Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Rus Valday Kulübü yöneticisi: Erdoğan’dan önceki duruma dönmek mümkün değil

Yayınlanma

Şu cümleyi üzerinde uzunca düşünüp birkaç defa karaladıktan sonra, ifadedeki sertliğe rağmen yazmak gerek: Türkiye’de ortalama entelektüel Rusya konusunda büyük ölçüde cahil.

Herhangi bir ülkeden herhangi bir “uzmanın” herhangi bir ifadesi ancak şu soruların cevapları bilindiği takdirde önem taşır: kim, neci, kimin adına, neyi temsil ediyor? Oysa aslında kimsenin ne olduğunu bilmediği bir adamın (Amerikan “think-tank”çi? Birileri adına lobici mi? Temsil ettiği kuruluş ne? Resmi olarak tanınmış mı? Hangi gözlemleri ve analizleri doğrulanmış?) sözleri, Türkiye’de “Rus uzman” diyerek, ve böylece Kremlin’in görüşlerini yansıtıyormuş izlenimi verilerek manşetlere çekilebiliyor ve ortalama entelektüel de buna inanabiliyor.

Oysa bakılması gereken, kim olduğu, neci olduğu, ne adına konuştuğu bilinen (neyin tarafında olduğu tali önem taşır) entelektüellerin görüşleri olmalıdır.

* * *

Dün kişisel blogumda yayınladığım uzunca bir notla, “Süleymancıların” faaliyetlerinin (bunu genel olarak Türkiye kökenli tarikatlara genişletmek mümkün) Rusya’da giderek artan bir tehdit algısı oluşturduğuna değindim. Aynı yerde şuna da dikkat çektim:

Rusyalı entelektüele göre: “Erdoğan ile ’nispeten kötü sayılmayacak ilişkilerimiz’ var, ama seçimleri ‘batı ülkelerinin desteklediği Kılıçdaroğlu’ kazanabilir. Bu durumda batının desteklediği islamcı radikalizmin doğurduğu ‘güvenlik sorunu’ artabilir.”

Bu fikir ilk bakışta mantıklı görünür; ancak iki temel açmazı var. Bu açmazlardan ilki, entelektüelin dar görüşlülüğünü yansıtıyor, zira bugün “nispeten kötü sayılmayacak” ilişkilerin sürdüğü mevcut hükümet seçimleri kazanırsa ilişkilerin aynı tempoda devam edeceği varsayılıyor. Oysa bu tamamen temelsiz bir iddia; aslında Türkiye’nin içinde bulunduğu derin iktisadi kriz yüzünden tam tersini iddia etmek de mümkün. Yani gelecekteki belirsizlik, sadece iktidar değişikliği halinde yeni hükümetin doğuracağı bir belirsizlik değil; bu belirsizlik zaten mevcut.

Entelektüel ise günü değişmez sayıyor, geleceği ıskalıyor.

Bu dar görüşlülük Rusyalı entelektüelle sınırlı kalsaydı makul karşılanabilirdi.

Muhalefet bloğunun seçimi kazanmaya en yakın olduğu noktada, halkın hiç değilse tarafsızlık ve çatışmanın dışında kalma arzusunu, bu alabildiğine sağduyulu ve öngörülü arzuyu hiçe sayarcasına verdiği demeçler, makul olmanın çok ötesinde. Türkiye halkı, bugünkü dahil üç çeyrek asırdır bütün iktidarların sömürge ilişkilerini devam ettirmesi yüzünden bağımsızlığa değer vermesi gerektiğini az çok unutmuş olabilir, ama kanlı bir kavganın orta yerinde onu ateşe atabilecek girişimleri sezgileriyle bilir ve karşı durur. Muhalefet bloğu ise adeta, olası seçim olayları halinde şimdiden batıdan itibar ve destek garantisi sağlamaya çalışıyor. Bu, apaçık ki, akıl ve izan sınırlarının çok ötesinde bir beklentidir.

Kişisel görüşüm şudur:

Kremlin seçim ilanından bu yana Ankara hükümetine psikolojik destek anlamına gelebilecek, Ankara hükümetinin oya çevirebileceği hiçbir girişimde bulunmadı. Mevcut ilişkilerin istikametini Ankara hükümetine fiili destek çabası değil, kendi programı, kendi kabul ettiği milli menfaatler tayin etti.

Rusya basınında ifade edilen endişelerin bir bölüğünü Kremlin’in de paylaştığı kabul edilebilir; buna rağmen pragmatist yaklaşımını sürdürdü ve hatta mevcut hükümet için değil seçim sonrası kurulacak hükümet için avantaja çevrilebilecek tavizler de verdi.

* * *

Aşağıdaki mülakat dün (12 Mayıs) “Argumentı i faktı” dergisinde yayınlandı. Mülakatı veren Fyodor Lukyanov, “Valday Uluslararası Tartışma Kulübü Bilimsel Faaliyet Müdürü” sıfatını taşıyor. Valday, ortalama bir dış haberler okurunun bildiği gibi, Rusya’da başta Putin ve Lavrov olmak üzere karar alıcı makamlardaki önemli devlet adamlarının görüş belirtmek için sık sık kürsülerine çıktığı bir kuruluştur ve Lukyanov da bu toplantılarda genellikle moderatördür.

Lukyanov, taşıdığı sıfatın da gösterdiği önemden başka, sıra dışı bir entelektüeldir, zira Türkiye meselelerinde Rusya entelektüeline has siyasi dar görüşlülükten uzaktır.

Rusya’da Türkiye ile ilgili düşünce kuruluşlarının ve uzmanların güncel siyasi görüşleri çoğunlukla ciddiye almaya değmeyecek kadar öngörüsüzdür. Bunların gayet sağlam tarih bilgisine rağmen Türkiye siyaseti karşısında bu derece cahil ve üstelik çokbilmiş olmaları, yeni bir şey değil. Okumaya ve anlamaya çalışan biri olarak, Türkiye ile ilgili siyasi öngörüsü doğrulanan pek az uzman görüşü hatırlıyorum.

Bununla birlikte bütünüyle pragmatizmin yön verdiği Kremlin siyaseti bu uzman görüşlerinden etkilenmez. Rusya’da adı sanı çok duyulmuş kuruluşlar dahil Türkiye’ye dair Kremlin’e izafe edilen beklentiler hemen her defasında yanlışlanmıştır. Bu yüzden ben, Türkiye ile ilgili “uzman” görüşlerini çevirmekten genellikle kaçınırım ve bunlara ancak Kremlin’in siyasetiyle, açıklamalarıyla, eylemleriyle örtüştüğü ve doğrulandığı ölçüde önem veririm.

* * *

Bu söylediklerim, Lukyanov’un görüşlerini bütünüyle paylaştığım anlamına gelmiyor. Ancak her şeye rağmen ayık ve objektif bir analiz örneği, dahası ne idüğü belirsiz bir “Rus uzman” değil. Dolayısıyla ihtilaflar üzerinde durmaya gerek yok.

