik yaygın bir destek var, ancak Gazze’yi desteklemek için ne kadar bedel ödenmesi gerektiği konusu da tartışmalı.

Katar Üniversitesi İbn Haldun Merkezi’nde yardımcı doçent ve Atlantik Konseyi Scowcroft Orta Doğu Güvenlik Girişimi’nde misafir kıdemli araştırmacı olarak görev yapan Ali Bakır, RS’ye verdiği demeçte, “İsrail’deki iç durum ve Husilerin Kızıldeniz girişindeki önlemleri göz önüne alındığında bu, İsrail ekonomisine kesinlikle benzeri görülmemiş bir şekilde zarar verecek” dedi.

“Ancak diğer yandan, zaten zor durumda olan ve toparlanmaya çalışan Türk ekonomisine de zarar verecek” diyen Bakır, bu tür mali riskleri almaktan korkan bölgedeki diğer hükümetlerin, Türkiye gibi bunu yapmaya istekli olanlara yardım etmek için adım atması gerektiğini belirtti.

Azerbaycan petrolü

Türkiye’nin eylemlerinin Azerbaycan’a ve daha spesifik olarak Azerbaycan’ın İsrail’e yönelik petrol ihracatı üzerindeki etkisi önemli olacak. Azerbaycan petrolü Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattından geçerek tankerlerle İsrail’e ulaşıyor. Ankara, Azerbaycan’ın Ceyhan limanı üzerinden İsrail’e petrol ihraç etmesine izin vermezse İsrail ekonomisi büyük zarar görebilir.

ABD’nin Azerbaycan Büyükelçisi olarak da görev yapmış olan Bryza, “Şu anda Türkiye’nin İsrail’e petrol akışını kesip kesmeyeceği belli değil. Böyle bir durumda, ekonomi yeni tedarik kaynakları bulma zorunluluğuna kalacağı için İsrail ekonomisi üzerinde daha önemli bir etkiye sahip olabilir” dedi.

Bryza, İsrail’in Azerbaycan’la uzun vadeli enerji sözleşmeleri olduğunu ve spot piyasadan satın alması halinde petrol için çok daha fazla ödeme yapmak zorunda kalacağını belirtti.

Aslan da “Eğer Türkiye bu akışı durdurursa… o zaman İsrail enerji için başka bir kaynak bulmak zorunda. Aksi takdirde başları belaya girecek” diye ekledi.

Bununla birlikte, Ankara-Bakü ittifakının doğası göz önüne alındığında, Türkiye bu adımı atmaktan kaçınabilir. Bryza, “Türkiye, Azerbaycan petrolünün Türkiye’nin Ceyhan limanı üzerinden İsrail’e akışını keserse şaşırırım çünkü bu Azerbaycan’ın çıkarlarına da zarar verir. Türkiye ve Azerbaycan çok yakın ikili ilişkilere sahip ve bu ilişkiyi tanımlayan klişeye göre ‘iki millet iki devlettir.”

İsrail ile ticareti durduran Türkiye’yi başkaları da izleyecek mi?

Türkiye’nin ikili ticareti askıya alması kaçınılmaz olarak İsrail ekonomisine en azından kısa vadede zarar verecek. Bu, Başbakan Binyamin Netanyahu hükümetinin ve bir ülke olarak İsrail’in Gazze’deki sivillere karşı işlediği suçlar nedeniyle ödemek zorunda kalacağı ek bir maliyet olacak.

Ancak Türkiye’nin İsrail’e ambargo uygulamada yalnız kalması halinde İsrail’e verilen ekonomik zarar sınırlı kalabilir. Dikkate alınması gereken husus, diğer ülkelerin de Ankara’nın izinden gitme ihtimali ki bu durum İsrail’in ekonomik zorluklarını daha ciddi hale getirebilir.

Türkiye’nin kararı Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki Arap vatandaşları tarafından memnuniyetle karşılanacak. Muhtemelen Ankara’nın İsrail’e uyguladığı ambargoyu, Müslüman ülkelerin İsrail’e nasıl davranması gerektiğine dair bir örnek olarak gösterecekler ve kendi hükümetlerini de aynı yolu izlemeye çağıracaklar. Ancak bu hükümetlerin, bunu yapıp yapmayacağı ayrı bir soru.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Arjantin’in efsanesi Cesar Luis Menotti hayatını kaybetti

Yayınlanma

Arjantin Futbol Federasyonu (AFA), ülkenin 1978 yılında Dünya Kupası şampiyonluğuna taşıyan teknik direktör César Luis Menotti’nin 85 yaşında hayatını kaybettiğini duyurdu.

