Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

‘Brezilya’da liberal ekonomi politikasının temellerinin değiştirilmesini beklemeyelim’

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Meksika Komünist Partisinin (PCM) yayın organı El Machete’de yayımlanan aşağıdaki röportaj, Marxism-Leninism Today tarafından İngilizce olarak yeniden okurlara sunuldu. Röportajda Brezilya siyaseti ve komünist parti tarihi üzerine önemli şeyler söyleyen Ivan Pinheiro, Brezilya Komünist Partisinin (PCB) askeri diktatörlük döneminde yeraltına çekildiği dönemde partili olmuş, Gorbaçovcu tasfiye dalgasına karşı direnmiş ve sonrasında uzun süre partinin Genel Sekreterlik görevini üstlenmiş tecrübeli bir militan. Pinheiro’nun, PCB’nin Lula’ya zaman zaman kredi açan siyasetine eleştirel yaklaştığı görülüyor. Başka bir dikkat çekici nokta, Bolsonarocuların Kongre baskınına bakış açısı: Pinheiro, kimilerine biraz mekanik-şematik gelecek bir biçimde, Brezilya burjuvazisinin bugün açık bir faşist diktatörlüğü neden tercih etmeyeceğini, dolayısıyla merkezine ‘antifaşist mücadele’yi alan bir stratejinin neden başarılı olamayacağını anlatmaya çalışıyor. Lula’nın prestijinin çok daha yüksek olduğu birinci hükümet döneminde bile ‘ilerici dalga’dan kendini ayıran PCB’nin bu militanının, çok daha ‘yumuşak’ görünen üçüncü Lula dönemine nasıl yaklaştığını tahmin etmek zor olmasa gerek. PCB, 2022 seçimlerinde Sofia Padua Manzano’yu aday gösterdi ve 45 bin civarında oy aldı. Metindeki normal parantezler yayıncıya, köşeli parantezler çevirmene aittir.


Brezilya’da Komünist Siyaset Üzerine: Ivan Pinheiro ile Mülakat

David Alfaro Siqueiros Ödülünü almak üzere PCM’nin (Meksika Komünist Partisi) 7. Kongresine katılan, 2006 ile 2016 arasında Brezilya Komünist Partisinin genel sekreterliğini yapan Ivan Pinheiro ile El Machete’nin (Meksika KP’nin yayını) yaptığı mülakat

25 Ocak 2023
El Machete

“Sınıf uzlaşmacısı bir hükümeti destekleyemeyiz. Lula seçilip göreve geldiğinde, bu sol bir hükümet değil, sosyal demokrat da olsa bir burjuva hükümetidir.”

El Machete (EM): Bize bu mülakatı verdiğiniz için minnettarız, yoldaş Ivan Pinheiro. Partimiz (Meksika Komünist Partisi), Brezilya Komünist Partisinin (PCB) devrimci yeniden inşası sürecine büyük saygı duyuyor. 2010 yılında 4. Kongremizde yeni bir adım atmış oluşumuzda aslında bizim için önemli bir örnekti. Lütfen bize PCB’nin devrimci yeniden inşasının gerçekleştiği bağlam ve nelerden oluştuğu hakkında bilgi verin.

Ivan Pinheiro (IP): 1982’den itibaren Brezilya Komünist Partisi Merkez Komitesindeydim.[1] O gizli bir Kongreydi, Parti yasadışıydı. Silahlı mücadeleye dahil olan 8 Ekim Devrimci Hareketinin[2] üyesiydim, Partiye hâlâ yasadışı olduğu 1974’te katıldım.

1970’lerin sonlarında Demokratik Cephe konusunda Merkez Komitenin çizgisiyle ayrışmaya başladım.

O zamana kadar, bu siyasetin sadece taktiksel olduğunu düşünüyordum. Diktatörlüğün[3] en zorlu döneminde bana doğru görünüyordu, çünkü sendikalar ve kitle hareketleri çok zayıf ve bastırılmıştı ve PCB, Merkez Komitenin sürgüne gitmeyen birçok üyesinin suikaste uğraması ve hapsedilmesi ile ciddi bir şekilde zayıflatılmıştı.

Gelgelelim, 1979’un ikinci yarısında, diktatörlüğün ‘yavaş, emin ve kademeli siyasi açılım’ dediği, bazı olağanüstü hal yasalarının gevşetildiği ve rejim tarafından kovuşturulanlara yönelik siyasi affın geldiği bir sürecin başlamasıyla birlikte durum önemli değişikliklere uğradı. Bu dönem, Brezilya’da önemli bir sendikal hareket ve işçi hareketi patlak verdi, birçok sektörde işçiler greve gittiler. Orada, Partinin konumundan ayrılan bizler, PT (İşçi Partisi) örneğinde olduğu gibi, ortaya çıkmakta olan sınıf güçleriyle birlikte bir Sol Cephe için, Demokratik Cephe politikasının değiştirilmesi ihtiyacını savunmaya başladık. PT o zamanlar bugünün reformist partisi değil, kendilerini sosyalist olarak gören bazı akımların olduğu militan bir PT idi.

Gelgelelim, PCB tüm 80’li yıllar boyunca, burjuvazinin sözümona ‘demokratik merkez’inin bölmeleriyle ittifak halinde kalmaya devam etti. Bazı yoldaşlar, esas olarak içimizde sendikal harekette aktif olanlar, bu soruları tartışmaya başladı ve bizler çeşitli kereler reformizm ile karşı karşıya gelmeye başladık. Merkez Komitesi, demokratik geçişi “engelledikleri” için uygunsuz oldukları iddiasıyla grevlere karşı çıkmamız için bize bir yönelim dayattı. Biz aksini düşündük, grevler ve kitlesel mücadeleler, askeri nitelikteki diktatörlüğün ömrünü kısalttı, çünkü yönetici sınıflar, diktatörlük biçimlerini, bu kez bir burjuva demokrasisi olarak, değiştirme zamanının geldiğine dair işaretler veriyorlardı.

1982/83 yılları arasında, PCB Merkez Komitesinde hegemonik olan reformistler, onlara “solcu” göründüğü için PT ile birlikte inşa ettiğimiz Merkezi İşçi Sendikasından kopmamızı dayattılar. Gerçek şu ki, öncelikli ittifak, Demokratik Cepheye liderlik eden burjuva partisi Brezilya Demokratik Hareket partisi MDB ile oldu. CUT’nin kuruluşuna katılmadık ve bürokrat sendikacıların önderliğinde başka bir merkezi, uzlaşmacı ve ılımlı oluşumuna katkıda bulunmadık.

Derinleşen, on yıllık bir iç mücadeleydi. Prestes’in (Luis Carlos Prestes)[4] 1980’de Partiden ayrıldığında “Komünistlere Mektup” ile yaptığı eleştirilere her zaman katıldım. Ama Partiden ayrılma kararına katılmadım, çünkü o hâlâ, iç mücadeleyi engelleyecek koşulların var olduğunu düşünüyordu…

Çeşitli zamanlarda reformizme karşı iç mücadelelerimize rağmen, 1980’lerin sonunda, avro-komünistler ve bürokratlar Merkez Komitede hâlâ çoğunluktaydı. Temmuz 1991’de, Berlin Duvarı çoktan yıkılmışken ve perestroyka ilerlerken, 9. Kongremizde Partiyi tasfiye etmeye çalıştılar.

Bunu öngörerek bir iç eğilim oluşturduk ve üyeliğimizi kamuoyuna beyan ettik. “Komünisttik, komünistiz, komünist kalacağız” diye bir belge yayınladık, PCB’yi Savunmada Ulusal Hareketi kurduk ve zaten ulusal olarak örgütlenmiş olan Kongreye gittik ve küçük bir oy farkıyla Partiyi tutmayı başardık ve partide yüzde 10’un altındaki bir azınlıktan ilerledik ve Merkez Komitenin yaklaşık üçte biri olduk.