***

Kılıçdaroğlu Alevi olduğunu söyledi. Geleneksel olarak bunun Türkiye’de başkanlık adayı için daha ziyade bir engel olduğu düşünülür. Neden böyle ve bu durumda Kılıçdaroğlu neden bu konuda açık açık konuştu?

Aleviler şiiliğe yakın dini-kültürel bir azınlık. Türkiye nüfusunun yaklaşık yüzde 5’ini teşkil ediyorlar, ancak nüfusun kalan büyük bölümü sünni müslüman.

Erdoğan ve AKP’nin temel argümanı kendilerinin Türk halkı, konsolide bir güç oldukları şeklinde. Kılıçdaroğlu ise öyle görünüyor ki başka bir şeyi ortaya koymak, Türkiye’nin çok renkli olduğunu göstermek gerektiğini düşündü. Türkiye’de sadece Türkler değil; Aleviler, Kürtler de var, oysa bunlar Erdoğan’ın anlatısına göre neredeyse düşman, Türkiye’de yaşayan başka halklar.

Bu milli faktör seçim sonuçlarında güçlü bir etkide bulunur mu?

İzlenimim, şu an bu faktörün çok önemli bir rol oynamadığı şeklinde. Türkiye’de tamamen başka bir gündem var ve bu da öncelikle Erdoğan’ın iktidarda çok uzun süre kalmış olmasıyla ilişkili.

Erdoğan’dan birçok insan yoruldu. Onun katkılarını kabul edenler bile. “Daha ne kadar,” deniyor. Bu anlamda, seçimlerde kullandığı her zamanki yöntemleri, yani karşısında birleşmek gereken bir takım dış düşmanlar arayışı, sıkı taraftarları arasında olmayanlar için işlemiyor.

Erdoğan’ın seçmeni kim, Kılıçdaroğlu’nun seçmeni kim?

Erdoğan’ın geleneksel seçmen kitlesi kırsal alanlar ve küçük şehirler, küçük ticaret (Türkiye ekonomisinin temelini teşkil ediyor) ve kendilerini İslam’ın kurallarını uygulayan insanlar olarak tanımlayan inananlar. Erdoğan’ın sağlam seçmen kitlesinin nüfusun yüzde 30-40 kadarı olduğu düşünülüyor.

Daha önce İstanbul da elindeydi, çünkü ora doğumlu. Ayrıca bir süre belediye başkanıydı. Şu an İstanbul’u önemli ölçüde kaybetmiş durumda. 2019 seçimlerinde AKP adayına karşı şimdi Türkiye’deki en popüler siyasetçi olan Ekrem İmamoğlu kazandı. Ama İmamoğlu’na karşı ceza davası var, bu yüzden cumhurbaşkanlığı yarışına giremiyor. Seçimlere girebilmiş olsaydı Erdoğan’ın hiçbir şansı olmayacağı düşünülüyor.

Muhalefetin arkasında daha laik ve daha az İslami oryantasyonu olan kesim var. Bu büyük şehirler, bu kapsamda son seçimlerde muhalefete oy veren her iki başkent, İstanbul ve Ankara. Ülke nüfusunun yaklaşık yüzde 15’ini oluşturan Kürtler. Erdoğan’ın onlarla ilişkisi çok karmaşık. Onlara yaslandığı bir dönem de oldu, ama sonra keskin bir şekilde döndü, Kürtler de ona ihanet ettiler. Çok sayıda olmaları ve elit içinde de bulunmaları yüzünden bu seçimlerde önemli bir faktör.

Muhalefet bu defa birleşmeyi başardı. Üstelik ilk defa. Bu nedenle mevzu şimdi ilk defa muhalefetin zafer şansı olması haline geldi. Erdoğan bütün önceki kampanyalarda onları parça parça etmişti. Seçimlerden sonra dağılırlar mı? Bu başka bir mesele, ama seçimlere kadar konsolide halde kaldılar. Toplamda sağlam bir yüzde 40-45’leri var.

Peki adaylar arasındaki mücadele kimin için? Türkiye’deki mütereddit seçmen kim?

Erdoğan’dan hayal kırıklığına uğrayanlar, henüz fikrini netleştirmeyenler. Geçtiğimiz günlerde bir araştırma vardı; Türkiye’deki seçim kampanyalarının tecrübesine göre seçmenlerin görece yüksek bir yüzdesi destekleyeceği adaya seçim sandığında karar veriyor. Yani eline pusula geçmeden kime oy vereceklerini söyleyemiyorlar. Eğer seçimde kesin bir lider varsa bu insanlar genelde farklı bir şeye karar vermiyor. Ama şimdi Erdoğan ve Kılıçdaroğlu’nun burun buruna gittikleri bir durumda son andaki etkiye açık olan bu “bilmez” seçmenler, öyle görünüyor ki, kimin başkan olacağına karar verecekler.

Erdoğan kaybederse ne olacak? Yenilgiyi kabul eder mi?

Erdoğan kuşkusuz yenilgiyi kabul edecek birine benzemiyor. Birçok Türkiyeli gözlemciyle görüştüm; ortak görüş: evet, elbette, son ana kadar dövüşecek. Özellikle de eğer fark küçük olursa. Yeniden sayım isteyecek, kanuni yollara sarılacak. Ama Türkiye gene de bir diktatörlük değil ve epey güçlü kurumlar var. Eğer kaybettiği anlaşılırsa (yeniden sayımdan sonra) kendisini desteklemesi için kimi organları (orduyu veya polisi) harekete geçirmeyi başaramaz. Bunlar buna kalkışmazlar.

Kılıçdaroğlu kazanırsa ne olacak? Rusya ile ilişkilerde nasıl yansır? Önce işbirliği istediğini yazdı, ama sonra ansızın, sanki gökten yıldırım düşmüş gibi neredeyse bize tehditte bulundu.

Dünkü tweet, izahı epey güç bir şey. Buna neyin neden olduğu, neden ihtiyaç duyulduğu tamamen belirsiz. Sanki başka bir adaya karşı yapılan sızıntıya bir tepki; o aday da bunun ardından katılmaktan vazgeçti. Ama bu reddediş Kılıçdaroğlu’nun yararına, bu yüzden neye böyle hiddetlendiği ve neden doğruca Rusya’yı hedef aldığı, anlaşılmaz. Öyle görünüyor ki bilmediğimiz faktörler rol oynadı.

Buna kadar tablo epey öngörülebilirdi. Elbette, Erdoğan’ın gidişi ilişkilerin atmosferinde belirgin değişikliklere işaret edecek; bunun nedeni de ilişkilerin şu anda epey kişiselleşmiş olması. Putin ve Erdoğan karakter olarak birbirlerine çok uyuyorlar. Kılıçdaroğlu ise tamamen başka bir karakter, başkanımızla samimi bir dostluğa yönelik bir ön gerekliliği de yok.

Artı, Kılıçdaroğlu’nun ABD ve AB ile bütün ilişkileri normalleştirmek istediğine dair bütün açıklamalar da elbette Rusya ile bağlardan bir geri dönüşün muhakkak olduğunu gösteriyor.