Rosario Central, Boca Juniors ve Santos formalarını giyen Menotti, antrenörlük kariyerine Newell’s Old Boys’ta başlamış ve Huracán ile 1973’te Arjantin şampiyonluğunu kazandıktan sonra 1974’te Arjantin milli takımının başına geçmişti.

AFA, açıklamasında “Arjantin Futbol Federasyonu, milli takımlar direktörü ve Arjantin’in eski Dünya Kupası kazanan teknik direktörü César Luis Menotti’nin vefatını büyük bir üzüntüyle duyurur. Elveda, Flaco querido,” ifadelerine yer verdi.

Milli takımı 1982 Dünya Kupası’ndan sonra bırakan Menotti, Barcelona’yı çalıştırmaya devam etmiş ve takımı 1983’te Copa del Rey’de başarıya taşımıştı.

Öte yandan Menotti, futbol kariyerinin yanında emperyalizm karşıtı politik görüşleriyle biliniyor.

Menotti’nin Temmuz 2011’de İspanyol El Pais gazetesinde “Futbol halktan çalındı,” başlığıyla yayımlanan mülakatından bir kesit şöyle:

“[…] Barça’dan neden ayrıldınız?

Annem ölmüştü, Arjantin’e demokrasi geri gelmişti ve orada olmam gerektiğini hissediyordum… Núñez ile öğle yemeği yedim ve bana açık çek verip hangi oyuncuların kalmasını istediğimi sordu. Ona hiçbirinin kalmasını istemediğimi söyledim, çünkü inanılmaz bir prestije sahip olan ama aynı zamanda gençlerin gelişimini engelleyen harika oyunculardan kurtulmasını istiyordum. Copa del Rey’i kazandıktan sonraydı, o zamanlar küçük bir kupaydı bu arada… Şimdi Madrid kazandı ve görünüşe göre Kıtalararası Kupa’yı da kazandılar! Ama ben neden bahsediyordum?

Teknik direktörlerin öneminden bahsediyordunuz.

Evet, işte bu, teknik direktörün değerinin derinlemesine farkına varmak istedim. Profesörler gibi, profesörler hangi etkiye sahipti? Bu değişir. Eğer iyilerse, yüzde 99 oranında büyük bir etkiye sahiptirler. Kötülerse, b*k gibilerdir. Matematikten nefret ederdim çünkü üç yıl boyunca üç aptal öğretmen hayatımı cehenneme çevirdi ama kimyaya aşık oldum, çünkü öğretmen ilk gün sigara içerek geldi, tahtanın her yerini formüllerle doldurdu ve bize şöyle dedi: ‘Önümüzdeki salı günü öğrenmeniz gereken şey bu, ama bu imkansız’. Ve bize dedi ki: ‘Bu, hayatın kimya gibi olduğunu bilmeniz içindir, onu yorumlamanız gerekir’.

Bugünlerde profesör figürüne gereken kıymetin verilmediğine inanıyorum…

İspanya’yı bilmiyorum. Burada, 50 yıl önce, kültürsüzleşme başladı. Bu endişe verici. Sosyal dışlanma orta sınıfa kadar ulaştı. Günde 8 saat çalışmak için ölen insanlar vardı ve şimdi insanlar yaşamak için 14 saat çalışıyor ve kimse şikayet etmiyor. Buna bir de ‘zengin’ bir ülkenin sefil insanları iktidara getirdiği gerçeğini ekleyin. Ve yaptıkları ilk şey insanların aidiyet duygusunu çalmak oldu. Futbol dahil her şey onların. Vali bir sokak yaptığında, sanki kendi cebinden ödemiş gibi görünüyor. Müziği, parkları, meydanları ve hatta futbolu bile elimizden aldılar. Şimdi de insanlar yorulup meydanlarda kamp kuruyor diye şaşırıyorlar.

Onları anlıyor musunuz?

Tabii ki anlıyorum, bu b*ktan bir şey! Şüpheci bir insan olmak istemiyorum ama öfkeli bir kötümserim. Yaşadıklarımdan sonra, kendimi hormonlu bir Marksist hissediyorum. Hayatımın 70 yılından sonra, kapitalizmin yarattığı felaketi beni çevreleyen her şeyde test ettim. Barselona’dan bir arkadaşım karides avcılığını incelemek için geldiğinde bana ne demişti biliyor musunuz?