Buna rağmen, Sovyetler Birliğinin düşüşünden birkaç gün sonra, Siyasi Komisyon on beş gün sonra bir Merkez Komite toplantısı düzenlemeye karar verdi ve bu toplantıda çoğunluk, 25 ve 26 Ocak’ta São Paulo’da Olağanüstü Kongre çağrısını onayladı; tek amacı, “yeni bir siyasi oluşum” yaratmak, yani PCB’yi tasfiye etmek ve sosyal demokrat bir parti yaratmaktı.

Bu kongre çağrıldığında, delegelerin çoğunluğunu seçmeye çalışmak için hemen ulusal bir çaba başlattık. Her hücre ve Bölge Komitesi konferansında agresif bir mücadeleydi. Ancak delege seçimlerine katılabilecek Parti üyesi olmayanların onaylanmasıyla tezler üzerindeki tartışmaları dönüştüren tasfiyecilerin kullandığı hileye güvenmedik.

Bu “kongre”de delegelerin üçte biri civarının Parti dışından olduğunu tahmin ediyoruz. Bu nedenle, Aralık 1991’de Rio de Janeiro şehrinde, farklı eyaletlerden yoldaşların katıldığı, PCB’yi Savunma Hareketi Ulusal Genel Kurulunu bu şekilde topladık ve orada, sahte kongreyi tanımamaya ve Partiyi sürdürmek ve yeniden örgütlemek için aynı günlerde bir Ulusal Siyasi Konferans düzenledik.

25 Ocak 1992 sabahı, São Paulo şehrinde, ilk genel kurulumuzda yaklaşık 400 yoldaş topladık, ardından bu “kongreyi” tanımamamızın nedenlerini ortaya çıkarmak ve politik bir beyanda bulunduğumuz, yeni bir Merkez Komitesi seçtiğimiz ve bir sene sonra yaptığımız X Kongresine çağrıda bulunduğumuz PCB Ulusal Örgütlenme Konferansını yapmak üzere toplantı yerine döneceğimizi bildirmek için tasfiyecilerin toplantı yerine yürüyüşe gitmeye karar verdik ve orada konuşabilmeyi talep ettik.

Burada Partinin devrimci yeniden yapılandırılmasına başladık; bu, 1990’lı yıllarda acayipti, çünkü, SSCB’deki karşı devrimin ötesinde, aramızda Partiyi sürdürmek isteyen ama onun devrimci yeniden yapılandırılması ile hemfikir olmayan yoldaşlarımız vardı. Bu hedef, yalnızca 2005’teki 13. Kongreden itibaren, bizim 2003’te başlayan birinci Lula hükümetini desteklemeye devam etmemizi isteyenler Partiden ayrıldıktan sonra efektif bir biçimde geliştirilebildi.

2005 Kongremiz etapismo’dan (sosyalizmi aşamalar halinde inşa etme fikri) koptu, devrimin sosyalist stratejisini ve Partinin Marksist-Leninist karakterini tanımladı. Kendimizi Lula hükümetine karşı yerleştirdik ve devrimci yeniden yapılandırmada ilerledik; son tarihi olan bir süreç olarak değil, daha çok gidilmesi gereken, uzun bir yol olarak.

Ardından, Mart 2008’de Ulusal Örgütlenme Konferansını ve Ekim 2009’da PCM ve KKE’nin [Yunanistan Komünist Partisi] katıldığı 14. Parti Kongresini yaptık; o sırada, önemli bir Uluslararası Semineri teşvik ediyor ve o zamana kadar ilk sayılarını çevirip yayımladığımız International Communist Review’u[5] inşa etmekte olan partilerin yanında yer alıyorduk.

EM: “Sol” örgütler, devrimin sosyalist karakteri ve Lula hükümetinden kopuş siyaseti hakkında ne düşündü? Brezilya ve Latin Amerika’nın siyasi ortamında olup bitenlerden bahsediyorum. Diğer komünist partiler ve örgütler partiniz hakkında ne düşündü? Davranışınız net ve cüretliydi, çünkü ilericiliğin yükselişte olduğu bir zamanda meydana geldi.

IP: PCB Lula hükümetinden koptuğu için, hatta onun ilk hükümetinin ortasında, Latin Amerika’daki ilk ‘ilerici dalga’nın ortasında koptuğu için ve FARC-EP’yi açıktan destekleyen birkaç partiden biri olduğu için, aralarında bazı komünist örgütlerin de olduğu “sol”, bizi hizipçi ve ultra-sol olarak değerlendirdi. 13. Kongremiz için yapacağımız hiçbir özeleştiri yok. Bilakis, ikinci ve şimdiki “ilerici dalga”da daha da açık hale gelen, sınıf mücadelesini uyuşturmaya hizmet eden ve sermaye ile emek arasında uyumu destekleyen ilericiliği açıkça suçlayacak yürekliliğe sahiptik.

Bu yüzyılın ilk yıllarına kadar diğer komünist örgütlerle ilişkilerimiz çok zayıftı. Siyasi ve maddi zorluklar büyüktü. Bunun sonucu, uluslararası ilişkilerimizi genişletmeyi başaramadık. Önceliğimiz hayatta kalmaktı. Sovyetler Birliği tepemize çökmüştü. Başka hiçbir örgüt Rus Devriminin bütün tarihine bu kadar bağlı değildi. Örneğin PCdoB, Çin ve Arnavutluk yanlısı olmuştu. İnsanlar birkaç aydan fazla yaşayamayacağımızı söylüyordu. Uluslararası komünist harekette, PCdoB halihazırda güçlüydü, milletvekilleri vardı, Lula ile müttefikti ve uluslararası toplantılarda boy göstererek PCB’nin artık var olmadığını söylüyordu. Dolayısıyla, uluslararası komünist harekette görünmeye ve ilişki kurmaya ancak 2000’lerin başında, özellikle de 2005’ten sonra başladık ve o andan sonra, doğru bir biçimde, Latin Amerika’yı ilk temas çevresi olarak seçtik ve Meksika, Paraguay ve Venezuela KP’leriyle daha uyumlu olduk.

EM: Bizim için, Lula’ya ve ilericiliğe (ilericiliğin sözde ilk dalgasına) verilen desteğe, bu olgu ortaya çıkarken ve diğer örgütler tarafından olumlu bakılırken eleştirel bir tutum takındığınızı görmek önemliydi. İlericiliğe yönelik erken dönem eleştiriniz ve sosyalizm için mücadeleyi olumlamanız, mevcut siyasi durumda üzerinde düşünülmesi gereken bir örnektir. Partinizin militanları tüm bu tarihi biliyorlar mı? Tüm bu unsurları özetleyen bir belge veya kitap var mı?

IP: Militanlarımız ve dostlarımız, birçok ders çıkarabileceğimiz bu tarihi iyi bilirler. Bu konuda çok sayıda video, metin, tartışma ve belge bulunmaktadır. Özellikle, PCM’nin 2019’da düzenlediği Uluslararası Seminerde sunduğum bir makale (“PCB’nin Devrimci Yeniden İnşası”) de dahil olmak üzere, bu konuda bazı makaleler yazdım.

EM: İlericiliğin, ‘Lula yeniden’in vs. komünistlere herhangi bir şekilde yardımcı olabileceği fikri hangi anda ortaya çıktı? Eğer güzergah onlardan bir kopuş idiyse, bu yakınlaşma hangi anda yeniden başladı? Bu yakınlaşmayı ne etkiledi?

IP:  2002 seçimlerinde, Merkez Komite bu konuda neredeyse ortadan ikiye bölünmüş olmasına rağmen, ilk turda Lula’yı destekledik. Aramızda, uygunsuz bir anda bölünme riskinden kaçınmak için imkansız hale gelen bir tezi, başkanlık seçimleri için kendi adaylığımızı savunanlar vardı. 2006 yılında artık Lula’yı desteklemiyorduk ancak PT’den koparak ortaya çıkan ve sol bir söyleme sahip olan Sosyalizm ve Özgürlük Partisi – PSOL ile bir Cephe kurmaya çalıştık. İkinci turda, Lula’ya açık ve resmi bir destek yerine, kaderin bir cilvesi ve PT’nin fırsatçı dönüşünün bir kanıtı olarak, şu anda Lula’nın üçüncü hükümetinde başkan yardımcısı olan Geraldo Alckmin’in rakibine karşı oy kullanılmasını tavsiye ettik.