Diğer bir mesele, bu geri dönüşün ne kadar büyük olacağı. Objektif durum şu: Rusya ve Türkiye’nin son yıllarda çok sayıda ortak veya tezat menfaati ortaya çıktı; ama birbirine bağlı. Bunları alıp gömmek (mesela Suriye ve Ortadoğu’da) çok riskli; diğer hallerde ise anlamsız ve Türkiye’nin menfaatlerine (öncelikle iktisadi anlamda) zarar verir. Bu yüzden geri yuvarlanmada ciddi, sabit sınırlar var.

Öte yandan yönünü batıya geri çevirmenin önünde de ciddi sınırlar var, çünkü Erdoğan’dan önceki duruma dönmek mümkün değil. Türkiye başka, batı başka, dünya başka, Ortadoğu tamamen bambaşka. Türkiye’nin yeni batı yanlısı bir liderin yönetiminde güvenle güney kanadında batının sadık müttefiki yuvasına yürüyeceğini düşünmek de mümkün değil, zira eski pozisyonu yeniden kazanmaya imkân verecek hiçbir şey yok.

Bence Rusya’ya yönelik tutumda bir soğukluk ve temkinlilik dönemi olacaktır. Kılıçdaroğlu, birkaç gün önce The Wall Street Journal mülakatında, yaptırımlara katılmaya hazır oldukları şeklinde yorumlanabilecek bir cümle söyledi. Arkasından dış siyaset danışmanı, Kılıçdaroğlu’nun bunu kastetmediğini açıkladı. Türkiye’nin hiçbir yaptırım getirmeyeceğini, ama batının yaptırımlarının etrafından dolanmak için kullanılmasına da izin vermeyeceğini. Öyle görünüyor ki bu, Kılıçdaroğlu’nun zaferi halinde kaçınılmaz bir sonuçtur. Ama bence gene de bir orta yol yürütmek için Türkiye’nin yeterince gücü var. Erdoğan yönetiminde Türkiye’nin rol ve ağırlığı nitel olarak değişti. Bunu alıp eski statüye geri dönmeye ne toplum izin verir ne de sağduyu. Bu milli menfaatlerine uygun değil.

Rusya ile ilişkilerden geri yuvarlanmak Almanya’nın da menfaatine değildi, ama bu onların bize yönelik siyasetinde köklü bir değişiklik yapmalarına engel olmadı.

Almanya’nın böyle bir egemenliği yoktu. Batı Almanya savaşta bozguna uğradıktan sonra Amerikan merkezli sisteme entegre edildi ve ardından bu rotada sıkı bir gözetim altında tutuldu. Bu Amerikan rotası birkaç defa değişti. Biri 70’lerde, diğeri 2000’lerde, üçüncüsü de şimdi. Washington’un müttefiklerinden ne istediğinin kavranışı dalgalıydı. Rusya ile yapıcı iktisadi ilişkiler olmasının ve hatta Rusya’nın kimi menfaatlerinin bir tür kondüktörü olmanın caiz sayıldığı sırada harikaydı. Bu şimdi bitti; Almanya çok aktif bir şekilde yeni bir modele entegre oldu; bunun nedeni kısmen, başka bir şeyi akıllarından bile geçirememeleri. Çağdaş Almanya’nın aksi takdirde egemen bir siyaset yürütebileceğini [mümkün] görmüyorlar.

Türkiye ise başka bir durum. Daha Erdoğan’dan önce, “soğuk” savaşın bitişinden sonra, Türkiye kendisine yeni bir yer aramaya başlamıştı. “Turan”, Türk dünyası; bunlar Erdoğan’dan önce. Erdoğan iktidarında bütün bunlar çok güçlü bir şekilde aktive oldu. 20 yıl önce ABD’nin Irak’a saldırısına katılmayı reddetmişlerdi. Bu, kendi menfaatlerini gözeteceklerine dair çok ciddi bir işaretti. Bence bu tecrübe varken kim gelirse gelsin eğer tam bir kukla değilse (durumun böyle olduğunu düşünmüyorum), birincisi mevcut, ikincisi de adeta fethedilmiş olan imkânlardan vazgeçmek aptallıktır.

Erdoğan pervasız davranıyordu. Türkiye’nin egemenliğini batıya meydan okurcasına gösteriyordu. Ama her zaman böyle değildi. 2007’ye kadar AB’nin yakınlaşma şartı olarak koyduğu talepleri gayet iyi niyetle yerine getiriyordu. Ama sonra kimsenin Türkiye’yi almayacağını kavradı; öyleyse karşılarında bir komedi vardı. Bu yüzden bence herhangi bir batılı ülkeyle benzetme söz konusu olamaz. Bu tamamen başka bir durum.

Erdoğan kazanırsa ne olacak? İlişki paradigması herhangi bir şekilde değişir mi?

Hayır, bence paradigma değişmeyecektir. Ben bu paradigmanın bizde çok kesin çizgilerle geliştirildiğini düşünüyorum. Çok sıkı ilişkiler; bunların temelinde birbirimiz karşısında gidecek bir yerimizin olmadığı, bağlı olduğumuz ve öyle kalacağımız, çelişkileri (Belki de çok yapıcı ve verimli olabilecek bir) işbirliğine engel olmayacak şekilde resmileştirmek gerektiği kavrayışı var.

Bence Erdoğan kazanırsa ilişkiler güçlenir bile, zira bu zafere Rusya tarafının katkısı da görünüyor. Kılıçdaroğlu’nun bizi suçladığı şeyden söz etmiyorum; iktisadi, siyasi adımlarımızdan söz ediyorum. Doğalgaz ödemesinin ertelenmesi, Erdoğan’a nezaket olarak kendisinin iyi bir müzakereci olduğunu göstermek için hububat anlaşması. Bu nedenle, iktidarda kalırsa ilişkilerin kötü olmayacak şekilde gelişeceğini düşünüyorum. Dolayısıyla, eğer o olmazsa elimizdeki pek çok kişisel başarı da gidecektir.

DÜNYA BASINI

Beyaz Saray’a dönerse Trump’ın Gazze politikası nasıl olacak

Yayınlanma

Yazar

Kasım ayındaki seçimlerde Biden’a karşı yarışacak olan eski ABD Başkanı Donald Trump, Gazze konusunda görüşlerini açıkça belirtmekten imtina ediyor. Dolayısıyla Beyaz Saray’a dönmesi durumunda politikasının nasıl şekilleneceği önemli bir tartışma konusu. Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Trump’ın yaptığı net olmayan az sayıda açıklamalarından ziyade dış politika ekibi, yakın çevresi, bağışçıları, destekçileri ve bir önceki dönem sicili üzerinden Gazze politikasının nasıl şekillenebileceğine odaklanıyor:

***

Washington Gizemi mi? Trump İsrail-Gazze Savaşı Konusunda Nerede Duruyor?