Hayır, bilmiyorum.

Arjantin jeopolitik devrimine başlamadığı sürece kimseye inanmayın. 3 bin kilometrekarede 600 bin insanı bir arada tutamıyoruz ve sadece Matanzas civarında, sadece 500 bin insanın yaşayabileceği bir yerde 4 milyon kişi var. Yani 14 milyonluk bir kentte yaşamanın imkânı yok. Bu hiç mantıklı değil. Onlar sadece tüm ülkeyi yönetmek için oy kullanıyorlar. Sefalet pek çok insan için kârlı. Onlara güvenmiyorum. Sokaklarda hala evsiz çocuklar varken bana daha fazla yalan söylemeyin. Cromañón’u hatırlıyor musun?

Evet, Cromañon diskosundaki yangın.

Independiente’nin teknik direktörüydüm. Bu bir skandaldı, çocuklar öldü ve hayatta kalanları yakalamak istediler, bu hastalıklı bir şeydi. O günlerde, bir antrenmandan dönerken, trafik ışıklarında kaç çocuk olduğunu sormaya ikna olmuştum. Birinde 9, diğerinde 7. Köprüden evime kadar 120 çocuk vardı, hepsi 15 yaşın altındaydı ve diskodakiler gibi öleceklerdi ama uyuşturucu, şiddet ve adaletsizlik yüzünden. Bu ölümlerin hesabını kim verecek?

Hükümetin sloganı olan ‘herkes için futbol’ size neyi hatırlatıyor?

Futbol halkın elinden alındı, artık onlara ait değil. Bu yüzden Arjantin Milli Takımı’nın sadece taraftarları var. Futboldan anlayanlar artık stadyuma gitmiyor, halk yok, sadece seyirciler var. Bir ülkede futbolun yeri nedir? Bu bir işse, hoş gelsin; zamanı yutan bir işse, kötü. Ve biz bu hale geldik. Futbol tutkulu bir eğitimdir, bir ifade alanıdır ve rant kapısı değildir, devlet karışmamalıdır. Ama onlar limited şirket olurken ve tarihi kulüpler yok olurken başka bir yere baktılar, o kulüpleri mahvettiler. Burada 3 milyon avroya satıp 300 bin avroya alan yatırım gruplarımız vardı, gerisi onlar içindi. Bu ülkede spor, organizasyon düzeyinde tam bir felaket, spor ve turizm bakanı bile yarattılar, sanki aynı anda hem terzi hem de kasap olabilirmişsiniz gibi! Bu çılgınlık. Askerler her zaman sporun başına en aptal olanı getirirler, her zaman.”

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

İsrail’in Gazze savaşına İngiliz desteği

Yayınlanma

Editorün notu: İran’ın, İsrail’in Şam’da düzenlediği elçilik saldırısına düzenlediği misilleme, Tel Aviv’in yalnızca Tel Aviv’den ibaret olmadığını, ABD ile birlikte Birleşik Krallık’ın da İsrail’in savunmasında bilfiil yer aldığını göstermişti. Londra’nın Gazze’ye yönelik siyonist saldırganlığa desteği silah, mühimmat ve eğitim yardımının da ötesinde, Kıbrıs’taki askeri üslerinden fiili müdahaleye kadar uzanıyor. Declassified UK’den Mark Curtis, Britanya-İsrail ‘Yol Haritası’nın son savaştan önce oluşturulduğuna, anlaşmada Hamas ve Hizbullah’ın yanı sıra İran’ın da hedef alındığına ve Britanya medyasının bu anlaşmayı görmezden geldiğine işaret ediyor.


İsrail’in soykırım saldırılarına Birleşik Krallık askeri desteği önceden planlanmıştı

Britanya, İsrail’in Gazze’deki Filistinlilere yönelik kitlesel saldırılarına arka çıkarken aslında Netanyahu’nun aşırı sağcı koalisyonuyla ayan beyan imzaladığı fakat Birleşik Krallık ulusal medyasında neredeyse tamamen görmezden gelinen bir anlaşmayı uyguluyor.

Mark Curtis
Declassified UK
26 Nisan 2024
Çev. Leman Meral Ünal

“İkili ilişkiler hiç bu kadar güçlü olmamıştı,” diye başlıyordu geçtiğimiz yıl mart ayında Britanya ve İsrail arasında imzalanan ve ikili ilişkiler anlamında bir dönüm noktası olan “Yol Haritası.”