PT ile herhangi bir diyaloğa girmeden ve zaten daha önce hükümetine muhalefet ettiğimizi ilan ederek, zafer durumunda, Alckmin’e karşı Lula’yı, “Alckmin’i sandıkta, Lula’yı sokaklarda yenilgiye uğratın” adlı bir belgeyle eleştirel bir şekilde destekledik. Bu, Lula’nın lehine olmaktan çok Alckmin’in aleyhine bir oylamaydı, yani “kötünün iyisi” için açık bir seçimdi.

2010 ve 2014 seçimlerinde artık sol cephelerde yer almadık ve herhangi bir uzlaşma veya seçim illüzyonu olmaksızın, kapitalizmi ve burjuva demokrasisini kınayan siyasi çizgimizi sunmak amacıyla Cumhurbaşkanlığı ve diğer pozisyonlar için kendi adaylarımızı sunduk.

2018’de Parti Merkez Komitesi, kanımca yanlış bir şekilde, sol cephe politikasına geri döndü ve kuruluşundan 12 yıl sonra sosyal demokrat bir parti olarak misyonunu önemli ölçüde derinleştirmiş olan PSOL’nin başkan ve vali adaylarını desteklemeye geri döndü, kapitalizmin insanileştirilmesi ve demokratikleştirilmesine ve sözde “demokratik sosyalizmin” kademeli ve barışçıl inşasına odaklanan bir söylemle parlamenter mücadeleye yöneldi. 2020 yılında yapılan belediye seçimlerinde PCB, PSOL ile bu ittifak politikasını tekrarladı.

Şimdi 2022’de PSOL, oportünist dönüşünü radikalleştirerek, Alckmin’in başkan yardımcısı adayı olacağı ve PT’nin burjuvazinin sektörleriyle bir ittifak kurarak öncekilerden daha fazla sınıf uzlaşmacısı bir hükümet hedeflediğinin açık olduğu ilk turdan bu yana Lula’yı ve PT ve müttefikleri tarafından gösterilen eyalet valisi adaylarını desteklemeyi seçti.

PSOL’nin bu kararı, PCB’nin daha uygun bir seçim politikasını tercih etmesinde, ilk turda Cumhurbaşkanlığı için yeni bir aday göstererek Partinin bağımsızlığını işaret etmesinde ve hedeflerini ve önerilerini sunmasında şüphesiz önemli bir ağırlığa sahipti.

Daha ikinci turda PCB, Bolsonaro’ya karşı Lula’yı resmen desteklemiş ve bu hükümetin [Bolsonaro’nun] aşırı sağcı eğilimini, halk karşıtı politikalarını ve darbe niyetlerini doğru bir şekilde kınamıştır. Bana göre sorunlar, ikinci turda Lula’yı destekleme yolunda, işçilere Lula’nın üçüncü hükümetinin, Bolsonaro’nun gerici, insanlık dışı ve hatta soykırımcı politikalarını ve yasalarını doğru bir şekilde yürürlükten kaldırsa bile, temelde sermayenin çıkarlarına, sınıf uzlaşmasına, sendika ve halk hareketinin kooptasyonuna ve ılımlılaştırılmasına hizmet edeceği için herhangi bir yanılsamaya kapılmamaları gerektiği açıkça belirtilmediğinde ortaya çıktı.

Lula’nın açlık ve aşırı yoksulluğu azaltmak için telafi edici önlemler alacağı, fakat Brezilya’daki çarpık gelir dağılımını hiçbir şekilde değiştirmeyeceği de doğrudur. Toplumsal bir patlama halk kitlelerini ayağa kaldırmadıkça ve sorumluluklarını yerine getirecek bir öncü bulmadıkça, yeni hükümetten işçi haklarını küçülten karşı reformların ve halihazırda gerçekleştirilmiş olan özelleştirmelerin geri alınmasını ya da liberal ekonomi politikasının temellerinin değiştirilmesini beklemeyelim.

Yeni hükümetin, son darbe girişimiyle daha da kötüleşen, devrimci stratejilere sahip partiler de dahil olmak üzere sözde solda hüküm süren bu coşku, sınırsız destek ve Lula ile tam bir uzlaşma atmosferinin üstesinden gelmek için burjuva kesimlerle yapılan bir anlaşmanın sonucu olduğunu; Brezilya burjuvazisinin, sistemin krizinin ortasında sermayenin yeniden üretimini sürdürmek ve genişletmek için ihtiyaç duyduğu tüm karşı reformları parlamentoda onaylamak için kullandığı 4 yıllık hükümeti boyunca “Bolsonaro dışarı” pankartına öncelik vermesine yol açan Brezilya’da faşizmin yerleştirilmesi riskine olduğundan fazla değer verildiğini anlamak gerekir.

EM: Kesinlikle, Bolsonaro’nun bazı faşist fikirlere sahip olması, burjuvazinin Brezilya’da sermayeyi yönetmenin bir yolu olarak faşizme karar verdiği anlamına gelmez.

IP: PCM’nin yakın zamandaki 7. Kongresinde bir bildiri sunma onurunu bana bahşedildiğinde bunu açıkça söyledim.

Eğer [işler] sadece Bolsonaro’nun iradesine bağlı olsaydı, görev süresi boyunca Kongreyi kapatır, yargı organını susturur ve Brezilya’da bazı faşist önlemler alırdı. Sadece, Brezilya’nın mevcut konjonktüründe burjuvazi bununla ilgilenmiyor. Faşizm, burjuvazi yalnızca ona ihtiyaç duyduğunda kullanılan bir silahtır.

Geçtiğimiz 8 Ocak’ta Brezilya’da meydana gelen olaylar önemli sonuçlar çıkarmamıza olanak tanımaktadır.

Bu satırları yazdığım ana kadar tablo Lula’nın lehine, aşırı sağın ise aleyhinedir. Neredeyse tüm kurumlar ve burjuva liderler darbe girişimini şiddetle reddetti ve Bolsonaro ve çevresine ulaşabilen finansörleri ve organizatörleri de dahil olmak üzere darbe faillerinin cezalandırılmasını talep etti.

Ancak Bolsonaro’dan uzaklaşan kesimler de dahil olmak üzere egemen sınıfların bu kararlı desteğinin, Lula için ekonominin yönetiminde daha fazla uzlaşma şeklinde, özellikle de yeni hükümetin son yıllardaki karşı reformlara ve özelleştirmelere, sözde “mali disiplin” ve Merkez Bankasının özerkliğine dokunmaması için geleceğini düşünmek gerekir.

İlk sonuç, Brezilya’da en radikal Bolsonarocu kesim tarafından yapılan ve hüsranla sonuçlanan darbe girişiminin, Brezilya burjuvazisinin bu noktada faşizmle ilgilenmediğini ortaya koymasıdır; her şeyden önce Brezilya’nın parya bir ülke haline gelmemesi için, zira bu durum buradaki kapitalizmin krizini aşmak için ihtiyaç duyduğu yabancı yatırımlara zarar verecektir. Bu, yeni darbe girişimlerinin olmayacağı, aşırı sağın ortadan kalkacağı ya da burjuvazinin demokrasisini evrensel bir değer olarak görüp darbeleri, diktatörlüğü ve hatta faşizmi bir kenara bırakacağı anlamına gelmiyor.

İkincisi, şu anda –sermaye lehine ana karşı reformların uygulanmasından sonra ve açlık ve sefalet kuyunun dibine ulaşmışken– bir sınıf uzlaşması hükümetine sahip burjuva demokrasisinin, ekonominin büyümesini ve sermayenin kar oranlarını yeniden canlandırmak için en iyi yatırım formülü olduğudur.

Üçüncüsü, sadece Brezilya’da değil, darbelere ve sağcı diktatörlüklere ordu değil, genellikle hizmetinde oldukları egemen sınıflar karar veriyor. Brezilya’da 1964 darbesiyle ortaya çıkan diktatörlük sadece biçim olarak askeriydi ama burjuvazi tarafından kararlaştırıldı ve sürdürüldü ve artık onun için uygun olmadığı ana kadar devam etti. Burjuvazinin ideolojisi yoktur, çıkarları vardır!