James Carden ve Kelley Beaucar Vlahos

Sicili ve bugün yaptığı ‘işi bitirin’ yorumları sert bir çizgiye işaret ediyor, ancak yine de bir nebze belirsizlik söz konusu

Eski Başkan Donald Trump, İsrail’in Gazze’deki savaşıyla ilgili Fox News’e verdiği demeçle yine manşetlere çıktı: “Bu işi bir an önce bitirmeli ve barış dünyasına geri dönmelisiniz. Dünyada barışa ihtiyacımız var… Orta Doğu’da barışa ihtiyacımız var.”

Trump ayrıca İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ile uzun süredir devam eden husumetini de ortaya koymaya devam ederek şunları söyledi: “Burada olanlar yüzünden çok kötü etkilendi. Hazırlıklı değildi. Kendisi de İsrail de hazırlıklı değildi.”

Bu Trump’ın Netanyahu’ya yönelik ilk açık eleştirisi değil. Trump, 2020’de Joe Biden’a karşı kaybetmesinin ardından Netanhayu’nun Biden’a gönderdiği tebrik mesajı dolayısıyla görevden ayrıldığından beri İsrail Başbakanıyla “konuşmadığını” söylemiş ve “canı cehenneme” demişti.

Ancak bu hafta İsrail gazetesi Israel Hayom’a verdiği bir röportajda Trump, savaşın neden sona ermesi gerektiğini ile ilgili görüşlerini daha da ileri götürdü.

“Barışa ulaşmalıyız, bu böyle devam edemez. Ve söyleyeceğim, İsrail çok dikkatli olmalı, çünkü dünyada çok destek kaybediyorsunuz” dedi.

Dünya genelinde antisemitizmin yükselişte olduğu yönündeki korkular sorulduğunda ise sivil ölüm ve yıkımlara atıfta bulundu.

“Çünkü siz de karşılık verdiniz” dedi: “Ve bence İsrail çok büyük bir hata yaptı. İsrail’i arayıp ‘bunu yapmayın’ demek istedim. Bu fotoğraflar ve görüntüler… Yani, Gazze’deki binalara bomba atılırken çekilen görüntüler. Ve dedim ki, bu korkunç bir tablo. Dünya için çok kötü bir resim. Dünya bunu görüyor… her gece binaların insanların üzerine yıkılışını izliyordum.”

Sivil binalarda Hamas’ın varlığı sorulduğunda bile Trump, “Gidin ve yapmanız gerekeni yapın. Ama bunu yapmayın.”

İsrail’in sivilleri bombalamayı bırakmasını mı yoksa bunu yaptıklarını dünyaya servis eden fotoğraflara izin vermesini mi kastediyor? Bu belirsizlik, gözlemcilerin bu sözlerden istedikleri anlamı çıkarmalarına yol açıyor. Belki de mesele budur.

Gerçekten de Trump, ateşkes ihtimalinden çatışmalar durduğunda neler olabileceğine kadar Gazze savaşıyla ilgili görüşleri hakkında çok az şey açıkladı. Kampanya sürecinde çok az açıklama yaptığı için daha fazlasını anlamak zor.

Ateşkes talep eden ilerici Demokratları “İsrail’den nefret eden deliler” olarak nitelendiriyor. Kısa bir süre önce Demokratlara oy veren Yahudilerin İsrail’den ve “dinlerinden nefret ettiklerini” söyledi.

Biden yönetimi hakkında Mart ayı başında Fox News’e verdiği demeçte “açıkçası yumuşadılar” dedi ve 7 Ekim Hamas saldırılarının kendisi hâlâ başkan olsaydı asla gerçekleşmeyeceğini ve Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin de gerçekleşmeyeceğini ekledi. Nedenini açıklamıyor ama azami baskı kampanyasının İran’ı “parasız” bıraktığı ve böylece Hamas’a verecek kaynağı kalmadığı konusunda ısrar ediyor.

Peki, son birkaç hafta içinde dağınık bir şekilde yapılan bu yorumlara bakarak, Trump’ın Kasım ayındaki seçimleri kazanması ve Ocak 2025’te 47. başkan olarak göreve başlaması halinde ABD’nin İsrail ve Filistinlilere yönelik politikasının nasıl olacağını gerçekten anlayabilir miyiz? Belki de en iyisi Trump’ın açıklamalarının ötesine siciline bir göz atmaktır.

İpuçları, geçmiş ve şuan

İlk olarak, Trump’ın son yorumlarıyla ilgili, Netanyahu’ya karşı duyulan sabırsızlığın iki partili olduğu, yaygın bir şekilde paylaşıldığı ve giderek arttığı konusunda uyarıyoruz; Senato Çoğunluk Lideri Chuck Schumer’in son açıklamaları merkez solun İsrailli lider hakkındaki hislerini iyi bir şekilde yansıtıyor.

Ancak Trump’ın yorumları şu ana kadar, Netanyahu hükümetinin 7 Ekim saldırılarını öngörememesinden kaynaklanan sağcıların hayal kırıklığına daha çok benziyor. Ancak Trump ve İsrail yanlısı sağ, Hamas’la mücadele devam ederken Netanyahu’ya yeterince destek vermemekle suçladıkları Biden’a ateş püskürüyor.

Dahası, Trump’ın “barış” hakkında yorum yaptığında İsrail-Gazze savaşında dikkatli olma konusunda uyarıda bulunuyor olabileceği fikri, yıllar boyunca etrafını sardığı insanlar tarafından çürütülüyor gibi görünüyor.

Örneğin Trump’ın başkanlığı döneminde Orta Doğu konusunda dış politika danışmanı olarak görev yapan damadı Jared Kushner’in Netanyahu ailesiyle uzun yıllara dayanan kişisel bağları var. Kısa bir süre önce Kushner Harvard Üniversitesi’ne verdiği bir mülakatta Filistinli mültecilerin Gazze’nin dışında İsrail çöllerinde barındırılabileceğini ve bir daha geri dönmeyebileceklerini öne sürdü. Ayrıca Filistinlilerin kendi devletlerine sahip olmamaları gerektiğini çünkü bunun Hamas’ın terörizmi için onları “ödüllendirmek” olacağını söyledi.

Trump’ın eski Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, emekli General Keith Kellogg, kampanya danışmanı Jason Miller, eski BM Büyükelçisi Richard Grenell ve Fred Fleitz gibi isimlerden oluşan mevcut dış politika danışman kadrosunun, başta İsrail-Filistin olmak üzere hiçbir dış politika konusunda güvercin olmadıkları biliniyor. Aralarında Tulsi Gabbard, Tim Scott, Sarah Huckabee, Elise Stefanik ve Ron DeSantis’in de bulunduğu 2024’ün potansiyel başkan yardımcılarının hepsi de eşit derecede İsrail yanlısı.

Bir de 45. Başkan’ın görevde olduğu dönemdeki sicili var. İsrail-Filistin ile ilgili eylemleri hiçbir şekilde dengeli, hatta ölçülü olarak yorumlanamaz.