Anlaşma, iki devleti “kapsamlı savunma ve güvenlik işbirliği ile yakın stratejik ortaklığın” bir parçası olarak “ortak tehditlerle mücadele etme” konusunda taahhüt altına sokuyordu.

Londra ve Tel Aviv bu anlaşma ile “küresel olarak belirlenmiş teröristlere ve terörist oluşumlara karşı kararlı ve ortak adımlar atmayı” taahhüt ediyordu. Burada imlenen Hamas ve Hizbullah’tı.

Bu, “her iki ülkenin askeri bağlarını güçlendirmek için sürekli ortak eğitim ve tatbikatlar yapmayı da içeren güçlü ve gelişen savunma ilişkisi”nin bir parçasıydı.

Böylece sadece yedi ay içinde bu “Yol Haritası” kararlı bir şekilde uygulamaya konuldu. (Declassified, İsrail’in Gazze’ye dönük işgali sırasında Birleşik Krallık’ın verdiği bir dizi askeri desteği belgelemişti.)

Öyle ki İsrail’in saldırıları başladığından bu yana Kraliyet Hava Kuvvetleri (Royal Air Force, RAF) Gazze üzerinde onlarca kez casusluk uçuşları yaptı ve en az altı İsrailli askeri personel Birleşik Krallık’ta askeri eğitim aldı.

Dokuz İsrail askeri uçağı Birleşik Krallık’ı ziyaret etti, İngiliz hükümeti ise uçaklarda ne olduğunu açıklamayı hep reddetti (Declassified ayrıca ABD ordusunun Birleşik Krallık’ın Kıbrıs’taki üssünü kullanarak İsrail’e silah sağladığını da ortaya çıkarmıştı).

Bu sayılanların hiçbiri Birleşik Krallık ulusal medyasını rahatsız etmedi. Ne var ki zaten tüm bunlar “Yol Haritası”nda geçen taahhütlerle tutarlıydı.

Hatta bu ay RAF, İsrail’in Suriye’nin başkenti Şam’daki İran konsolosluğuna yaptığı saldırıya misilleme olarak fırlatılan İran’a ait insansız hava araçlarını düşürerek İsrail’in savunmasını da üstlenmiş oldu.

Nitekim “Yol Haritası”nın İran ile ilgili ayrı bir bölümünde “İran’dan gelen güncel tehdide karşı koymak için yakın şekilde çalışıyoruz,” ve “İran’ın istikrarsızlaştırıcı bölgesel faaliyetlerine karşı koymaya çalışacağız,” deniliyor.

Yine iki nükleer silah sahibi gücün arasındaki bu anlaşmaya “İran’ın hiçbir zaman nükleer silah kapasitesine sahip olmaması için çalışacağız,” ifadesi de ekleniyor.

İsrail’i küresel olarak korumak

Bu 2023 Yol Haritası, Birleşik Krallık ile İsrail arasında 2021 yılında imzalanan bir önceki mutabakat zaptının çok daha ötesine geçiyor.

İsrail’in Batı Şeria’daki yasadışı işgali ve Filistinlilere karşı ayrımcılık uygulayan “apartheid” rejimini göz ardı ederek, iki ülkenin “doğal müttefik” olduğunu ayan beyan ilan ediyor.

Özellikle, Yol Haritası’nın “Antisemitizm, gayrimeşrulaştırma ve İsrail karşıtı önyargılar” başlıklı bölümünde yer alan ifadeler, Britanya’nın uluslararası platformlarda İsrail’in Gazze’deki vahşetleri için dilediği eşi benzeri görülmemiş özürleri önden haber veren bir kehanet gibi.

Raporda, “Birleşmiş Milletler ve diğer uluslararası organlarda İsrail’e orantısız bir şekilde odaklanılması ve İsrail’i gayrimeşrulaştırma ya da onun meşru müdafaa hakkını inkâr etme girişimleriyle mücadele edilmesi” çağrısında da bulunuluyor: “Tüm devletlerin uluslararası hukuk çerçevesindeki yükümlülüklerini yerine getirme görevi vardır, fakat denetim ölçülü, tarafsız ve orantılı olmalıdır.”