Dördüncü sonuç ise tarihin bize öğrettikleridir: burjuvaziler, faşizme ancak güçler korelasyonu kendi aleyhlerine olduğunda ve proleter isyanlar ve devrimler riskiyle karşı karşıya kaldıklarında başvururlar. Yozlaşmış bir sendikal hareket ve hegemonik olarak reformist, kurumsal ve giderek kimlikçi bir sol karşısında burjuva hegemonyasının tartışılmaz olduğu Brezilya’da durum bundan çok uzaktır.

Sorun şu ki, aşırı sağcı darbe girişiminin hüsranla sonuçlanması, sözde solda, hatta bazı komünistler arasında, Lula’nın ve burjuva demokrasisinin yönetilebilirliğini garanti altına almak için sosyalizm sorununu erteleme eğilimini artırıyor. Benim endişem, Lula hükümetinin günün 24 saati faşist bir darbe tarafından tehdit edileceğini ve bu nedenle onunla safları sıklaştırmamız gerektiğini düşünme hatasına düşmememizdir. “Demokratik” burjuvaziden ayrı sokaklarda yürüyerek darbe girişimlerine ve aşırı sağ diktatörlüklere karşı mücadele etmek doğru ve çok önemlidir. Fakat sınıf uzlaşmacı bir hükümeti destekleyemeyiz. Lula seçilip göreve geldiğinde, bu sol bir hükümet değil, sosyal demokrat da olsa bir burjuva hükümetidir.

“Sol” olarak adlandırdığımız kampta yapılan bir diğer hata da, Dilma Rousseff’in Petista (PT) hükümetinin inisiyatifi sayesinde yürürlükte olan terörle mücadele yasasını hatırlatarak darbe faillerinin cezalandırılmasını şiddetle talep etmek ve 4 yıl boyunca darbe girişimleriyle uzlaşan ve halkların isyan hakkını kullanmaya cesaret edersek çok daha hızlı, etkili ve sert olacak kişi ve kurumlara kahraman ve cüretkar olarak değer vermektir!

Bir Komünist Partinin enerjisini faşizm ve neo-liberalizme karşı mücadeleye yoğunlaştıracağını ilan etmesi de bana büyük bir hata olarak görünüyor. “Demokratik hukuk devletini” savunmaya ve daha insancıl bir kapitalizm için mücadele etmeye devam edeceğini söylemek gibi. Bugün Brezilyalı komünistlerin temel görevi, özellikle işçi sınıfının ve genel olarak proletaryanın, karşı reformların yürürlükten kaldırılması, daha fazla sosyal, ekonomik ve siyasi haklar için ve mümkün olan tek yol olan sosyalist devrim yoluyla kurtuluşları perspektifiyle mücadelede seferber edilmesi, bilinçlendirilmesi ve örgütlenmesidir!

EM: Yoldaş Ivan Pinheiro’ya bize verdiği röportaj için teşekkür ediyor ve PCM’nin 7. Kongresi çerçevesinde kendisine verdiği militan liyakat nişanından dolayı kendisini kutluyoruz.


Dipnotlar

[1] Partido Comunista Brasileiro (PCB), 1922 yılında Ekim Devriminin etkisi ile kuruldu. Tenente isyanına ve 1930 devrimine önderlik eden parti, Sovyet-Çin ayrışmasında bölündü; PCB Sovyet çizgisini savunurken, Partido Comunista do Brasil (PCdoB) Çin’den yanaydı. PCdoB, tüm Lula hükümetlerini destekledi ve İşçi Partisinin (PT) seçim kampanyalarına aktif olarak katıldı. (ç.n.)

[2] 1964’te, askeri diktatörlüğe karşı silahlı mücadeleyi savunup PCB’den kopan üniversite öğrencilerinin kurduğu bir örgüt. (ç.n.)

[3] Brezilya’da askeri diktatörlük 1 Nisan 1964’teki askeri darbe ile kuruldu. ABD’nin ve Katolik Kilisesinin desteklediği darbe, sola yatkın Başkan João Goulart’a karşı faşizan bir programı ülke gündemine soktu. İşçi sınıfının örgütlerine ve komünistlere yönelik suikastler ve işkencelere, yüksek enflasyon ve özelleştirmeler eşlik etti. 1980’li yılların başında büyük kitle eylemleri sonucunda, 1982 yılında darbeden sonraki ilk serbest seçimler yapıldı. (ç.n.)

[4] Luis Carlos Prestes (1898-1990): Brezilya’da komünist hareketin efsanevi isimlerinden. 1943-1980 arasında PCB Genel Sekreteri olan Prestes, Brezilya senatosuna da seçilmişti. Prestes, 1922’de başlayıp aralıklarla 1927’ye kadar süren ve genç subayların önderlik ettiği, Brezilya’da tenente olarak bilinen silahlı isyanın da örgütleyicilerinden biriydi. İsyandaki Prestes Birliği, Bolivya’ya iltica etmeden önce 25 bin kilometrelik bir ‘uzun yürüyüş’ yapmış ve ikonikleşmişti. Prestes, 1980 yılında PCB’nin Marksizm-Leninizm’den uzaklaştığını söyleyip bayrak açınca görevden alındı, 1984’te partiden atıldı. Hayatının son yıllarında yoksullukla boğuşan ve ünlü Brezilyalı mimar Oscar Niemeyer tarafından maddi olarak desteklenen Prestes, 1990 yılında hayatını kaybetti. (ç.n.)

[5] Yunanistan Komünist Partisi, Meksika Komünist Partisi, Türkiye Komünist Partisi gibi partilerin öncülüğünde, yeni bir uluslararası komünist odak yaratmak amacıyla 2009 yılında yayına başlayan dergi. (ç.n.)

DÜNYA BASINI

‘Gazze sonrası İsrail-Suudi normalleşmesi mümkün’

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini odaklayacağınız makale İsrail-Hamas savaşı ve İsrail’in Gazze’deki saldırılarına rağmen Suudilerin İsrail’le normalleşmesinin hâlâ mümkün olduğunu savunuyor. Makaleye göre Washington, Gazze’yi yönetecek güvenilir bir Filistinli ortak olmadan İsrail’in Gazze’den çıkamayacağını düşünüyor. Makalede, “ABD, Suudi Arabistan da dahil arabulucular çemberini genişleterek ve henüz şekillenmemiş nihai çözüm karşılığında İbrahim Anlaşmalarını masaya koyarak savaşı sona erdirmek istiyor” deniyor.

Makalenin yayınlandığı Londra merkezli yayın yapan Majalla sitesinin Suudi sermayeli olduğunu da hatırlatmakta fayda var.

Gazze savaşından sonra Suudilerin İsrail ile normalleşmesi hâlâ mümkün

KHALED HAMADEH

Kalıcı bir barış için, Gazze’deki yeni otoritenin niteliği ve Arap ve uluslararası garantörlerin olası formüldeki rolleri üzerinde anlaşmaya varılması gerekecek.

Ateşkes sona erdi ve İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşı yeniden başladı. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu dünya kamuoyuna meydan okudu ve kalıcı bir ateşkes için yapılan uluslararası çağrıları reddetti.

İsrail kapsamlı bombardımanına geri dönüp silahlarını Gazze’nin güneyine çevirirken, görüşmelerin devam etmesi ihtimali de zayıf görünüyor.

ABD’nin İsrail’e sivilleri korumak için daha fazla çaba göstermesi, askeri hedeflerini ve savaş alanlarını daha net bir şekilde tanımlaması yönünde talimat verdiğini iddia etmesine rağmen İsrail “savaşına” daha da yoğun bir şekilde devam etti.

Çatışmalara ara verildiğinde, 88 İsrailli rehine ve 22 yabancı uyruklu kişi İsrail hapishanelerindeki Filistinli kadın ve çocuklarla takas edildi. Takas nispeten sorunsuz geçti ve bir başarı olarak lanse edildi.