Trump’ın İsrail Lobisi’nin önemli isimlerinden David Friedman’ı ABD’nin İsrail Büyükelçisi olarak ataması, ABD Büyükelçiliği’ni (uluslararası hukuku ihlal ederek) Kudüs’e taşıma kararı ve İsrail’in Golan Tepeleri üzerindeki toprak iddialarını resmen kabul etmesi, İsrail’in sert sağının ve birçok yönden en büyük bağışçılarının politika hedefleriyle yakın bir uyumun sinyallerini veriyor.

Bu arada Friedman, Başkan Yardımcısı Kamala Harris’in Refah’ın işgali durumunda Gazzelilerin gidecek hiçbir yeri olmayacağı yönündeki yorumlarına cevaben, “Mısır ve diğer Arap ülkelerinin” bir seçenek olduğunu açıkladı.

Friedman ayrıca iki devletli çözüme karşı çıkıyor ve bunun yerine Batı Şeria topraklarını ilhak etmenin İsrail’in hakkı olduğunu iddia eden Yahudiye ve Samarya’nın Geleceği planını savunuyor. Trump, yukarıda bahsi geçen Israel Hayom gazetesine verdiği demeçte Friedman’ın planını dinlemek üzere onunla görüşmeyi planladığını söyledi.

Trump’ın geçmişteki ve şimdiki en büyük bağışçıları; Tim Dunn, Bernie Marcus ve tabii ki ABD-İsrail ilişkilerini katı siyasi sağ lehine şekillendirmek amacıyla 2016-2020 yılları arasında Trump’a ve Cumhuriyetçi Parti davalarına 424 milyon dolardan fazla bağışta bulunan Adelson ailesi de dahil, İsrail yanlısı ve İran karşıtı katı bir duruşu destekliyor. Adelson ailesi -Miriam ve 2021 yılında ölen eşi Sheldon- özellikle 2015 yılında Başkan Obama tarafından imzalanan ve İran nükleer anlaşması olarak da bilinen Ortak Kapsamlı Eylem Planı’na (KOEP) karşıydı.

Bu arada Netanyahu bu anlaşmadan o kadar nefret ediyordu ki, 2015 yılında Kongre’nin ortak oturumunda bunun “tarihi bir hata” olduğunu ve İran’ın nükleer silah edinmesini “garanti edeceğini” söylemek de dahil anlaşmaya karşı tek kişilik bir halkla ilişkiler kampanyası yürüttü. Trump göreve geldiğinde KOEP’yi yırtıp attı ve İslam Cumhuriyeti’ne karşı yıllar sürecek maksimum baskı kampanyasını başlattı. İran’ın nükleer programı o zamandan bu yana genişledi.

Bu arada Miriam Adelson kısa bir süre önce Trump ile bu ay Florida’daki Mar-a-Lago tatil köyünde ve geçen ay Las Vegas’ta bir araya geldi.

Dahası, Trump’ın seçimlerdeki desteğinin temeli, yarısından fazlası İsrail’e desteğin kritik bir konu olduğunu belirten Hıristiyan Evanjeliklerin coşkulu katılımına bağlı olabilir.

Bağışçıların ve diğer ilgili tarafların ikinci bir Trump yönetiminde politika masasında nasıl bir yer edinecekleri adil bir soru.

Muhafazakârlar “tartışmalı konu”ya aldırmıyor

Bunların hiçbiri Trump’ın bugün sağın muhafazakârlarını tam anlamıyla ele geçirdiğini kanıtlamıyor. Trump’ın sözde dinlediği önemli muhafazakâr sesler Gazze’de daha itidalli bir politika izlenmesi gerektiğini açıkça dile getirdiler. Tucker Carlson, İsrail ile Hamas arasında ateşkes çağrısı yapmayı reddettiği için ABD’nin “ahlaki otoritesini” kaybettiğini söyledi.

Teknoloji milyarderi David Sacks ise İsrail’i kayıtsız şartsız desteklemenin İsrail’in çıkarına olmadığını söyledi. Breaking Points sunucusu Saagar Enjeti’ye verdiği demeçte, “Tarihsel olarak Amerika’nın rolü İsraillileri cesaretlendirmek olmuştur, temelde sınırı aşmak değil ama açıkçası bizimkini boşverin kendi çıkarlarına olmayan bir şey yapmadan önce onların geri çekilmesini sağlamak” dedi: “Ve Biden bunu yapma yani Amerika’nın neyi desteklemeye istekli olduğuna dair bazı sınırlar koyma fırsatını kaçırdı… Ayrım gözetmeksizin bir halkı bombalamanın geri tepeceği çok açık.”

Geçen hafta Daily Wire’dan kovulan muhafazakar provokatör Candace Owens ise, kısmen İsrail’in Gazze’deki politikasını sorguladığı ve “Amerikalı vergi mükelleflerinin İsrail’in ya da başka bir ülkenin savaşlarının bedelini ödememesi gerektiğine” inandığı için anti-Semitizm suçlamalarını savuşturmakla uğraşıyor.

Owens, İsrail’den ismen bahsetmeden, X’te “Hiçbir yerde hiçbir hükümetin soykırım yapmaya hakkı yoktur, asla. Soykırım için hiçbir gerekçe yoktur. Bunun söylenmesi gerektiğine ya da en azından tartışmalı bir konu olarak görüldüğüne bile inanamıyorum” diye yazdı.

Dolayısıyla, İsrail meselesi ana akım muhafazakar çevrelerde “tartışmalı konu” olmaya devam ederken Trump dünyasında henüz tamamen kaçınılmaz bir sonuç olmayabilir.

Nihayetinde Trump, Gazze’deki savaşın, devam ettiği her gün pek çok açıdan özellikle de kendi tabanında acı çeken rakibini nasıl etkileyeceğini görmek için bekleyebilir. Biden ya da Trump yönetiminde durumun “daha iyi” mi yoksa “daha kötü” mü olacağını tahmin etmeye çalışmak şu anda Washington’da popüler bir iddia olsa da, politikacılarımız ne derse desin gerçekler İsrail ve Gazze halkı için tam anlamıyla bir cehennem.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Crocus City Hall: Bildiklerimiz ve bilmediklerimiz

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Aşağıda tercümesi verilen makale, ilk olarak Çin merkezli haber portalı Guancha’da yayımlandı ve Rusya Uluslararası İlişkiler Konseyi (RIAC) düşünce kuruluşunda da İngilizce tercümesine yer verildi.

Toplam can kaybı dün itibariyle 360’a yükselen saldırının arka planı hala açıklığa kavuşturulamadı. Şimdilik Rusya basınındaki tartışmaların Ukrayna’da uygulanmakta olan operasyonel ya da stratejik planlar üzerinde herhangi bir etkisi olmadı.

Bununla birlikte, cui bono, yani bundan kimin istifade ettiği, Washington’dan gelen açıklamaların sırası ve ABD, İngiliz ve Ukraynalı istihbarat kurumları ile Tacik paralı askerler arasındaki ilişkinin mazisinin analizi de dahil olmak üzere spekülasyon, makul şüphenin ötesinde bir açıklama değil, bir olasılıklar dengesi yaratıyor.