İsrail saldırılarının başlamasından bu yana İngiliz bakanlar bunu en ince ayrıntısına kadar uygulamaya koydular. “Meşru müdafaa” kisvesi altında yapılan İsrail zulmü için mütemadiyen özür dilediler ve İsrail’in uluslararası hukuk ihlallerini kınamayı tekrar tekrar reddettiler.

“Yol Haritası” ayrıca “ulusal çıkarlar ve öncelikler doğrultusunda BM ve diğer çok taraflı forumlarda işbirliği ve koordinasyonun güçlendirilmesi ve ana küresel sorunlarda İsrail-Birleşik Krallık uyumunun ilerletilmesi” çağrısında da bulunuyor.

Nitekim bu taahhüt doğrultusunda Britanya, BM oturumlarında Gazze konusunda İsrail’i uluslararası kınamalar karşısında defalarca savunmuş, ateşkes talep eden BM Güvenlik Konseyi kararlarına tekrar tekrar karşı oy kullanmış ya da çekimser kalmıştır.

Uluslararası Adalet Divanı

“Yol Haritası”nın bir başka bölümü ise İsrail’e Uluslararası Adalet Divanı (UAD) gibi uluslararası hukuk organlarında İngiliz koruması öngörüyor.

Batı Şeria’ya ilişkin önceki bir davaya atıfta bulunularak şöyle deniyor: “Birleşik Krallık ve İsrail, İsrail-Filistin ihtilafına ilişkin son UAD başvurusunun, taraflar arasında doğrudan müzakereler yoluyla çözüme ulaşma çabalarını baltaladığı için ‘Danışma Görüşü’ mekanizmasının uygunsuz olduğunu düşünmektedir.”

Benzer ifadeler, İngiliz bakanlar tarafından ocak ayında başlayan Güney Afrika’nın İsrail’e karşı soykırım davasını baltalamak için de kullanılacaktı.

İsrail suçlarının baş savunucusu Britanya Dışişleri Bakan Yardımcısı Andrew Mitchell, “Güney Afrika’nın davayı açma kararı yanlış ve kışkırtıcıydı,” diyerek İsrail’e yönelik soykırım ithamını “iğrenç” olarak nitelendirmiş ve suçlamayı reddetmişti.

Gizli anlaşma

Ve bir de Aralık 2020’de Birleşik Krallık ile İsrail arasında imzalanan gizli bir askeri anlaşma var.

Declassified böyle bir anlaşmanın varlığını İsrail Savunma Kuvvetleri’nin (IDF) attığı bir tweet’ten öğrendi. Birleşik Krallık hükümeti bunu hiçbir zaman kamuoyuna açıklamadı.

Bakanlar ise sonrasında “ulusal güvenlik nedenleriyle” bu anlaşmayı kamuoyuna açıklamayı reddetti.

Savunma Bakanı James Heappey parlamentoya “anlaşmanın iş birliğini resmileştiren ve derinleştiren önemli bir savunma diplomasisinin parçası olduğunu” anlattı fakat konuya ilişkin bir soru önergesine verdiği yanıtta anlaşmanın içeriğiyle ilgili sadece baştan savma bir özet sundu.

Anlaşma, Birleşik Krallık’a askerî açıdan ne taahhüt ediyor? Birleşik Krallık bu taahhütleri şimdi Gazze konusunda mı uygulamaya koyuyor? Eğer bu kadar masumsa, hükümet neden bunu sır gibi saklıyor?

Declassified’ın görebildiği kadarıyla, bu anlaşmadan İngiliz anaakım medyasında sadece bir kez bahsedildi.

İsrail ile 2020 yılında yapılan gizli anlaşmayı imzalayan Savunma Bakanı Ben Wallace, geçtiğimiz aralık ayında müttefikini Gazze’de “ölüm nöbeti” başlatmakla suçladı ve İsrail’in Hamas’a dönük saldırılarının “acımasız ve ayrım gözetmeyen” bir nitelik taşıdığını söyledi.

Declassified baş muhabirinin Twitter’da kendisine dönük olarak yönelttiği söz konusu gizli anlaşmanın Britanya’yı Gazze’deki katliamın suç ortağı haline getirip getirmediği sorusuna ise şu yanıtı verdi: “Açıkçası pek öyle değil.”

Aslına bakılırsa Britanya epey uzun zamandır İsrail’in Filistinlilere yönelik savaş operasyonlarına destek veriyor, İngiliz ulusal basını ise bunu bir kez daha görmezden geliyor.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English