Ancak İsrail, Hamas ile esir takası konusunda yürütülen müzakerelerin Gazze’nin geleceğini tartışmak için bir sıçrama tahtası olarak kullanılmayacağı konusunda kararlıydı.

Kalıcı barış için Gazze’deki yeni otoritenin niteliği ile Arap ve uluslararası garantörlerin beklenen formüldeki rolleri üzerinde anlaşmaya varılması gerekecek.

Bu durum, ateşkesin sağlanmasına yardımcı olan Mısır ve Katar gibi Arap arabuluculardan oluşan mevcut çevrenin genişletilmesini gerektirebilir.

Zaman kazanma

Sonra İsrail Filistinli sivillere yönelik katliamlarına devam etti ancak bu kez ABD’nin bölgede bulunmaması dikkat çekti.

Bu durum, çatışmanın başında Washington’un savaşın kapsamını genişletecek müdahaleler konusunda bölgesel güçleri uyardığı yoğun diplomatik faaliyetleriyle tezat oluşturuyor.

Bu arada ABD Başkanı Joe Biden, Dışişleri Bakanı Blinken ve Savunma Bakanı Lloyd Austin ile birlikte Gazze’deki sivil kayıpları en aza indirme ihtiyacını vurgulayarak Gazze’yi çatışmanın “ağırlık merkezi” olarak nitelendirdi. Sivillerin korunmasını hem ahlaki bir sorumluluk hem de stratejik bir gereklilik olarak nitelendirdi.

Austin’in yorumlarına rağmen, ABD bunu yapmanın en iyi yolunun kalıcı bir ateşkese varmak ve ardından bunu düşmanlıklara kalıcı bir son vermeye dönüştürmek olduğunu açıkça ifade etmedi.

Mısır ise İsrail’in Gazze’deki Filistinli nüfusu Sina’ya iterek ikinci bir Nakbe’ye zorlamasından açıkça endişe duyuyor.

Mısır Dışişleri Bakanı Sameh Şükri şunları söyledi: “Dünya tarafından reddedilen ve uluslararası hukukun ihlali olarak görülen zorla yerinden etme ve kitlesel göç İsrail’in hedefi olmaya devam ediyor.”

“Bu sadece İsrailli yetkililerin açıklamaları ve çağrıları yoluyla değil, aynı zamanda Gazze’deki Filistinli nüfusun topraklarından sürülmesini, anavatanlarından tecrit edilmesini ve vatanlarının ele geçirilmesini amaçlayan acı bir gerçeklik yaratarak da gerçekleşmektedir.”

Ancak Mısır ekonomisi zaten zor durumdayken, olası yeni bir zorunlu göç dalgasının etkileri Mısır’ı olduğu kadar, kıyılarında daha fazla göçmen görmek istemeyen Avrupa’yı da endişelendiriyor.

Mısır’ın bu konudaki tutumu üst düzey destek gördü. ABD Başkan Yardımcısı Kamala Harris, Dubai’deki COP28 iklim konferansı çerçevesinde düzenlenen bir toplantı sırasında Kahire ile ortak bir açıklama yayınladı.

Her iki ülke de Filistinlilerin Gazze ya da Batı Şeria’dan zorla göç ettirilmesini, Gazze ablukasını ya da Gazze’nin sınırlarının yeniden çizilmesini kesinlikle reddediyor.

İsrail ise tampon bölgenin Gazze için gelecekteki güvenlik planlarının anahtarı olduğunda ısrar ediyor. İsrailli kaynaklar şunları söyledi: “Bu, İsrail’in Gazze’den toprak alacağı anlamına gelmiyor, daha ziyade Filistinlilerin İsrail’e girme kabiliyetlerini sınırlamak için Gazze’nin içinde kendi statüsüyle birlikte güvenli bölgeler kurulacağı anlamına geliyor.”

Reuters’in geçen günlerde geçtiği bir habere göre İsrail, savaş sonrasında bölgedeki durumla ilgili önerilerinin bir parçası olarak, Gazze sınırlarının Filistin tarafında, gelecekteki saldırıları önlemek için bir tampon bölge kurma isteğini bazı Arap ülkelerine bildirdi.

Ancak İsrail’in istediği “tampon bölge” konusunda uluslararası ya da bölgesel aktörlerden herhangi bir resmi yorum gelmedi.

Siyasi belirsizlik

Bu durum ABD’nin pozisyonu ve İsrail’e askeri saldırılarını durdurması için baskı yapması halinde Washington’un ne elde etmek istediği konusunda soru işaretleri yaratıyor.

Washington Arap arabuluculuğunu diğer Arap ülkelerini -özellikle de Suudi Arabistan’ı- kapsayacak şekilde genişletmek mi istiyor, yoksa Hamas’ı onaylamadığı bilinen Riyad’ı görüşme çemberinin dışında mı tutuyor?

Beyaz Saray Orta Doğu’da daha iyi bağlantılar kurulmasını istiyor ve İsrail’i Suudi Arabistan’la diplomatik ilişkiler kurmaya teşvik ediyor olabilir.

New York Times köşe yazarı Thomas Friedman, Kasım ayında şöyle yazmıştı: “İran destekli Hamas’ın Suudi-İsrail normalleşmesini engellemek ve Tahran’ın izole edilmesini önlemek için savaş başlattığını anlamak için Arapça, İbranice ya da Farsça bilmenize gerek yok.”

Suudi-İsrail normalleşmesi hâlâ mümkün

Netanyahu, İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşının sona ermesinin ardından Suudi Arabistan’la ilişkileri normalleştirmeye devam etme olasılığını gündeme getirdi.

Netanyahu, 27 Kasım’da İsrail’e gelen ve 7 Ekim’de Hamas tarafından saldırıya uğrayan İsrail yerleşimlerinden birini ziyaret eden Amerikalı işadamı Elon Musk ile yaptığı görüşmede şunları söyledi:

“Hamas’ı yendikten sonra Suudi Arabistan ile barışa dönebileceğiz ve inanıyorum ki Arap ülkeleriyle barış çemberini iddialı beklentilerimizin ötesinde genişletebileceğiz… Ama önce kazanmamız gerekiyor.”

Görünen o ki Gazze’deki savaş Netanyahu’nun Riyad’la ilişkileri normalleştirme görüşünü değiştirmemiş.

Eylül sonunda CNN Arabic’e konuşan Netanyahu şunları söyledi: “Suudiler İbrahim Anlaşması’na katılmayarak ve kendilerini bunun dışında tutarak hata yaptılar.”

İsrail’in Suudi Arabistan’la normalleşme karşılığında Filistinlilere ne gibi tavizler vereceği sorulduğunda ise şu yanıtı verdi: “Tüm paketi bir kerede sunmak daha iyi olur. Suudi Arabistan Krallığı ile barış yapmanın ve esasen Arap-İsrail çatışmasını sona erdirmenin Filistin-İsrail çatışmasını sona erdirmemize yardımcı olacağına inanıyorum.”

“Önce Filistin-İsrail çatışmasını sona erdirmeniz ve ardından Arap dünyasına içeriden dışarıya doğru bir yöntem izlememiz gerektiğine inanıyorlar. Bence dışarıdan içeriye yaklaşımın hem Arap ülkeleriyle hem de Filistinlilerle olan çatışmaları sona erdirmek için şansı daha yüksek.”

Netanyahu, Batı Şeria ve diğer belirlenmiş bölgelerdeki İsrailli yerleşimcilerin durdurulmasının masada olup olmadığı sorusuna şu yanıtı verdi: “İsrail’in ulusal çıkarlarını ve güvenliğini tehlikeye atmayacağım ve bunu kamuoyu önünde tartışarak başarıyı riske atmayacağım.”

İki devletli çözüm

ABD’nin Gazze’ye ilişkin tutumundaki belirsizlik, Hamas’ın kovulması halinde Gazze’yi kimin yöneteceği konusundaki endişesinden daha fazlasını yansıtıyor gibi görünüyor. Aslında, iki devletli bir çözüme destek vermeye doğru ilerliyor olması oldukça olası.

Washington, İsrail’in Filistin Yönetimi ile bir barış sürecine ihtiyacı olduğunu ve İsrail’in Gazze’yi yönetecek güvenilir bir Filistinli ortak olmadan Gazze’den çıkamayacağını anlıyor.