Crocus City Hall: Bildiklerimiz ve bilmediklerimiz

Andrey Kortunov

Rusya Uluslararası İlişkiler Konseyi (RIAC)

25 Mart 2024

Cuma günü Moskova’nın bir banliyösünde meydana gelen geniş çaplı terör saldırısına ilişkin genel tablo nihayet netlik kazanıyor. Moskova civarındaki Krasnogorsk kentindeki Crocus City konser salonuna düzenlenen saldırı, otomatik tüfekler ve yanıcı maddelerle ağır şekilde silahlanmış Orta Asya kökenli dört kişi tarafından gerçekleştirildi. Saldırganlar, girişte silahsız güvenlik personelini öldürdükten sonra lobiden konser salonuna doğru ilerleyerek ateş etmeye başladılar.

Herhangi bir siyasi beyan ya da talep yoktu; daha sonra ortaya çıktığı üzere teröristler Rusçayı bile yeterince akıcı konuşamıyorlardı. Kimse rehin alınmadı, saldırganların amacı oldukça basitti; mümkün olduğunca çok insanı öldürmek ve konser salonunun kendisine mümkün olduğunca çok zarar vermek. Binada 6 bin 200’den fazla silahsız insan bulunduğu için bu görev yeterince kolaydı. Saldırganlar yakın mesafeden ateş ediyor, şarjörlerini yeniden dolduruyor ve her yöne yanıcı maddeler fırlatıyorlardı. Binayı ateşe verdikten sonra aynı merkezi girişten ayrıldılar ve yakında, park halindeki bir araçla olay yerini terk ettiler.

Açılan ateş sonucu çok sayıda insan öldü, birçoğu yoğun oda ve koridorlarda dumandan boğuldu, konser salonunun cam ve çelik çatısının çökmesi sonucu hayatını kaybetti. Kurtarma ve yangın söndürme çalışmaları devam ederken hafta sonu boyunca aralarında küçük çocukların da bulunduğu ölenlerin sayısı 137’ye yükseldi. Yüz elliden fazla kurban halen hastanelerde ve nihai can kaybı sayısının daha yüksek olma ihtimali var. Saldırganlar Rusya’nın Ukrayna sınırına doğru kaçmaya çalıştılar ama araçları özel kuvvetler tarafından durduruldu ve dört kişi de cumartesi sabahı yakalandı. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, 24 Mart’ı ulusal yas günü ilan etti.

Ancak aradan üç gün geçtikten sonra bile, hikâyenin hala belirsizliğini koruyan ve kamuoyunda tartışmaya açık olan bazı önemli kısımları var. En önemli soru, cuma günkü saldırının ardında gerçekte kimin olduğu. Arkalarında güçlü bir kurum ya da şebeke olmadan birkaç teröristin kendi başlarına hareket edebileceklerini düşünmek pek mümkün değil. İlk sorgulamalar esnasında, aslında tek kullanımlık “kiralık katillerden” başka bir şey olmadıklarını, yani bu işi yapmak için para aldıklarını itiraf ettiler. Bu arada, teklif edilen ücret —kişi başına 5 bin Amerikan dolarından biraz daha fazla— o kadar da yüksek değildi. Fakat, gözaltına alınan teröristlerin sözde işverenlerini ve müşterilerini doğru bir şekilde tanımlayamadıkları ya da tanımlamak istemedikleri ortaya çıktı.

Şu anda Batı’da geniş çapta dolaşımda olan bu son hadiseyle ilgili en popüler yaklaşımlardan biri, terör saldırısını Irak Şam İslam Devleti ile ilişkilendiriyor. Bu yaklaşım, IŞİD’in ya da daha spesifik olarak IŞİD-Horasan’ın (İslam Devleti’nin Afganistan’da faaliyet gösteren Horasan kolu) Moskova’nın Suriye, Libya gibi yerlerdeki faaliyetlerinden ve hatta Rusya’nın Kabil’deki Taliban rejimine verdiği ihtiyatlı destekten memnun olmamak için pek çok nedeni olduğu varsayımına dayanıyor. Eylül 2022’de Rusya’nın Kabil Büyükelçiliğine yönelik intihar saldırısının sorumluluğunu üstlenen IŞİD-Horasan, neyse ki hiçbir can kaybına yol açmamıştı. Terör örgütü, 2024 yılının ocak ayı başlarında iki IŞİD-Horasan saldırganının İran’ın Kirman kentinde Kudüs Gücü lideri Kasım Süleymani’nin ABD tarafından öldürülmesinin yasını tutan bir etkinlik sırasında ikiz intihar saldırıları gerçekleştirmesiyle operasyonel kabiliyetlerini ortaya koymuştu.

Menfur terör saldırısının arkasında kimin olduğuna cevap veren bu yaklaşım, Batılı uzun vadeli düşmanları işaret ettiği ve Moskova’daki trajedide Batı’nın, varsayımsal bile olsa herhangi bir dahlini dışladığı için özellikle ABD ve NATO müttefikleri açısından makul. Ancak bu anlatıda bazı zayıf noktalar olduğu da aşikâr. İlk olarak, Crocus City Hall’daki saldırının biçimi IŞİD operasyonlarının “standart modundan” epey farklıydı. Cuma saldırganları dini fanatikler, intihar bombacıları ya da sadece öldürmeye değil, aynı zamanda “kutsal görevleri” uğruna ölmeye de hazır, beyinleri yıkanmış tetikçiler değildi. IŞİD’in nihai ve tavizsiz fanatizmi, örneğin 13 Kasım 2015’te Paris’te gerçekleştirilen büyük çaplı terör saldırısında olduğu gibi, pek çok kez ortaya konmuştu. Fakat geçtiğimiz cuma günü Moskova’da durum böyle değildi; saldırganlar çaresizce kaçmaya ve canlarını kurtarmaya çalıştılar.

İkinci olarak, IŞİD’in Moskova’yı hedef alması, Rusya’nın, İsrail’in Gazze’deki askerî harekâtı gibi Müslüman dünyasındaki herkes için çok hassas bir konuda açıkça Filistin yanlısı bir tutum aldığı bu özel anda biraz mantıksız olacaktır. Burada, Binyamin Netanyahu’nun sadık savunucuları arasında hedef aramak daha mantıklı olacaktır. IŞİD, Moskova’da bir terör operasyonu düzenlemeye karar verseydi bile, daha önce de denediği gibi muhtemelen yerel sinagoglardan birini hedef alırdı.

Rusya’da ortalıkta dolaşan alternatif yaklaşım ise saldırının gerçek sponsorlarının ve azmettiricilerinin Kiev’de aranması gerektiği yönünde. Bu yaklaşım, Ukrayna’nın şu anda savaş alanında Rusya’ya karşı kaybetmekte olduğu ve çatışmanın gidişatını kendi lehine çevirmek için hiçbir fırsatı olmadığı için, terör saldırılarının Ukrayna liderliğinin “asimetrik” bir şekilde davasını ortaya koyması için hala açık kalan çok az seçenekten biri olduğunu ima ediyor.

Bu yaklaşım, Ukrayna’nın uluslararası itibarını tartışmasız bir şekilde zedelediği için kendinden menkul bir yaklaşım olarak da görülebilir. Yine de dikkate alınmadan reddedilmemeli. Ne de olsa teröristler Rusya-Ukrayna sınırından geçerek Rusya’dan kaçmaya çalıştı ve sınırdan sadece 160 kilometre uzakta yakalandılar. Öyle görünüyor ki orada, en azından Ukrayna topraklarına güvenli bir şekilde girmelerine ve Ukrayna topraklarında barınmalarına imkân sağlayacak uygun ortaklarla önceden bazı ayarlamalar yapmış olmaları gerekir.

Dahası, Rusya’da son terör saldırısında “Ukrayna’nın dahli”, Kiev’in halihazırda uzun zamandır yapmakta olduğu şeyin mantıksal bir devamı olarak görülüyor. Moskova, pek çok kez Kiev’i, iktisadi sabotaj eylemleri ve önde gelen siyasetçilere, gazetecilere ve kanaat önderlerine dönük suikast teşebbüsleri de dahil olmak üzere Rusya topraklarının derinliklerindeki çeşitli terör faaliyetlerini desteklemek ve hatta doğrudan organize etmekle suçlamıştı.

Devam etmekte olan soruşturma, müşteriler ve azmettiriciler konusunun açıklığa kavuşturulmasına yardımcı olacaktır. Bununla birlikte, Ukrayna’nın izi nihayet Rusya tarafınca doğrulansa ve ispatlansa bile, Batı’nın Kiev ile Moskova’daki terör eylemi arasındaki alakayı inkâr etmeye devam edeceği bariz. Batılı liderlerin, Rusya tarafının masaya getirebileceği her türlü delili reddetmeye devam etme ihtimali yüksek. Bu durumda Moskova’daki terör saldırısı, tıpkı Eylül 2022’deki Kuzey Akım boru hattı patlamaları dosyası gibi uzun süre açık bir dosya olarak kalacaktır.

Cevapsız kalan bir diğer önemli soru da ABD’nin birkaç hafta önce Rusya’ya gönderdiği terör eylemi uyarısıyla alakalı. Washington makamları, birkaç hafta önce Moskova’yı Rusya topraklarında büyük çaplı bir terör saldırısı ihtimali konusunda bilgilendirerek ellerinden geleni yaptıklarını iddia ediyorlar. Ancak Rusya, Washington’dan gelen bilgilerin son derece yüzeysel, belirsiz ve bu nedenle gerçek manada işe yarar olmadığını savunuyor. Moskova’da binlerce ve binlerce popüler kamusal alan var ve eğer uyarıda belirli muhtemel hedeflere atıfta bulunulmadıysa, uyarının net değeri en iyi ihtimalle sınırlıydı. Dahası, Moskova’da ABD ve NATO, Ukrayna’nın kendi sabotaj ve keşif operasyonlarını planlamasına yardımcı olmakla suçlanıyor; buna Rusya’da devlet terörü eylemleri olarak tanımlanan sivil hedeflere yönelik çoklu saldırılar da dahil.

Washington ile Moskova arasındaki bu dolaylı polemik daha büyük bir soruyu gündeme getiriyor; yoğun jeopolitik rekabet çağında terörle mücadelede etkin bir uluslararası iş birliği mümkün mü? Bu rekabetin kendisi terör açısından verimli bir zemin haline gelirken başarı konusunda herhangi bir umut var mı?

Mevcut eğilimler pek de güven verici değil. Dünya yakın zamanda New York ve Washington’da 11 Eylül benzeri terör eylemlerine tanıklık etmemiş olsa da Paris ve Madrid’de, Bağdat ve Berlin’de, Beslan ve Sina’da, Gamboru (Nijerya) ve Mumbay’da (Hindistan) meydana gelen büyük saldırılarda yüzlerce sivil hayatını kaybetti ve bu trajik listeye sık sık yeni isimler eklendi. ABD’de büyük çaplı terör saldırıları artık çok az görülüyor ama bırakın Orta Doğu ve Afrika’yı, Avrupa’da bile bu saldırıların sayısı artmış durumda. O halde terörü yok etme hedefine şimdiye dek neden ulaşılamadı?

İlk olarak, uluslararası toplum terörün kökenleri, itici güçleri ve karakterine ilişkin ortak bir tanım üzerinde mutabık kalamadı. Bazı aktörlerin açıkça “terörist” olarak nitelendirdiği bir olgu, diğerleri için milli kurtuluş mücadelesi olarak görülebilir. Hintliler ve Pakistanlılarla yaptığınız bir görüşmede Keşmir’deki terör konusunu gündeme getirin, bu konuda ortak bir paydada buluşmanın pek mümkün olmadığını göreceksiniz. İsrailliler ve Filistinlilerle terörü nasıl tanımladıklarını konuştuğunuzda da çarpıcı farklılıklar göreceksiniz. ABD, İran İslam Cumhuriyeti’ni rutin olarak teröre destek vermekle suçlarken, Tahran’dan baktığınızda ABD’nin yukarıda bahsi geçen General Kasım Süleymani suikastını tartışmasız biçimde uluslararası terör eylemi olarak tanımlamanız muhtemeldir.

Tarih boyunca kendine güvenen pek çok lider “kötü” terör ile “iyi” terör arasında bir çizgi çekmeye çalıştı, teröristleri yönetmek ve uygun dış politika araçları olarak kullanmak istedi. Fakat “kötü” ve “iyi” teröristler arasında keyfi olarak çizilen bu çizgi her zaman bulanıklaştı ve görünürde itaatkâr ve etkin olan eski hizmetkârlar, dar görüşlü efendilerine karşı tekrar tekrar isyan ettiler.

İkinci olarak, terörle mücadelede elde edilecek bir başarı, etkileşim halindeki taraflar arasında yüksek düzeyde bir güven gerektiriyor; zira bu taraflar çok sayıda hassas ve gizli bilgiyi değiş tokuş etmek zorunda kalacaklardır. Günümüz dünyasında güven duygusu oldukça zayıf. Bu kaynaktaki bariz ve giderek artan eksiklik yalnızca Moskova ile Washington arasındaki ilişkilerde mevcut değil; bu, Pekin ile Tokyo, Riyad ile Tahran, Kahire ile Addis Ababa, Bogota ile Karakas arasındaki ilişkilere de zarar veriyor ve liste uzayıp gidiyor.

Uluslararası terörle mücadeleyi genel jeopolitik rekabetten ayırarak bir şekilde “izole” etmeye çalışmak cazip gelebilir. Fakat bu pratikte imkânsızdır, zira terör konusunda herhangi bir uluslararası iş birliği milli güvenliğin temel boyutlarıyla ayrılmaz bir şekilde ilişkilidir.