ABD, Suudi Arabistan da dahil arabulucular çemberini genişleterek ve henüz şekillenmemiş nihai bir çözüm karşılığında İbrahim Anlaşmalarını masaya koyarak savaşı sona erdirmek istiyor.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

‘İsrail ABD’ye rağmen Gazze’yi işgal ederse kimse şaşırmasın’

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, ABD’nin itirazlarına rağmen İsrail’in yine de Gazze’yi  yeniden işgal etme olasılığına odaklanıyor. Makalenin yazarı Steven Cook’a göre ABD’nin ortaya koyduğu ve kimseyi memnun etmeyen ertesi gün planı hem uygulanabilir değil hem de İsrail’in güvenliğini garanti altına almıyor. Cook; “Bu nedenle İsrailliler Gazze’yi yeniden işgal ettiğinde kimse şaşırmamalı” diyor:

 

İsrail Neden Muhtemelen Gazze’yi Yeniden İşgal Edecek?

Herkes bunun kötü bir fikir olduğu konusunda hemfikir ama yine de olabilir.

Steven A. Cook

Orta Doğu’da savaşın sürdüğü son iki ay boyunca Washington’da ya da başka bir yerde hiç kimse Gazze Şeridi’ndeki çatışmalar sona erdiğinde ne olması gerektiği konusunda iyi bir fikir ortaya koyamadı. Aynı zamanda herkes İsrail’in Gazze’yi yeniden işgal etmesinin kötü bir fikir olduğu konusunda hemfikir görünüyor. Biden yönetimi İsrail hükümetini bölgede askeri yönetime geri dönülmesini desteklemeyeceği konusunda uyardı bile.

Yine de İsrail işgalinin yenilenmesi ihtimali pek çok kişinin düşündüğünden daha yüksek. Çünkü İsrailliler güvenlik istiyor ve Gazze için mevcut fikirlerin hepsi uygulanamaz ya da siyasi olarak savunulamaz (ya da her ikisi de). Aynı zamanda İsrailliler Hamas’la mücadeleyi varoluş nedeni olarak görüyorlar ve e bu nedenle hayatta kalmanın bedeli ise uluslararası tepkileri göze almaya hazır gibi görünüyorlar.

Gazze’de “ertesi günü” düşünürken, İsrail’in 2005’te bölgeden çekilmesiyle ilgili bazı ayrıntıları anlamak önemli. Dönemin Başbakanı Ariel Şaron, İsrail’in Gazze Şeridi’ni işgalinin artık maliyetine değmeyeceğine karar verdiğinde, birçok İsrailli de aynı fikirdeydi. Kalmak için ikna edici bir neden yoktu.

Batı Şeria’nın aksine Gazze Şeridi hiçbir zaman tarihi İsrail topraklarının bir parçası olmadı. Ve İkinci İntifada’nın son günlerinde orada güvenlik sorunu devam etse de İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) liderliği, askerler artık bölgede olmasa bile, bunun yönetilebilir olduğuna inanıyordu. Dahası, İsrail yerleşim yerlerini boşaltıp bölgeyi terk ettiği için dünya çapında itibar kazanacaktı. Açıkça belirtilmeyen şey ise Şaron için Gazze’den çekilme, Batı Şeria’nın her zaman İsrail kontrolünde kalmasını istediği kısımlarında İsrail’in kontrolünü sıkılaştırma çabalarını sürdürmek için tüm kaynaklarını kullanabileceğiydi.

İsrail’deki pek çok kişi için Gazze Şeridi’nin işgali Haziran 1967 zaferinin zehirli kadehiydi ve burayı Filistin Yönetimi’ne (FY) devretmek bir kazanım gibi görünüyordu. Ancak tüm İsrailliler böyle destekleyici değildi. Yerleşimciler Şaron’un ihaneti olarak algıladıkları bu durumu kınadılar ve bazıları direndi. Dönemin Ulaştırma Bakanı Avigdor Lieberman muhalefeti nedeniyle hükümetten ayrılmak zorunda kaldı. Ve Likud partisi bölündü. Şaron, Ehud Olmert ve Tzipi Livni gibi tanınmış Likud üyeleriyle birlikte Kadima adında yeni bir parti kurdu. Lieberman ve aralarında eski Knesset Başkanı Yuli Edelstein’ın da bulunduğu diğer muhaliflere göre Gazze’den çekilmenin iyi niyet ya da güvenlik getireceğine inanmak hataydı. Şaron’un aksine, egemen İsrail’de İsraillilerin güvenliğini sağlamanın en iyi yolunun Gazze’nin işgalini sürdürmek olduğuna inanıyorlardı.

Takip eden yıllarda, çekilmeden bu yana Gazze’den atılan roketler düzenli aralıklarla İsrail’e düşerken ve Birleşmiş Milletler İsrail’i birçok İsraillinin var olmadığını söylediği bir işgal nedeniyle eleştirmeye devam ederken, İsrail sağı Şaron’un çekilmesinin büyük bir hata olduğunu savundu. Bu görüş, 7 Ekim’deki terör saldırılarından bu yana İsrail’de daha fazla taraftar bulmuşa benziyor. Kısa bir süre sonra yapılan bir ankette İsraillilerin yüzde 30’u Gazze’nin işgalini ve askeri yönetimini destekliyordu.

Elbette bu anket, devlet tarihindeki en büyük güvenlik başarısızlığının hemen ardından yapılmıştı. Hiç şüphesiz, kanlı ve yaralı İsrail’de duygular çok yoğundu (ve hâlâ öyle). Anketin yansıttığından çok daha az İsrailli Gazze’yi yeniden işgal etmek istiyor olabilir. Ancak bu durum 2005’teki çekilmeye karşı çıkanların o zaman olduğundan daha ikna edici bir anlatıya sahip olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor: İsrail, Gazze Şeridi’ni işgal ettiğinde göreceli bir sükûnet vardı ve ülkeye çok az roket düşüyordu; IDF çekildiğinden beri ise mini savaşlardan (2008-09, 2012, 2014, 2021) başka bir şey olmadı ve şimdi de tam ölçekli bir çatışma yaşanıyor.

Bana söylenenlere göre İsrail savunma teşkilatında hiç kimse -Hamas’ın planlarına ilişkin uyarıları yıllarca görmezden gelen aynı kişiler- Gazze’yi yeniden işgal etmek istemiyor. Savunma Bakanı Yoav Gallant, savaşın üçüncü aşamasının “İsrail’in Gazze şeridindeki sorumluluğunu ortadan kaldırmayı ve İsrail vatandaşları için yeni bir güvenlik gerçekliği oluşturmayı gerektireceğini” söyleyecek kadar ileri gitti ve Hamas yok edildikten sonra IDF’nin Gazze’yi terk edeceğini ve İsrail’den izole edileceğini öne sürdü. Bu onun (gerçekçi olmayan) niyeti olabilir ama başkalarının söylediği tam olarak bu değil.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu 6 Kasım’da ABC News’e verdiği demeçte “İsrail belirsiz bir süre için … [Gazze’de] genel güvenlik sorumluluğuna sahip olacak çünkü sahip olmadığımızda neler olduğunu gördük” dedi. Elbette başbakan IDF’nin savaştan sonra Gazze’yi işgal edip yöneteceğini kesin bir dille ifade etmedi ancak bunu da reddetmedi.

Bir de Netanyahu’nun en yakın danışmanlarından biri olan İsrail Stratejik İşler Bakanı Ron Dermer var. Dermer geçen günlerde gazetecilere yaptığı açıklamada İsrail ordusunun 17 yıldır Gazze’de bulunmadığını ve dolayısıyla Batı Şeria’da rutin olarak gerçekleştirdiği güvenlik operasyonlarını yapamadığını belirterek 2005’teki çekilmenin İsrail’in güvenliğini tehlikeye attığını ima etti. “Açıkçası (bunu) tekrarlayamayız” diyerek Netanyahu’nun daha önce söylediklerini, özellikle de IDF’nin Gazze’de “süresiz olarak öncelikli güvenlik sorumluluğuna” sahip olacağını teyit etti.

Buradan, İsrail’in güvenliğini sağlamanın en iyi yolunun işgalden geçtiğini öne sürdükleri anlaşılıyor; ancak elbette her iki adamın sözlerinde de belli bir miktar dolambaçlı ifade var. Bununla birlikte, yeniden işgale karşı olsalardı, “İşgale karşıyız, ancak X, Y ve Z’yi yaparak egemen İsrail’i güvence altına alacağız” demek kolay olurdu.

Netanyahu söylediklerinde ciddi olsun ya da olmasın hatta İsrail siyaseti savaştan sonra şu ya da bu şekilde onu iktidardan alsa bile çatışmanın sonunda Gazze Şeridi’nin yeniden işgali edilebilir. Bir beyin fırtınası yapalım: İsrail yönetiminin Gazze Şeridi’ni işgal etmek istemediğini ancak Hamas’ın yok edilmesinin İsrail’in hedefi olmaya devam ettiğini varsayalım. Ve İsrail halkının oldukça şahin olduğunu düşünelim. Şimdi ne Washington’un ne de diğer büyük küresel ya da bölgesel güçlerin savaş sonrası Gazze için uygulanabilir ve siyasi olarak savunulabilir bir plan geliştiremediğini durumda İsraillilerin tam olarak neyle karşı karşıya kalıyor?

Biden yönetiminin, bazı kısımları Dışişleri Bakanı Antony Blinken tarafından kamuoyuna açıklanan mevcut planına göre, yeniden canlandırılmış bir Filistin Yönetimi kontrolü ele alana kadar Gazze’de bir tür uluslararası istikrar sağlanacak ve ardından ABD’nin iki devletli çözüm arayışı yeniden başlayacak.

Bu planın hiçbir aşaması gerçekçi değil. Gazze’de çok uluslu bir güç olması pek olası değil çünkü İsrail, Hamas’ı İsrail’in güvenliğini tehdit edemez hale getirse bile bu son derece tehlikeli olacaktır. Filistin Yönetimi yolsuzluk, işlevsizlik ve meşruiyet eksikliği nedeniyle -İsrail’e bağımlılığı ve İsrail’le koordinasyonunun yanı sıra Filistin lideri Mahmud Abbas’ın seçimlere katılmayı reddetmesi nedeniyle- yardım edilemeyecek kadar zor durumda. Reforme  edilse bile Netanyahu ve danışmanları Filistin Yönetimi’ni bir ortak olarak görmediklerini açıkça ortaya koydular ve Ramallah’taki Filistinli liderler de İsrail’in Gazze Şeridi’ndeki vekili olmayacaklarını açıkça belirttiler. Son olarak, ABD’li politika yapıcıların İsraillileri ve Filistinlileri barışa zorlamak için daha önce denenmemiş pek bir şey sunması mümkün görünmüyor.

İsrail halkının Gazze Şeridi’ni işgal etmek isteyip istemediği açık bir soru olmaya devam ediyor, ancak İsrailli dostlarımın ve muhataplarımın son iki aydır bana aktardığı üzere, mevcut çatışmada imkânsız bir durumla karşı karşıyalar. Filistin meselesinden ellerini çekmek ve güvenliğe kavuşmaktan başka bir şey istemiyorlar. Gazze’den çekilmenin bu hedefleri gerçekleştireceğini düşünüyorlardı ama 7 Ekim saldırıları bu inançlarını yerle bir etti. Bu nedenle İsrailliler Gazze’yi yeniden işgal ettiğinde kimse şaşırmamalı. Güvenlik isteyen İsrailliler için muhtemelen başka seçenek yok.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Britanya’nın Afrika ajandası: Güçlü ve zayıf yönler

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Batı’nın uzun yıllardır ucuz iş gücü fırsatları için sanayisizleşmeyi göze alması karşısına Çin gibi bir tehlikeyi çıkardı. Ve Çin ve onun şirketleri, ABD ve AB’nin boşalttığı yerleri mükemmel bir şekilde dolduruyor. Afrika’nın ve Asya’nın tamamında ve ayrıca Latin Amerika’da, akıllara seza devasa altyapı projelerinin çoğunun altında Çin’in imzası var. Pekin kaz gelecek yerden tavuk esirgemiyor ve gittiği yerlerdeki muhataplarını borçla harçla uğraştırmıyor. Bu fena bir dönüşümün belirtileri ve sancılar şiddetli.


Britanya’nın Afrika ajandası: Güçlü ve zayıf yönler

Natalya Eremina

Rusya Uluslararası İlişkiler Konseyi (RIAC)

4 Aralık 2023

İngiliz küresel stratejisindeki (“Küresel Britanya”) Afrika tarafı pek açık tanımlanmadı, İngiliz devletinin kıtadaki hedeflerini belirlemedi ve Birleşik Krallık parlamentosundaki Afrika gündemine ilişkin tartışmanın da gösterdiği üzere hem iş dünyası hem de siyaset kurumu arasında soru işaretlerine yol açıyor. Bu nedenle, Britanya’nın Afrika’daki stratejisi şu anda, gözlerimizin önünde şekilleniyor ve hala ülkenin sömürge deneyimine dayanıyor. Ne de olsa bu, daha önce dominyon (mesela Güney Afrika), Britanya İmparatorluğu’nun protektorası (mesela Nijerya), koloni (mesela Gambiya, Kenya, Malavi, Sierra Leone, Uganda, Zambiya) ya da Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra manda bölgesi (mesela Tanzanya) olan ülkelerden oluşan İngiliz Milletler Topluluğu’na dayanıyor. Ayrıca İngiliz Milletler Topluluğu, olumsuz bir sömürge tadı taşıyan ortak bir tarihle (Mozambik, Gabon, Ruanda) Britanya’ya bağlı olmaksızın fayda arayan Afrika ülkelerini de içeriyor. Ayrıca Afrika ülkelerinin İngiliz Milletler Topluluğu’ndan ayrıldıklarında bir süre sonra yeniden üye olduklarını da gözlemlememiz gerek (Güney Afrika, Gambiya). Yalnızca Zimbabve 2003 yılında ayrıldığı örgüte geri dönmedi. Dolayısıyla aslında Birleşik Krallık, Afrika’nın yönünü önemli ve umut verici olarak görmese bile kıtadaki varlığını her zaman sürdürdü. Fakat yaklaşık beş yıl önce durum değişmeye başladı: Çin kendi ticari ve iktisadi ilişkiler ağını kurarak Afrika’da net bir yer edindi, Rusya güvenlik ve iktisadi işbirliği projeleriyle Afrika’ya geri döndü, AB, Global Gateway programı çerçevesinde Afrika’nın önemini ilan etti, ABD, Afrika’da yeni bir strateji açıkladı ve genel olarak, büyüme ve iktisadi kalkınma hususlarının küresel Güney denilen bölgeye kayması belirginleşti, bu da özellikle Birleşik Krallık için yatırım konusunu keskinleştirdi. Çeşitli Avrupa ülkelerinin sömürgecilik sorunu ve sömürgecilik sonrası yaklaşımlarının tam da şu anda aktif bir şekilde ele alınması ve yeniden değerlendirilmesi tesadüf değil ve bunun için diğerlerinin yanı sıra İngiliz siyaset kurumunun ve İngiliz kalıtsal aristokrasisinin temsilcilerinin sorumluluk alması gerekiyor. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde Birleşik Krallık, Afrika’nın önemini ve ülkenin kıtadaki hedeflerini ifade etme ihtiyacı sorusunu gündeme getirme konusunda ortaklarını takip etti (Afrika Stratejisi 2019’da yayımlandı ve aynı yıl Afrika Birliği ile mutabakat zaptı imzalandı, Afrika yönü de ülkenin dış politika incelemelerinin bir parçası olarak kabul edildi). Mevcut koşullarda Birleşik Krallık’ın Afrika meselelerine yönelik önerdiği yaklaşımların güçlü ve zayıf yönlerini kısaca ele alalım.