Üçüncü olarak, uluslararası terör sabit bir mesele olmaktan son derece uzak. Bu mesele, giderek değişmekte ve daha esnek, sofistike ve kurnaz hale geliyor. Yakın zamanda Crocus City konser salonunda meydana gelen olaylar, nispeten ufak ama iyi silahlanmış ve iyi hazırlanmış bir grup militanın ne kadar büyük zararlar verebileceğinin açık bir göstergesi. Tıpkı tehlikeli bir virüs gibi, terör tehdidi de mutasyona uğrayarak yeni türler üretiyor. Çıkarmamız gereken bir başka ders de Rusya’da, Çin’de, Avrupa’da ya da ABD’de olsun, modern, yüksek düzeyde kentleşmiş ve teknolojik olarak gelişmiş post-modern uygarlığın terör saldırılarına karşı son derece savunmasız olduğudur. Özellikle büyük metropollerde hızla değişen ve giderek karmaşıklaşan sosyal ve iktisadi altyapı, şiddetli terör saldırıları için elverişli bir ortam oluşturuyor.

Bunun yanı sıra, Ukrayna’da olduğu gibi uluslararası ve iç çatışmalar, modern silahların terörist adayları için erişilebilirliğini büyük ölçüde artırıyor. Bu tür çatışmalar kaçınılmaz olarak çok sayıda eğitimli, savaş tecrübesi olan, sofistike silahlara erişimi olan ve bazen de ciddi ruhsal sorunları olan savaşçıları ortaya çıkarıyor. Bu savaşçılar, uluslararası terör şebekelerinden eleman devşirenler için kolay birer avdır ya da her an ava çıkabilecek uyuyan “yalnız kurtlara” dönüşebilirler. Bilinen uluslar ötesi aşırıcı hareketlerin temsil ettiği türden ziyade anonim başına buyruklar ve amatörler tarafından ortaya çıkarılan terör türünü göz ardı etmemek gerekir; bireysel olanları takip etmek ve etkisiz hale getirmek en zor olanıdır, amatörlerin planlarını ortaya çıkarmak ise daha zordur.

Askeri teknolojideki mevcut ilerleme, çağdaş uluslararası arenadaki diğer eğilimlerle birleştiğinde, önümüzdeki yıllarda terör faaliyetlerinde yeni bir artışa işaret ediyor. Buna, küresel ekonominin direncindeki kapsamlı bir gerilemeyi de eklediğimizde, daha fazla sosyal gerilim ve geniş bir yelpazedeki ülkelerde siyasi radikalizm ve aşırıcılığın kaçınılmaz yükselişi ile karşı karşıya kalabiliriz. Açık bir kehanet: Bu elverişli ortam içinde, tamamen yok edilememiş olan terör virüsü “patlayıcı” bir büyüme için tüm şansını koruyor.

Terörün gündemden düşmesi ancak beşeriyetin yeni bir küresel yönetişim düzeyine geçmesiyle mümkün. Ya önde gelen güçler bunun için yeterince akıllı ve enerjik olacaklar ya da uluslararası terörün ortak uygarlığımıza yüklediği fatura giderek artacak.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Mearsheimer: Ukrayna’dan geriye işlevsiz, köhne bir devlet kalacak

Yayınlanma

Chicago Üniversitesi Profesörü John Mearsheimer, Hindistan’ın başkenti Yeni Delhi’de 20 Mart’ta düzenlenen ‘Yükselen Bharat Zirvesi’nde katıldığı panelde, Ukrayna’daki savaşın seyrine ilişkin değerlendirmelerde bulundu.

Ukrayna’nın, Batı’nın askeri yardımı kesmesi halinde ne yapması gerektiğine ilişkin soruyu yanıtlayan Mearsheimer, “Ben aslında Rusların savaşı kazandığına ve bunun Rusların çirkin bir zaferiyle sonuçlanacağına inanıyorum. Rusların şu anda Ukrayna topraklarının yaklaşık yüzde 20’sini kontrol ettiğine inanıyorum. Ukrayna’daki gibi bir yıpratma savaşında büyük önem taşıyan silah ve insan gücü bakımından güç dengesi kesin olarak Rusya’nın lehine değişti,” ifadelerini kullandı.

Mearsheimer, “Benim tahminim, ve bunun sadece benim tahminim olduğunun altını çizmek istiyorum, dört bölgeyi daha ilhak edecekler ve Ukrayna topraklarının kabaca yüzde 40’ına sahip olacaklar. Geriye ise işlevsiz, köhne bir devlet kalacak. Başka bir deyişle Ukrayna, Rusların NATO’nun bir parçası olamaması için siyasi ve iktisadi olarak zayıflatmak için zaman içinde büyük çaba sarf edecekleri işlevsiz bir devlet olacak. Bence muhtemel sonuç bu,” diye konuştu.

‘Batı, işlevsiz bir Ukrayna’yı ittifaka dahil etmeyecek’

Savaşın siyasi sonucunun ne olacağı ve Ukrayna’nın nihayetinde NATO’ya katılıp katılmayacağını yorumlayan Mearsheimer, “Hayır, siyasi olarak Rusların Ukrayna’nın NATO’ya katılmaması için ellerinden geleni yapacaklarını ve Batı’nın da işlevsiz bir Ukrayna’yı ittifaka dahil etmeyeceğini düşünüyorum. Bu yüzden Ukrayna’nın NATO’nun bir parçası olmayacağını düşünüyorum,” dedi.

Ayrıca ABD yardımının Kongre engeline takılmış durumda olması ve Avrupa Birliği (AB) ülkelerinin savaşı finanse edecek parayı bulamamaları konularına da değinen Mearsheimer, şöyle devam etti:

“Ukrayna için en iyisinin savaşı sona erdirmek ve Ruslarla bir anlaşmaya varmak olduğuna inanıyorum ve bunun altını çizmek istiyorum. Bu da iki anlama geliyor. Ukrayna Batı ile olan tüm güvenlik ilişkilerini kesmeli, sadece NATO’ya girmekten vazgeçmemeli. Ukrayna askeri ve güvenlik bağlarını kopararak gerçek anlamda tarafsız bir devlet haline gelmeli. Temel kaygı Ukrayna’nın NATO’ya katılma ihtimali. Ruslar bunun varoluşsal bir tehdit olduğunu söylüyor ve bunu kabul etmiyorlar. Dolayısıyla Ukrayna’nın tarafsız bir devlet olmasının zorunlu olduğunu düşünüyorum. Diğer bir husus ise, bence ülkelerin Ukrayna’ya her türlü yardımı kesmesi ve Avrupalıların Ukrayna kendi ayakları üzerinde durana kadar toplu olarak askeri değil, ekonomik yardımda bulunması yardımda bulunması, bu çok önemli.”

Politico: Savaşın kazanılacağından şüphe eden Ukraynalıların sayısı artıyor

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English