Birleşik Krallık’ın Afrika ajandasının güçlü yönleri

Afrika, farklı aktörlerin çıkarları arasında önemli bir kesişme noktası olarak nitelendiriliyor ve Birleşik Krallık’ın Afrika meselelerine katılımı kaçınılmaz olarak ülkenin profilini ve uluslararası ilişkilerdeki önemini artırıyor.

Birleşik Krallık, küresel enerji katılımı ve yatırımları açısından Afrika’nın iktisadi önemi konusunda oldukça net. Bu durum, 2020 yılında Afrika ile yapılan İlk Yatırım Zirvesi’nde de ortaya konmuştu. O dönemde İngiliz tarafı, Afrikalı ortaklarına 2027 yılına kadar tüm G7 ülkelerinden 80 milyar dolara kadar özel sektör yatırımı sağlama sözü bile vermişti. İngilizler, Afrika’daki çeşitli projeler için yaklaşık 4 milyar pound (bunun 2,4 milyar pound’u özel yatırım) toplamaya hazır olduklarını söylediler. İlk zirvede ayrıca 6,5 milyar pound değerinde sözleşmeler de yapıldı. Nisan 2024’te Birleşik Krallık Afrika ile İkinci Yatırım Zirvesi düzenlemeyi planlıyor (24 Afrika ülkesinden delegasyon bekleniyor: Cezayir, Angola, Kamerun, Fildişi Sahili, Kongo, Mısır, Etiyopya, Gana, Kenya, Malavi, Moritanya, Mauritius, Fas, Mozambik, Namibya, Nijerya, Ruanda, Senegal, Sierra Leone, Güney Afrika, Tanzanya, Tunus, Uganda ve Zambiya). Buna ek olarak, İngiliz hükümeti, işletmelerini riskleri azaltmaya ve Afrika’da yeni ortaklar bulmaya davet eden yatırım araçları oluşturdu. Bu araçlar arasında İngiliz Uluslararası Yatırım grubu, UKEF (Britanya İhracat Finansmanı) ve Growth Gateway programı bulunuyor.

Birleşik Krallık için Afrika’daki varlığının oldukça ciddi olumlu yönlerinden biri de askeri ortaklıkların ve hatta askeri üslerin varlığı. Kenya ve Nijerya, siyasi-askeri alanda sürekli bir ilişkinin olduğu iki Afrika ülkesi olarak öne çıkıyor. 2018 yılında Birleşik Krallık ile Nijerya, İngilizlerin Nijeryalı askerleri eğittiği ve ekipman tedarik ettiği Güvenlik ve Savunma Ortaklığı Anlaşması imzaladı. Kenya’da ise İngilizler 1963’ten bu yana düzenli olarak güncellenen bir savunma anlaşması aracılığıyla yakın askeri işbirliği geliştirdi.

Afrika, Birleşik Krallık’ın imaj hedeflerinin gerçekleştirilmesi açısından önemli bir bölge olmaya devam ediyor; zira ülke, gayri safi milli gelirinin yüzde 0,5’ini başta Afrika olmak üzere insani yardıma ayırmakla iftihar duyuyor. Ayrıca İngilizler, iç çatışmalar ve doğal afetler nedeniyle ülkelerinden kaçan Afrikalı mültecilere verdikleri desteği de vurguluyor (şu anda 1,5 milyondan fazla kişi kendisini siyah, siyah İngiliz, siyah Galli, Karayipli veya Afrikalı olarak tanımlıyor).

Britanya’nın Afrika ajandasındaki zayıflıklar

Afrika, Britanya’nın dış politika ajansında bir “yüze” sahip değil, hala küresel Güney’in bir parçası olarak görülüyor ve mevcut bağlamda farklı Afrika ülkeleri için farklı yaklaşımlar formüle etme girişimi dahi yok. Dolayısıyla, Afrika hala tek bir varlık olarak algılanıyor ve daha ziyade Arap Afrika’sı için bir istisna yapılıyor ama bu durum Afrika stratejisinin metninde ortaya konmuyor. Buna ek olarak, söz konusu kıta İngiliz çıkarlarının “geniş çevresi” kavramına dahil, yani ülkenin dış politika öncelikleri hiyerarşisinde son sırada yer alıyor. Aynı zamanda Afrika, bir işbirliği bölgesi olmaktan ziyade Çin ve Rusya ile bir rekabet alanı olarak görülüyor.

Britanya’nın Afrika kıtasındaki konumunun bir başka zayıflığı da özellikle uzun bir sömürgecilik mazisinden (halkların sömürgeciler tarafından ayrılması) kaynaklandığı için, krizleri önlemek ve dengelemek üzere operasyon başlatma konusunda bağımsız bir kabiliyete sahip olmaması. Birleşik Krallık askeri operasyonlar yürütmek için çoğunlukla Fransa ile işbirliği yapmak zorunda kalıyor. Bu durumda Birleşik Krallık, kendi stratejisinden ziyade Fransa’nın stratejisinin yerine getirilmesinin altında kalıyor. Aynı durum Birleşik Krallık’ın ABD ile ortaklığı için de geçerli. Aynı zamanda, İngiliz tarafının Afrika ülkelerindeki iç krizleri ortaklarıyla birlikte bile çözemeyeceği kabul ediliyor. İngilizler, Afrika’nın geleneksel olarak krizlerle boğuşan bu bölgelerine Sahel bölgesini de dahil ediyor. Afrika’daki iç risklerin çokluğu, askeri işbirliğini haklı gösterse de İngiliz tarafının iktisadi varlığını güçlendirmesini engelliyor. Bu nedenle Britanya, Afrika’daki güvenlik programlarında tek başına hareket etmiyor, yalnızca uluslararası işbirliğine ve makro-bölgesel sürdürülebilirliğe bel bağlıyor. Diğer hususların yanı sıra Britanya, bu amaçla Afrika Birliği ile bir anlaşma imzaladı.

Birleşik Krallık’ın sözde yumuşak gücü son derece karmaşık bir konu olmayı sürdürüyor. Bir yandan British Council, 19 Afrika ülkesinde faaliyet gösteriyor ve eğitim programları (örneğin Chevening programı) bulunuyor. Fakat bu tür programlar hala pek çok Afrika ülkesi için erişilmez olmaya devam ediyor. Buna ek olarak, Afrika’da sömürgeciliğin kalkınmadaki rolü ya da her zaman iktisadi ortaklık eksikliğinden kaynaklanan “kalkınamama” konusunda son derece aktif bir tartışma mevcut. Afrika’dan çıkarılan değerli eşyaların iadesi konusu sık sık gündeme geliyor.

Sonuçlar

Britanya, Afrika’daki konumunu güçlendirmek için mevcut iktisadi (yatırım) programlarını ve kurumlarını oluşturabildi, girişimcilerine Afrikalı ortaklarıyla daha rahat etkileşim yolları sunabildi; bu sadece ülkenin Afrika’daki imajı ve konumu için değil, aynı zamanda İngiliz iş dünyasının kendi hükümetine olan güvenine de katkıda bulunuyor. Ancak krizlere yalnızca iktisadi araçlarla karşı koymak mümkün değil. Bunun yanında Afrika’da hala Britanya’ya bağımlı bir grup ülkeden bahsedebiliriz. İngiliz Milletler Topluluğu içinde Britanya ile işbirliklerini analiz edersek İngiliz askeri üslerinin varlığı da dahil olmak üzere askeri-politik işbirliği faktörünün yanı sıra ticaret ve iktisadi etkileşime ilişkin mevcut verileri, Afrika ülkelerinin Britanya ve bir bütün olarak Batı dünyasıyla dayanışma sergilemek için önemli olan Rusya karşıtı kararlara ilişkin tutumlarını dikkate alırsak, Britanya’ya en “koşullu bağımlı” ülkeler olarak (bağımlılığın zayıflama sırasına göre) şu ülkeleri seçebiliriz: Sierra Leone, Malawi, Zambiya, Kenya, Nijerya ve Zambiya. Afrika ülkeleriyle işbirliği geliştirmeye çalışan Rus karar alıcıların bu koşulları göz önünde bulundurmaları muhtemelen mantıklı olacaktır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English